Friday, July 11, 2008

(Cumhuriyet Strateji, 23.06.2008 )

Kaygı verici doktrin

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, dış dünyada, 'gerçek dışişleri bakanı, dış politikanın gerçek mimarı' olarak algılanıyor. Yaklaşımında 'ekonomi politiği' ihmal eden Davutoğlu'nun, ülkesinin 'mihver, periferi, merkez veya küresel güç' olup olmadığı noktasında net düşünce oluşturamadığı gözleniyor.

Davutoğlu'nda ABD ile özdeşleşme çabaları dikkat çekiyor. Türkiye, 'olağan dışı, istisnai bir ülke' olarak değerlendiriliyor. Bu kapsamda, Türkiye-ABD ilişkileri 'alt-emperyalist bir işleve adaylıkla, mandacılık' arasında gidip geliyor.

AKP hükümetinin ikinci döneminde, dış politikada, Prof. Ahmet Davutoğlu'nun adı çok sık geçiyor. Dış dünyada, başbakanlık baş danışmanı, büyükelçi, Prof. Davutoğlu'nun, gerçek dışişleri bakanı, dış politikanın gerçek mimarı olduğuna ilişkin bir algı var.

Davutoğlu'nun uluslararası ilişkiler profesörü olduğu göz önüne alındığında, dikkatleri seçim devrelerine kilitlenmiş politikacıların, çekirdekten yetişmiş pragmatik diplomatların yanı sıra bir de akademik disipline uygun davranmaya alışmış bir uzmanın katkısı yararlı olabilir.
Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik­Türkiye'nin uluslararası konumu başlıklı kapsamlı bir çalışması da var.

Ancak bu kitabın, Davutoğlu tarafından Ocak ayında CNN'de bir konuşmada özetlenen tezlerin içerdiği sorunlar çok kaygı verici bir duruma işaret ediyor. Eğer dış politikaya bu tezler yön veriyorsa, ülkenin, yakın bir gelecekte, gerçekçi olmayan beklentilerle, elindeki kaynaklarla orantısız risklerin altın girme olasılığı artıyor demektir. Örneğin, Davutoğlu'nun görüşlerini benimsediği anlaşılan bir analiste göre şimdi "politika yapıcıların algı haritasında, Türkiye'nin sınırları ulus devletin sınırlarının ötesine genişlemiş"... "Türkiye'nin Ortadoğu'ya müdahalesinin mekânsal sınırları ortadan kalkmıştır"(1). Bu saptamalar, AKP yönetiminin ekonomik, siyasi gerekçeleri, kaynakları belirsiz bir genişlemeci, hatta emperyalist politikalar geliştirdiğini düşündürüyor.

Ben yazımda, Davutoğlu'nun bu kaygı verici tezlerini irdelemeye çalışırken yayınlandığı 2001 yılından bu yana 20'den fazla baskısı yapılmış olan Stratejik Derinlik adlı kitabın (Bundan sonra SD) ayrıntılı bir eleştirisini yapmaya girişmek yerine Davutoğlu'nun CNN konuşması üzerine kurulu "Türkiye'nin dış politika vizyonu, bir 2007 değerlendirmesi" başlıklı makalesiyle ilgileneceğim(2).

İŞLEVSEL BİR İHMAL
Davutoğlu'nun kitabı SD, Samuel Huntington'un "uygarlıklar çatışması teziyle kurulan paradigmayı benimseyerek başlıyor. "Türkiye'nin dış politika vizyonu..." başlıklı çalışmada da, "11 Eylül sonrası" olarak tanımlanan, tarihsel açıdan yeni, bir "dönem" saptanıyor. Davutoğlu ABD kaynaklı bir paradigma, zamanlama içinde, kısacası ABD'nin dünyaya bakış açısı içinde hareket ediyor. Lacan'cı bir kavramla, Davutoğlu'nun kendine, Ego Ideal olarak ABD yönetimini seçmiş olduğu söylenebilir.

Davutoğlu, Türkiye için yeni bir dış politika vizyonuna, hatta bir jeopolitik yenilenmeye, tarihine ilişkin bir yeniden anlamlandırma çabasına gereksinim olduğunu savunuyor. Bu görevi yerine getirebilmek için iki "vektör" oluşturuyor: Ülkenin coğrafi konumu ve tarihsel kültürel mirası. Davutoğlu, en az bunlar kadar önemli bir üçüncü "vektörü" ise tümüyle ihmal ediyor, bence özellikle bastırılıyor. Bu üçüncü "vektör" "ekonomi politiğe" (ülke ekonomisindeki hâkim örgütlenme biçimine, sınıflar matrisine, teknolojik, mali kaynaklara, dünya ekonomisiyle bütünleşme biçimlerine) aittir.

Üretim tarzları, gelişmeye başladıklarında zamanı ve mekânı da kendi gereksinimlerine göre değiştirmeye, hatta yeniden yapılandırmaya başlarlar. Her üretim tarzının üreticilerle üretim araçlarını bir araya getiriş tarzı, emek süreci, emek denetim mekanizmaları, teknolojik özellikleri zamanı ve mekânı, içinde yaşayanların zaman ve mekân algılarını yeniden yapılandırır. Örneğin kapitalizmin zaman ve mekân anlayışı, zamanı ve mekânı kullanışı, düzenleyişi, feodalizmin, Osmanlı'da egemen üretim tarzlarının zaman(3) ve mekân anlayış ve yapılarından belirgin bir biçimde farklı olacaktır.

Kendisinden önceki üretim tarzlarına göre son derecede dinamik, teknolojik bir üretim tarzı olan kapitalizmdeyse bu yeniden yapılandırma, düzenleme, bir sermaye birikim modelinden öbürüne, genişlemeden, krize, sürekli tekrarlanan bir yıkım ve yapım süreci olarak da yaşanır.
"Modern Kapitalist makine",(4) canlı emek tüketen ve artı-değer üreten bir "makine" olarak sermaye, sürekli hareket halinde, bu tüketimin peşinde koşarken, canlı emeğin "yaşam dünyasını" bir "yeniden kodlama" ve "kod-çözme" dinamiği içinde biteviye düzenler, yıkar yeniden kurar. Sermaye bu hareketi içinde salt ekonomik yapıları, coğrafyaları değil, anlam sistemlerini de bir taraftan çözer, bir taraftan yenilerini oluşturur. Bu bağlamda, sermayenin hareketinin yalnızca bu günün mekân ve coğrafya algılarını değil tarihisel kültürel geçmişleri de, yeniden anlamlandırmaya tabi tutacağını varsaymak gerekir.

David Harvey'e(5) göre sermaye doğarken bulunduğu bölgede kendine uyumlu bir yaşam mekânı kurar, hatta gerekli duyarlılıkları da oluşturur. Daha sonra, sermaye sürekli tekrar eden sorunlarını (kriz eğilimlerini) aşmak için başka mekânlara, verili zamandan gelecek zamanlara göç etmeye çabalar; gittiği bölgelerde, mekânlarda bir yıkım ve bir yeniden yapılanma süreci başlatır, zamanı ve mekânı yeniden örgütler.

Sermayenin hareketleri coğrafyaları, anlamları (kültürel tarihsel) durmadan yeniden tanımlar şekillendirir, tarihsel zemini, bu zemindeki tek tek olguların anlamlarını sürekli sorgulayarak yeniden kurar.

Davutoğlu da, Cumhuriyetle birlikte kurulan zaman, mekân anlayışını, tarih anlatısını, anlamını sorguluyor. Tam da bu nedenlerle, Davutoğlu'nun "ekonomi politik" boyutu ihmal etmesinin bir rastlantı olmadığını düşünüyorum. Bu ihmal sayesinde yazar, kendisi için gerekli senaryoları üretebilmekte, gerçeklikten çok uzakta bile olsa, ekonomi politiği ihmal edildiğinde akla yakın gelebilecek fanteziler bina edebilmektedir. Ancak, yazar böyle bir özgürlük elde ederken, kavramsal tutarlılık, süreklilik açısından yüksek bir fiyat ödemektedir.
Örneğin Davutoğlu SD'i şöyle bitiriyor:

"Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver bir ülke olarak Türkiye bunu yapabilmesi durumunda, jeopolitik jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkez bir ülke konumu kazanacaktır" (sf 563, abç) SD'nin 21. Basımında, 2007 yılında Davutoğlu'nun Türkiye tanımlaması gelecek tasarımı böyledir. Bu gün Mihver ülke; yarın belli koşullar gerçekleştiğinde bir merkez ülke...

Bu saptamaların üzerinden daha bir yıl bile geçmeden yayımlanan makalesinde Davutoğlu bu kez söyle yazıyor:

"Türkiye'nin amacı, uluslararası platformları kullanarak tutarlı bir biçimde küresel olaylara müdahale etmektir. Bu Türkiye'nin bir merkez ülke konumundan küresel güç konumuna dönüşmekte olduğunu göstermektedir"(6) (sf.83). Demek ki, Davutoğlu'na göre, Türkiye bir yıldan daha kısa bir süre içinde "mihver" ülke konumundan "merkez" ülke konumuna dönüşmüş, dahası, "küresel güç" olmaya başlamıştır. Ama durun bir dakika, sf 79'da da Davutoğlu "Türkiye bu periferi ülkesi olma konumunu artık geçmişte bırakmalıdır" da diyerek, hala bir "merkez" ülke konumuna ulaşamadığını da ima ediyor.

Ülkenin dış politika mimarı, ülkesinin uluslararası konumu konusunda hala bir kanaat oluşturabilmiş değildir: Mihver mi? Periferi mi? Merkez mi? Yoksa küresel güç mü? Gerçekten çok kaygı verici!

VARSA YOKSA ABD
Davutoğlu'na göre Türkiye'nin yeni bir dış politika gereksinimi, Türkiye'nin enerjiye, doğal kaynaklara, piyasalara, savunma hatlarına ilişkin ortaya çıkan yeni gereksinimlerinden değil, ABD'nin 11 Eylül olayına tepkisinden (sf.78) kaynaklanıyor. Diğer bir değişle 7000 kilometre uzaktaki bir olaydan, o olaya karşı, hala tüm dünyada eleştiri konusu olan abartılı, neticede büyük felaketlere yol açmış olan bir tepkiden kaynaklanıyor. Daha doğrusu, Davutoğlu, Türkiye'yi, ABD'nin 11 Eylül sonrası dış politika yöneliminden hareketle Büyük Ortadoğu'da "merkezi" ve "optimal" olarak görüyor: ABD'nin bölgemizdeki planları açısından (Davutoğlu'nu bunları bildiğini varsayıyoruz), ABD'nin bölgeye bakışına göre merkezi ve optimal bir ülke.

Davutoğlu'nun "Ego ideali" ABD ile özdeşleme çabaları bu noktada da kalmıyor giderek, ABD'nin kendisi için kullandığı sıfatları benimseyecek kadar absürt boyutlara ulaşıyor. Davutoğlu'na göre, "Türkiye ne bir sınır, ne bir köprü ne de Müslüman ya da Batı dünyalarının sınırında sıradan bir ülke değildir". Ergo, Türkiye olağan dışı, istisnai bir ülkedir. Tıpkı ABD gibi... Tarihsel olarak Türkiye de Osmanlı dönemi sonunda, 19 yüzyılda, göçler yoluyla nüfus dinamizmi kazanmış ülkedir. Tıpkı ABD gibi... (sf 79)

Türkiye'nin dış politika prensipleri ve ABD ile ilişkileri tanımlanırken, Türkiye-ABD ilişkileri alt-emperyalist bir işleve adaylıkla, mandacılık arasında gidip geliyor. Örneğin, Türkiye'nin Rusya ve AB ile çok yanlı bir politika izleyebilmesi öncelikle ABD ile stratejik (bu sözcük, belli bir zaman ve mekân diliminde, nihai amaç birliği anlamına gelir) ilişkileri koruyabilmesine bağlıdır (sf, 82).
Davutoğlu'na göre, Türkiye-ABD ilişkileri, jeopolitik açıdan kıtasal bir süper güçle, Afro-Avrasya bölgesinde en optimal konuma sahip bölgesel bir "merkez" ülke arasındaki ilişkilerin tüm özelliklerini göstermektedir (sf 88). ABD'nin bölgedeki politikaları açısından Türkiye'ye, Türkiye'nin de, bölgedeki planları (Bu planlar neyse?) açısından, arkasında kıtasal bir süper gücün stratejik ağırlığına gereksinimi var.

İlk anda akla yakın bir denklem; eğer şu sorulara cevap bulunabilirse: Türkiye'nin, ABD'nin bu ağırlığına neden gereksinimi var, bununla ne yapmayı planlıyor? Ne yazık ki Davutoğlu ekonomi-politik boyutu ısrarla jeopolitik tartışmasının dışında tuttuğu için bu sorulara açık cevaplar veremiyor.

Ekonomi-politik boyut jeopolitik tartışmanın dışında kalınca, ülkenin coğrafi ve tarihsel kültürel özelliklerini değerlendirmek, anlamlandırmak için elimizde yalnızca ABD'nin "bölgeye bakışı" kalıyor. Davutoğlu'nun bu yaklaşımını tanımlamak için de elimizde Mandacı sıfatından başka şey kalmıyor.

EMPERYALİST ÖZLEM
Eğer Davutoğlu'nun önerdiği, hem mandacı hem de, aynı zamanda, emperyalist, yayılmacı bir dış politikanın gerekçeleri, Türkiye ekonomisi, sınıflar matrisi vb açısından açıklanabilseydi, karşı çıkacak olsaydık bile, belli bir mantık denklemi içinde en azından anlayabilirdik. Örneğin, İngiltere'de Cecil Rhodes'un ülke içinde "devrim olmasını engellemek için" sözleri, Hitler Almanya'sının, Lebenstraum, ya da Petrol, nüfus kaynakları, yatakları gereksinimi, ABD'nin Pazar, hammadde, petrol gereksinimi, komünizmi engelleme kaygısı, bu ülkelerin emperyalist politikalarını anlamamıza yardımcı olabiliyor.

Davutoğlu, bize ABD stratejik ortaklığıyla da olsa, yayılmacı, tüm komşularımızı tehdit eden "emperyalist" bir dış politika öneriyor. Hem bu dış politikayı, Bismarck Almanya'sının, sonunda tüm enerjisini, mali kaynaklarını tüketen, çok yönlü ittifaklara dayanan bir bölgesel "hegemonya stratejisini"(7) anımsatan bir stratejiye dayandırmaya çalışıyor, hem de tüm bunlara neden gerek olduğunu bir türlü açıklayamıyor.

Bu konuda bir ipucunu 83. sayfada Türkiye'nin merkez ülkeden küresel güce dönüşme süreci(8) tanımlanırken oluştuğu ileri sürülen bir durumun içinde bulmak belki olanaklı: Davutoğlu burada sivil toplum katılımlarından söz ediyor. Bülent Aras'ın makalesinde de "Türkiye'nin yeni dış politikasının özetlendiği bölümde, toplumsal güçlerin giderek dış politikaya damgasını daha çok vurmasından söz ediliyor (sf.3) Tüm bunlardan, sürekli tarihsel ve kültürel özeliklerin vurgulanmasına da bakarak tek bir toplumsal güç anlıyorum o da Siyasal İslam.

Acaba buradan hareketle, Siyasal İslam'la birlikte yükselen sermaye kesimlerinin genişleme gereksinimleri, bunun içinde ABD ile ittifak yapma, bundan yararlanma çabalarını mı anlamak gerekir? Acaba yeni yükselmekte olan sermaye kesimleri, Batıyla ekonomik ilişkilerin (kredi kanalları, ortaklık, acentecilik, vb...) daha önce yükselmiş, örneğin TÜSIAD bünyesindeki gruplar tarafından kapatılmış olmasından dolayı kendilerini sıkışmış hissederek, doğuya doğru, bir uluslararası gücün yedeğinde yayılmayı mı arzu ediyorlar. Bu kesimler, bu siyasi amaçlar için mi ülkeyi emperyalist maceralara sürüklemeyi göze alıyorlar. Yoksa Davutoğlu bu nedenlerle mi ekonomi-politiğe değinmekten kaçınıyor. Kaçınmasaydı, ülke ekonomisinin sınıfsal dengelerinin, uluslararası ekonomik bağlantılarının, mali dengelerinin böyle maceraları kaldıramayacak bir durumda olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktı.

Davutoğlu'nun tezleri yalnızca ülkenin ekonomi-politik özellikleriyle değil, tarihsel kültürel mirasıyla da uyuşmuyor. Davutoğlu, Osmanlı tarihini, kültürünü egemen olanın baktığı yerden bakarak anımsıyor, değerlendiriyor. Halbuki, "Osmanlı barışı", Osmanlı açısından barıştı, refahtı ama "Arap Dünyası" açısından işgal, savaş, talan edilmiş olma duygusu...

Osmanlı imparatorluğunun topraklarında bu gün yaşayanların bu tarihe nasıl baktığının ayırtında olmamak bir uluslararası ilişkiler "uzmanı" için affedilemez bir zaaftır. Davutoğlu'nun önerdiği dış politika, Türkiye'yi Ortadoğu'ya yanlış varsayımlarla sokmaya çalıştığı için çok tehlikeli bir yanılsamadır.


Dipnotlar:
1- Bülent Aras, "Turkey Between Syria and Israel: Turkey's rising soft power", SETA, Policy Brief May 2008, No 15)
2- Ahmet Davutoğlu, "Turkey's foreign policy vision: An assessment of 2007", Insight Turkey, Cilt n10. No:1/2008 sf 77-96)
3- Bu konuda yararlı bir çalışma için: Peter Osborne, The Politics of Time, Verso, 1995
4- Gilles Deleuze, Felix Guttari, Anti-oedipus, capitalism and schizophrenia, Minnesota, 2003, sf 222-239
5- David Harvey, Spaces of Capital Özellikle 2, Kısım: "capitalist production of space," içinde "geopolitics of capitalism", Routledge, 2001, sf 237-412, 312.
6- Davutoğlu, 2008
7- Josef Joffe, "How America does it", Foreign Affaires, Eylül/Ekim 1997
8- Haksızlık etmek istemem ama, bana, Davutoğlu uluslararası konferanslar merkezi olmayı global güç olmakla karıştırıyor gibi geliyor. Çünkü bu söz konusu konferanslarda, Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren ve bir sonuca ulaşmış tek bir diplomatik kazanım gelmiyor aklıma.