Thursday, March 19, 2009

Bu dünyada, insan kalmaya devam ederek nasıl yaşanır?

(Cumhuriyet Kitap:19/02/09)

Umutsuzluk çağında yaşıyor olabilir miyiz? İki yüz elli yıldır uygarlık diye bellediğimiz şey adeta çözülüyor. Ekonomik kriz, işsizlik yoksulluk, jeopolitik gerginlikler, terörizm, savaşlar… Şoven milliyetçilik, ırkçılık… Tüm bunlara ek olarak bir de küresel ısınma… Gezegenimiz ölüyor: Su, gıda krizleri, göçler, 1970’lerden bu yana hızla kabaran bir intihar dalgası[[i]], her şeyin, insan organlarına, kadar acımasızca metalaşmasını izlemek…

Ama en önemlisi insanın dünyayı değiştirme becerisine olan inançsızlık. Yeni bir dünya, yeni bir insan yaratmak… Bu “Aydınlanma” geleneğinin projesiydi. Şimdi toplumsal mühendislik diyerek rafa kaldırdık. Malum toplumsal mühendislik sonunda mühendislerin diktatörlüğüne açılıyordu…  Yeni insanı yaratmanın artık gündemde olmadığı yerde, kar yapmaktan başka ne kalıyor geriye. Ha bir de dünyanın dışından bir yerlerden yardım beklemek… tanrı veya uzaylılar… Boşuna, okullarda evrim teorisinin yaradılış mitolojisini okutmak isteyenlerin sayısı giderek artmıyor. İroni şurada ki, herkes dindar ama, kimse dininin ahlakına sahip çıkmaya niyetli değil. Herkes, “On Emir"i her gün ihlal ediyor… Zizek’in işaret ettiği gibi gerçekten inanan kökten dinci bulmak artık olanaksız. Şimdi, tek bir uygarlık var; tüm dinleri, yerel kültürleri, her şeyi kendine uyduran, kendi yasalarını dayatan: Kapitalizm!!!  Ama o da krizde…

Şimdi, bu yazının başına gidip yeniden okumaya başlayabilirsiniz. Neden olmasın yaşamımız “kötü sonsuza” sıkışmış, değişmeden, sürekli dejenere olan bir süreç değil mi artık…

Bu koşullarda insan nasıl yaşar? Bu koşullarda insan, insan kalmaya devam ederek nasıl yaşar? Hayvanlar hazlarının kölesidirler. İnsan ise bir amaç için hazlarına ket vurarak geleceğine yatırım yapabilen hayvandır desek çok abartmış olmayız. Biraz abartmış oluruz çünkü insanların çoğu, hazlarının tatminine odaklanmış bir yaşam sürmüyorlar mı? Gerçek dindar bulmak artık olanaksız demiştik… Peki öyleyse insan insan olarak kalmaya nasıl devam edebilir? 

Lenin “Neden böyle de başka türlü değil?" sorusunun en önemli başlangıç olduğunu söylüyordu. Peki neden insanlar “Neden yaşam böyle de başka türlü değil?” sorusunu sormuyorlar?

Bir adım ileri giderek Peter Sloterdijk’i anımsatıp, “Çünkü ne yaptıklarını biliyorlar, ve bile bile yapmaya devam ediyorlar," [[ii]]  diyerek bana bir kez daha “umutsuzluk çağında” olduğumuzu anımsatabilirsiniz.

İkinci kitabı, “Vakıf”[[iii]], Şubat ayında yayımlanan Lara üçlemesinin yazarı Selim Yalçıner’in, biraz daha farklı bir cevabı var. Yalçıner “korkuyorlar da ondan,” diyor ve ekliyor, “Korkularımızdan sıyrıldıkça özgürleşiriz!”. “Özgürleşiriz?”  Özgür değil miyiz? Ya da Molloy’un [[iv]]  dediği gibi “Memnuniyetle, hevesle değil ama memnuniyetle yapabileceğin her şeyi, yapmamak için bir gerekçen olmadığı halde yapmadığın her şeyi! Özgür olmayabilir miyiz?” Bu çok önemli bir soru ve yine Molly’un dediği gibi “Bunu düşünmeye değebilir."

Alain Badiou’nun, özne ve birey ayrımı bunu düşünmemize yardımcı olabilir. Kabalaştırmayı göze alarak kısaca özetlersem: İnsan "verili yapı"ya uymadığında, özne olur, duruşunu ölümü de göze alarak koruduğunda özne olarak kalmaya devam eder. Birey "yapı"ya aittir, tümüyle uyumlu... Bireyden özneye geçiş ise, bir “olay"ın karşısında alınan tutumla, bir tercihle ilgili. Ya birey “Olayın”, kendisinde bir travma yaratan etkisini kabul eder, yapıyı destekleyen verili bilgi sistemine uymayan, onda delik açan etkisini, dolayısıyla “hakikatini” (“hakikat” verili bilgi sisteminde açılan bir deliktir) benimser ona sadakat ilan eder, böylece ahlaki bir tutum alır ve bu hakikatin ahlakının evrenselleşmesi için mücadele eder; Ya da hiçbir şey olmamış gibi davranır, bu etkiyi bastırır, değişmeden, olaydan önce olduğu gibi kalmaya çalışır. Ya da yapıyı korumak için verili bilgi sistemini sarsan etkiyi silmeye, deliği kapamaya çalışır.

Bugün ve uzun bir süredir – artık tarihin sonuna geldiğimize, diğer bir değişle artık bir devrim olasılığı kalmadığına 'karar' verildikten sonra-  yüceltilen özne değil, bireydir; salt kendi hazlarına ve mutluluk istencine kitlenmiş birey… Mutluluk peşinde bir birey: Tüketim, pornografi, sentimental aşk, uyuşturucu madde, mistisizm… Zizek’in ahlakla, haz prensibini aşarak aşkın bir amaca bağlanmak arasında kurduğu doğrudan ilgiyi düşünürsek, birey töreci olabilir ama ahlaksızdır…

Yalçıner’in kitabı tam da bu yüceltmeye karşı bir çalışma, hem de uluslar, kültürler, cinsel tercihler ve akademik disiplinler arasında sınır tanımadan kendine yol açmaya, kendi ahlakını evrenselleştirmeye çalışan bir çalışma… Yalçıner’in “sadakat” deklare hakikat ise insan sevgisi ve bunun bir sonucu olarak, baskıya sömürüye savaşlara karşı bir duruş. Üçlemeyi de bu bağlamda okumak gerekiyor…

Lara üçlemesinin birinci kitabında, Lara’nın günlük yaşamın tek düzeliğinde arzularının izinin sürerek yaşayan bir bireyden, beklenmedik bir anda karşısına çıkan bir “olayın” travmasıyla, yaşam karşısında etkin tutum alan mücadele eden bir özneye dönüşme sürecini izlemiştik. Lara’yı günlük yaşamın dar alanından çekip çıkaran yazar bizi, onun serüvenini izlerken uluslararası ilişkilerin, mali, siyasi entrikaların, bilinemezlik sınırında dolaşan karmaşıklığının içine atarak bir çok felsefi, siyasi ve tarihsel tartışmayla da karşı karşıya bırakıyordu.

Lara Viyana’da felsefe öğrenimi yapar, erkek arkadaşıyla istikrarlı bir yaşamı “mutlu” bir biçimde sürdürürken, babasından kendisine “inanılmaz” büyüklükte 35 milyon Avro miras kaldığını öğrenir. Üstelik bu miras bir de isim listesiyle birlikte gelmiştir. Lara’nın günlük yaşamını “realitesini” düzenleyen bilgi sisteminde bir anda devasa bir delik açılır. Babası aslında kimdir? Neden bu listedeki insanların hepsi öldürülmüştür? Babası ondan bu listedeki insanların çocuklarını okutmasını isterken aslında ne demektedir? Lara’nın realitesinin bu travmayla yırtılmasıyla korkutucu ama bir o kadarda çekici ve realitenin hemen tüm huzursuzluk alanlarına değen bir gerçek başını gösterir.  Lara, pembe gözlü tavşanın peşinden giden Alice gibi, bu açılan deliğe atlar… 

İkinci kitapta, Lara’nın bu fantastik ama gerçeklikten daha gerçek dünyada evrimleşme sürecini, Meksika’dan Kuzey Irak’a, giderek artan sayıda insanın da katılmasıyla gelişen mücadelesini izlemeye devam ediyoruz. Lara, kendisi ve arkadaşlarının “davalarında bu kadar haklı olmalarına” karşın yaşadıkları başarısızlıkları, içine düştükleri tezgahları, neden daha fazla insanın kendilerine katılmadığını, ya da en azından, kendi yaşam dünyaları içinde, benzer sorunlara tepki göstererek özneleşmeye, mücadele etmeye başlamadığını düşünmeye başlıyor.

Üçüncü kitap bizi, Lara’nın gittikçe yeni boyutlar kazanarak karmaşıklaşan serüvenini izlerken, “bağlanmanın” ve “mücadele ahlakının” sorunlarını, bu ahlakın oluşmasının tinsel, toplumsal ve inter-sübjektif boyutları üzerinde, “sevgi” ve “dostluk” temalarını özellikle öne çıkararak düşünmeye zorlayacak gibi görünüyor.  

Lara üçlemesi gerçek anlamda bir entelektüel “tour de force”. Alışık olmadığımız bir cüretle, felsefeden fiziğe, jeopolitikten ekonomiye, ahlaktan teolojiye, hatta para-normale kadar kaldırmadık taş bırakmıyor, ısrarla her şeyi her şeyle ilişkilendirmeye çalışarak bizi bilgiyle paranoya, sadakatle ihanet, cesaretle yılgınlık arasında tercih yapmaya zorlamayı, dahası, aslında bu tür tercihlerle her zaman karşı karşıya olduğumuzu göstermeye amaçlıyor Yalçıner.

Arzularının kölesi olarak yaşamanın temel özellik haline geldiği günümüz toplumunda, Lara üçlemesi, insan olmanın etik bir yaşamdan, özgürlüğün, arzuların köleleştirici çekiciliğini aşarak bu etik yaşamın getirdiği seçeneklere sadık kalmaktan geçtiğini vurgulayan güncel ve gerekli bir çalışma… Ama kesinlikle düşünme tembelleri için değil…

 



[i] Robert Pool,”Why do people die that way” New Scientist, 28,02,2009

[ii] Peter Sloterdijk, Cririque of Cynical Reason, Verso, 1988

[iii] Selim Yalçıner, Vakıf –Ceset dökmek yasaktır, Özgür Yayınları, İstanbul, Şubat 2009. Üçlemenin ilk kıtabı, Vasiyet, Artemis Yayınları, İstanbul, Mart 2007.

[iv] Samuel Beckett, The Beckett Triology –Molloy, Malone Dies, The unnameable, Picador, 1976, sf. 35 

Wednesday, March 11, 2009

Gitmeye durmak


…“wandering ‘defines’ a woman, and that,
if you have a mortal who is immobile in the dark, it must be a man
— this sexuation is by no means empirical or biological.”
[1]

Beyaz duvarlar, bir masa,
iki iskemle, çıplak ampul
pencere var mıydı bilmiyorsun
ya da başka şeyler…
Gitmelerin mekanı işte…

Ne demekse…
Gidince oluşacak boşluğu - Ne cüret!-
doldurmadan olmaz…
Boşluğu sözcüklerle…
ki artık onları paylaşmıyorsunuz - Gitmek
boşluğu doldurmadan …
suskunluklarınızın konuşmasını bekleyerek
– yıllardır olandan farklıydı, ama ne?-

“Ben” diyorsun, “aslında” – ağzını açmadan
“Niye” diyor - durdukça uzayan bir sessizlik –
“Niye şimdi”
konuşmak en iyisi
(Ya gerçekten sorarsa?)
hiç bir şey söylemeden - en iyisi- aslında
kaçınılmaz gibi. Bir süre için
tekrar cesaretini toplayıp susana kadar.

Sen aranızdaki ‘boşluğu’ arzulamıştın, “iki”liğinizi tanımlayan
O ise o ‘boşluktan’ başka her şeyi, “iki”liğinizle tanımlanan…

Gitmek istiyorsun
bekliyorsun. Senin yokluğunda,
“o boşluğa koyacağı sözcükleri duyabilir miyim” diye…
-ne iyimserlik- geride kimse kalacak mı? Kalıp kalmayacağını…
Kalıyorsun. Konuşmak zorlaşıyor, susmaya devam etseniz bile…

Soğuk bir el tırnaklarıyla oynuyor
Sen burnunu çekiyorsun belli belirsiz
iskemleye gidip gelen tedirgin bakışlar
masanın üzerinde dolaşanlarla karşılaştığında
– belki yeni bir anlam… gidecek olan gittiğinde…

“Biliyorum”… “Çoktandır”…
odanın köşesine bakarak – ısrarla onun yüzüne değil…
“Nereden biliyorsun” diyor gözünün ucunda bir ışık
(Ya gerçekten sorarsa?)
cevabı bilmiyor yüzün, çığlık çığlığa bu yüzden
devam ediyor bir cevap beklemeye.
Devam ediyorsun beklemeye – gidebilmek için beklemeleri tüketip
suskunluğunuz gereken her şeyi söyleyince ve sen
bekleyişinin bıraktığı tüm izleri sildikten sonra…

[1] Alain Badiou, “Figures of Subjective Destiny: On Samuel Beckett”