Thursday, June 12, 2008

(Cumhuriyet Kitap, 13 Haziran 2008)

Karşıdevrimciler”(*)

Kaan Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf olarak…

Bu yıl “1968 olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken “restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda, giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine “bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an yaratmaya başladığından söz edilebilir.

Bu “bütünsel” an içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin verimliliğini” kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı söylenebilir. İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini bu verimlilik kaybında aramak gerekiyor.

“1968 olayı” olarak bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler, birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye, toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle kesilebildi.

İnsanlar, bu sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden canlandırdılar.

Alain Badiou’nun son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik ürünlerinin[[1]] ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde” birden bire patlak verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu “hakikatin” de kendi öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka açıdan yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif bireyi aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni “öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni doğan “hakikate” sadakat beyan eden özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.

“1968 olayı”, her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.

Ancak kısa sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime katılmaya başlayanlar oluşturuyordu.

Bu “yapıya dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne” dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal olarak: “Hakikate” ihanet!

“İhanet”, bunun için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi en zor olan bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil, kendini öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini edinmek. Bu uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten sonra, yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan Arslanoğlu’nun Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin, toplumda yeni bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini yeniden hayal etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir psikoloğun, mesafeli soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.

Karşıdevrimciler, ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen, titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını kolaylaştırmış.

Kaan Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar “karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden görebiliyoruz.

Öznenin “yapıya” geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme yollarını, yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal destek mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.

Ama bence Kaan Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla gerçekleştiriyor. Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı eleştirel duruş ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar, “toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en yaygın adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline geliyorlar. O zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan oluşmuş, her kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir sembolik evren içinde buluyoruz.
“Karşı devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini yerine getirmiş oluyor.

Tüm bu güçlü yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda, kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan, sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı, “gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.

Sonuç olarak, Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in, okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek, buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla, karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.

[1] Alain Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005) Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)

[*]Kaan Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008