Thursday, October 21, 2010

İktidarsızlık da çürütüyor

“İktidar çürütür” derler. Ama iktidarsızlık da çürütüyor. Doğan Tarkan’ın, Zaman gazetesinde yayımlanan söyleşisi bu durumun çok güzel bir örneğini oluşturuyor. Tarkan, söyleşiyi yapan kişinin istediği yönde ona uygun şeyler söyleyebilmek çok büyük bir çaba gösteriyor. Partisinin amblemini değiştirmeyi kabul ediyor, AKP’ye karşı olanları modernizmi savunmakla suçlayarak, post-modernizme (liberallere) ve modernizmin dinci eleştirmenlerine göz kırpıyor.

Tüm bunlara gereken cevaplar fazlasıyla verildi. Ben Tarkan’ın söyledikleri içinde, bana “mise en abyme kavramını anımsatan bir paragrafa dikkat çekmekle yetineceğim.

“Mise en abyme” sanat eleştirisi alanın ait bir kavram. Birçok yazar, ya da ressam yapıtlarının içine, yapıtın, burada yansıyarak, özünü açığa vuran bir tür “ayna” yerleştirirler. Hamlet piyesi içinde, gezici sanatçıların, Hamlet’in arzusu üzerine sahneledikleri Tiyatro oyunu, Velasquez’in Las Meninas, tablosunda, ressamın arkasındaki duvarda görünen aynada yansıyan görüntüler, bu kavramın en ünlü örneklerini oluşturuyor. Bazen de, bu “mise en abyme”, sanatçının isteği dışında yapıtın içinde oluşabiliyor; eleştirmen yapıtın içinde, onun anlamını görünür kılabilen bir bölüm, ifade bulabiliyor. Bu bölümün, ifadenin ışığında okunduğunda yapıt esas anlamını açığa vuruyor.

Doğan Tarkan’ın konuşmasında tam da böyle bir bölüm var. Konuşmayı bu bölümü çözümledikten sonra, bu çözümlemenin ışığında yeniden okumak çok yararlı oluyor.

“Bize anlattıkları şu: Solun yükselişini önlemek için AKP bu operasyonu yapıyor! Bu o kadar kendini beğenmiş ve dünyadan bihaber bir iddia ki. Toplam yüz kişisin. Yüz kişi, iktidar bizi yok etmek için bu operasyonu yapıyor diyor. İktidar üf dese yok olacağız zaten.” (vurgular bana ait)

Burada “mise en abyme” işlevini vurguladığım bölüm yerine getiriyor. Bu bölüm solun iktidar karşısındaki çaresizliğini, AKP’nin gücünün mutlaklığını, isterse solu yok edebileceğini söylüyor. Sol yüz kişi değil. Bir Mayıs günü Taksim Meydanına toplananlar ve ülkenin diğer kentlerinde meydanlara inenlere bakınca, solun hacmi “yüz binlerce” kavramıyla ifade edilebilecek bir büyüklüğü dahi aşıyor. İkincisi bu örgütsüz bir büyüklük, bir sürü değil; bir kavalcının peşinden gitmesi asla söz konusu değil. Aksine solun bir kısmı “Hayır” dedi, bir kısmı “boykot” dedi. Bu taraflar kendi aralarında kıyasıya tartıştılar. Üçüncüsü, Referandum’da AKP hükümetinin solu ikna etmeye özellikle önem vermiş olması, Zaman gazetesinin Tarkan’la sol üzerine konuşma yapması, solun siyasi ağırlığının da ihmal edilemez bir seviyeye geldiğini düşündürüyor.

Öyleyse Tarkan’ın bu paragrafı ne anlama eliyor. Bu paragrafta, Tarkan’ın, Bir Mayıs’a en fazla “onlarla” ifade edilebilecek büyülükte, minüskül bir grupla katılmış olmasının, kendi grubundan “genç sivillere tren kaldırıyor” olmasının, altında ezilmişliğini, sol tarafından dışlanırken siyasi iktidarın gücü karşısında, eğer püf derse yok olabileceğine ilişkin korkusunu açığa vuruyor.

Bu aynadan bakınca da tüm söyleşi “bir sevilme arzusunu”, yaranarak korunma refleksini sergileyen çırpınışlara dönüşmeye başlıyor

Friday, October 15, 2010

Sol” üzerine spekülatif düşünceler


Bu yazının konusu Türkiye solu, ya da bir başka zamanda, bir başka yerdeki sol değil. Bu yazı genel olarak, yüksek bir soyutlama düzeyinde kalarak, sol kavramı üzerine, daha çok felsefenin araçlarıyla düşünmeyi amaçlıyor.

“Böyle bir çabaya neden gerek duydun?” diye soracak olursanız, buna cevabım üç aşamalı olacaktır.

Birincisi, bir süredir, özellikle 2007 kriziyle birlikte (“bu kriz o kriz mi” başlıklı yazımı anımsayabilirsiniz: Cumhuriyet 27/08/2007)) bende “yeni bir dönemin” başladığına ilişkin bir algı oluştu. İçini tarihsel ve teorik olarak da doldurabileceğimi düşündüğüm bu algı bana, 1980’lerde başlayan, benim “Restorasyon” olarak tanımladığım bir gericilik döneminin, bu gericiliğin ideolojik kültürel, siyasi yapılarını destekleyen (ve bu yapılar tarafından meşrulaştırılan) ekonomik modelin iflas etmesiyle birlikte, sona ermeye başladığını söylüyor. Bu gericilik, 1917’de başlatabileceğimiz ve 1968-73 olaylarına kadar uzatabileceğimiz bir devrimci, ilerici dönemin ardından şekillenmişti. Şimdi bu dönem sona erdiğine göre, yeni bir ilerici dönemin başında olduğumuzu söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Bu dönemin bir devrimler çağı, gerçekten ilerici biçimler üretecek bir dönem olup olmayacağını, giderek keskinleşen, çok yönlü, çok katmanlı, karmaşık sınıf mücadeleleri belirleyecek. Bu nedenle, sol kavramını, bu yeni dönemde, yalnızca 1917-1968/73 döneminin (ekonomik, siyasi, egemen öznellik biçimleriyle en önemlisi sınıf yapılarıyla) geride kaldığını düşünerek değil, aynı zamanda 1980-2007 döneminin yarattığı kültürel tahribatı da göz önüne alarak, tekrar düşünmek gerektiğine inanıyorum.

İkinci nedene gelince, “sol” göreli ve çok istikrarsız bir kavram. Diğer bir değişle solun, sağı-solu belli değil. Bu sol kavramı, her sol ve sağ konumun, kendi içinde de sol ve sağ olarak, bölünebilmesine izin veren bir içeriğe sahip. Zaman içinde evrimleşmeye başlamış olması da ayrı bir sorun.

Üçüncü gerekçem de kavramın adeta üzerinde bir mutabakat oluşmuşçasına, çok değişik bağlamlarda tanımlanmaya de pek gerek görülmeden kullanılmakta olmasından kaynaklanıyor. Filozof Alain Badiou 'nun işaret ettiği gibi Platon’da bu yana, felsefenin birinci görevi, üzerinde mutabakat sağlanan düşünceleri yeniden düşünmektir (i).

***

Sol kavramı, yaşamına Fransız Devrimi sırasında, bir rastlantıyla başladı. Fransız devriminin meclisinde, Meclis başkanının sağında ve solunda oturanlar farklı siyasi eğilimlere sahiptiler. Bu koşullarda, “sol” kavramı, daha ılımlı, mülkiyet sahibi sınıflara yakın, temkinli, devrimi yavaşlatmak, bir an evvel bir düzen oluşturmak isteyen sağ kesimin karşısında, daha fazla demokrasi, eşitlik arzulayan, devrimi bu yönde sürdürmeye devam etmek isteyen, “değişimden” yana olan kesimi ifade ediyordu.

Buradan hemen solun eşitlik, demokrasi ve süreci ilerletme eğilimini, değişim anlamlarını içerdiği söylenebilir. Ama zaman ilerledikçe, sol, “sağ ve sol” sapmalar bağlamında, aşırılar, ılımlılar ve muhafazakârları ayırt etmek için de kullanılmaya başlandı. Bir komünist partinin sağ ve sol kanatları olabileceği gibi, bir muhafazakar partinin, hatta bir faşist partinin de, genelde her siyasi akımın bir sağ ve sol kanatlarından söz edilebilir oldu. İkincisi, “değişim” kavramı, özellikle 1980 Restorasyonu’ndan sonra, “ilerleme” kavramından kopartılarak kendi başına kullanılmaya başlanınca, sol kavramı da, soyut bir “değişim” kavramına indirgenebilir hale geldi. Bu indirgemenin sonunda, liberal entelijansiyanın, Restorasyonu (son dönenlerde de İslamcı restorasyonu, AKP’yi) sol olarak sunmayı da içeren hegemonya stratejisi çok kafa karıştıran bir duruma yol açtı.

Benim amacım, bu denemede, bu sorunlardan kurtulmaya yardım edecek bir sol kavramını düşünmeye çalışmak olacak.

Demokrasi kavramı üzerinden “sol”

Bu amacıma ulaşabilmek için, kendime sağlam bir ölçüt bulmam gerektiğinin ayırdındayım. Bu bağlamda “demokrasi” kavramından yararlanabileceğimi düşünüyorum. Ne de olsa “demokrasi” zamanın en popüler kavramı değil mi? Günümüzde herkes demokrat olmak zorundadır. Demokrat olmamak yasaktır, adeta tedavi edilmesi gereken bir akıl hastalığıdır. Ya bu hastalık iyileştirilmeli ya da, demokratik komandoların nezaretinde hasta yeniden eğitilmelidir. Bugün tüm ülkelerin geleceğe ilişkin tek bir arzusu vardır, tüm ülkelerde siyasetin tek amacı ve ufku demokratikleşmedir… falan filan… değil mi?

Demokrasi bir taraftan, “halkın” (demos), kendini yönetmesi (kratia) anlamına geliyor. Böylece demokrasiyi gittikçe genişleyen bir öz yönetim kapasitesi olarak düşünebiliriz. Diğer taraftan, demokrasi, bu özyönetim kapasitesinin, gelişmesi sürecine sınır koyan, bir devlet biçimi olarak karşımıza çıkıyor.

Bu nedenle eğer demokrasi kavramıyla ilgileniyorsak, birinci seçenekte, araştırma / tartışma, konusu özyönetimin genişleyerek, özgün ve toplumun üzerinde, şiddet uygulama tekeline sahip bir kurum olan devletin alanını da kapsamaya, giderek onu ortadan kaldıracak olan bir sürece, diğer bir deyişle devletin sönümlenmesine, komünizmin sorunlarına ilişkin olmak durumundadır.

İkincisinde ise karşımızda bir devlet biçimi olarak demokrasi olduğundan tartışma / araştırma konusu “iyi devlet” (daha demokratik devlet, ama her zaman devlet) sorunsalı çerçevesi içinde kalacaktır.

İşte bu iki farklı demokrasi kavramı bizlere, sol kavramını düşünmekte yardımcı olabilir. Bu iki kavrama baktığımızda kategorik bir fark görüyoruz. Birincisinde, siyasi süreç verili yapıyla sınırlı değil, aksine onun ötesine geçmekle ilgili. Bu yüzden bu seçenekte felsefe ve siyaset, Kapitalist ekonomi ve devletten oluşan yapının dışındaki bir yerle ilgili olmak, onu düşünmeye çalışmak zorunda. Bu, birinci anlamında demokrasi komünizmle (bir devlet, yada parti ile ilgili olarak değil, bir işlemsel kavram olarak kullanıyorum) ile ilgili. Bu da bizi siyasette çok özgün bir konuma getiriyor. Çok özgün çünkü, bu hem yapının içinde (ama onunla uyumsuz) hem de aynı anda yapının dışında ve yapıya karşı var olan bir duruş/etkinlik.

Bu çok özgün konumda sağ ve sol kavramları yok. Çünkü yapıya karşı olmak durumu, az veya çok olamayacak bir bütünlüğe ve kesinliğe sahip! Dolayısıyla sağı ve solu ayır edecek bir ölçüt söz konu değil.

İkincisi, devlet biçimi olarak demokrasiye, oradan da “iyi devlet” kavramına gelirsek… Eğer amaç yapıyı aşmak, ortadan kaldırmak değilse, o zaman geriye bu yapıyı en yaşanılabilir en sürdürülebilir biçimde şekillendirmeye çalışmak kalıyor. Böylece siyasi pratik yerini düzenleme pratiğine bırakıyor.

Örneğin, devletin iyi bir devlet olabilmesi için, üç alanda egemenliği "iyi" düzenlemesi gerektiğini söyleyebiliriz: Ekonomik alan, ulusal sorun ve haklar, özgürlükler olarak demokrasi. Bu bağlamda, eğer ekonomik bir kriz varsa sorumlusu devlet olacaktır. Devlet, bağlı olduğu ulusu, uluslararası alanda doğru temsil etmeli, bağımsızlığın güvencesi olmalıdır. Üçüncüsü, devlet "demokratik olmak zorunda" oluğunun "bilincinde" olmalıdır. Diğer bir deyişle, hak ve özgürlükler olarak demokrasinin sürekli genişlemesi, evrenselliğini koruması, eşitlik getirici bir süreç olması "iyi devletin" sorumluluğudur. Bu bağlamda, bir topluluğa, dine, etnik özelliğe, bir ırka ve cinse ayrıcalık sağladığı, bu sorunlardan biriyle ilişkilendiği takdirde, devlet demokrasinin evrenselliğini koruyamayacak, soyut vatandaşların eşitliğini ilerletme sürecinin sorumluluğunu üstlenemeyecektir, "iyi devlet" olamayacaktır.

Burada, tüm bu alanlarda, seçeneklerin sınırlarını belirleyen bir yapı (kapitalist ekonomi ve devlet) söz konusudur. Diğer bir değişle, yukarıdaki iyi devlet amacına ilişkin “siyaset” (artık tırnak içinde yazmak durumundayız) söz konusu olduğunda tüm seçenekler yapının içindedir.

Diğer taraftan, yapı çelişkili sınıf ilişkileri üzerinde yükseldiğinden de, bu “iyi devlet” deki “iyi” farklı sınıflar için farklı anlamlar içerecektir. Örneğin kapitalist, ya da toprak sahibi sınıflar açısından ekonomik ve siyasi iktidarlarını toplumun geri kalanına en etkin ve en düşük maliyetle kabul ettirerek güvence altına alan devlet en “iyi devlet” olacaktır. Buna karşılık çalışanlar açısından, sermaye ile pazarlık etme koşularına, toplumsal ücretin (sosyal haklar) düzeyine ve içeriğine, işsizlikle ve pahalılıkla mücadele olanaklarına, örgütlenme özgürlüne refah koşullarına katkısına, göre tanımlanacaktır.

Bu nedenle yapı içinde birden çok, birbirine göre sağ ve sol olarak tanımlanabilecek, duruş noktasının söz konusu olacağını kolaylıkla görebiliriz:

“İyi devleti” konusuyla, amacıyla, ilgilenen küme içinde, önce sermaye ve emek karşıtlığına (ama aynı zamanda birlikteliğine) göre bir sağ sol kutuplaşması düşünmek gerekiyor. Sermaye tarafında liberal demokrasiden faşizme kadar uzanan bir muhafazakar siyaset yelpazesi ve bir çok “sağ” ve “sol” söz konusu. Emek tarafındaysa, kapitalizmin çelişkilerini yumuşatmayı, denetim altına almayı, verili ulusal “yapısını” korumayı, dolayısıyla sürdürülebilirliğini sağlamayı amaçlayan, Sosyal Demokrasiden Halkçılığa (Kemalizm, Peronizm, Nasırcılığa vb… ve “demokratik sosyalizme” kadar uzanan ve kendi içinde birçok sol ve sağ duruşu içeren bir siyasi yelpaze düşünmek olanaklı.

Yeniden vurgularsak, burada egemen paradigma, kapitalizmin aşılması değil, daha insancıl (insan haklarına saygılı), sürdürülebilir, eşitlikçi, çok kültürlü, cinsiyet ayrımlarını azaltmaya çalışan bir kapitalizmin yaratılması, kapitalizmin ebedileştirilmesi, tarihin durmasıdır. Diğer bir değişle, felsefi açıdan metafizik ve ütopya’cı bir “etkinlikle” karşı karşıyayız. Bu duruşu benimsemiş akımların, kendilerini “gerçekçi” komünistleri ise ütopyacı olarak tanımlamalarıysa tam anlamıyla bir saçmalıktır.

Bu mantıksal çözümlemeler, beni sol hareketle (“siyasetle”), komünist hareketin (Siyasetin) aynı kümelere ait olmadığı sonucuna götürüyor. Komünist siyaset, yapıya karsı bir siyaset iken, sol yapı içinde bir siyaset. Komünist hareket yapının dışından yapıya karşı olduğundan, gündemine alabileceği olasılıklar sürecinin ucu tümüyle açıktır. Komünist hareketin siyasi hedeflerini seçerken, bir tek işlevsel kavramı, yönlendirici ilkesi, ölçütü olacaktır: Yapının çözülmesi… Diğer bir değişle tüm tercihler, günlük hedefler, taktikler ve strateji, özgün konjonktürlerin seçimler, savaş vb…) özgün seçenekler hep bu ölçüte, “komünist hipoteze” yapının dışına giden ve orada devam eden yola, göre yapacaktır.

Sol hareketler ise, deyim yerindeyse kapitalist realist bir hipoteze sahiptirler. Yapıyı bir realite olarak kabul eder, bu anlamda realist bir siyasi seçenekler dizini oluştururlar. Bir tarafta egemenin, muktedirin kurup dayattığı iktidara karşı ezilenin, sömürülenin, haklarından mahrum bırakılanın yanında olmaya, onların yaşam koşullarını iyileştirmekten, “iyi devletten” yana olmaya çalışırlar. Böylece egemenler ve ezilenler ilişkisini veri alarak kapitalizmi daha yaşanabilir, devleti daha az baskıcı, temsil ilişkisini, özgürlükleri daha geniş kılmayı amaçlarlar. Ama her zaman yapının içinde kalmak koşuluyla.

Komünizm ise, ezilenler ve ezenler ilişkisini, kapitalizmi ortadan kaldırmaya bu kategorilerin geçerli olmadığı bir yeni ucu açık dinamik bir “yapıya” ulaşmaya ilişkindir.

Özetle ve kabaca, sol, ezenlere ezilenler arasındaki dengeyi ezilenlerden yana kurmaktan, iyileştirmekten yana olmakla ilgilidir. Komünizm bu dengeyi oluşturan ilişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Sol devleti iyileştirmeyi arzular, komünizm devletin olmadığı bir yere ulaşmayı…

Son tahlilde, diğer bir değişle yapının devamının sorgulanmaya başlandığı noktada, sol, toplumsal muhalefeti, protestoyu ve isyanı, örgütler, pasifize eder, yapının içinde kalmasını sağlar. Komünizm, her aşamada, ilk ve son tahlilde bu muhalefetin güçlenmesi, önünü açılması, hızlanması, yapının sınırlarından taşması için çalacaktır.

***

(i) Bu yazıda, özellikle demokrasiyle ilgili bölümlerde Alain Badiou’nun "Demokrasi kavramı üzerine yüksek düzeyde spekülatif akıl yürütmeler" başlıklı denemesi bana çok yardımcı oldu.

Thursday, October 07, 2010

“Yeni zamanlar” ve Cesaret

Türkiye’de ve Dünyada 30 yıldır egemen olan bir dönem sona eriyor. “Yeni zamanların” başındayız. Bu yeni zamanların bizden talep ettiği en önemli erdem “cesaret”tir. Tüm kötümser eğilimlere, komünist deney iflasla sonuçlandı propagandasına, bizi bu günün durumu içine çekmek için sunulan haz olasılıklarına, yükselen gericilik dalgasına kapılmamak, baskıya, devlet şiddetine, sömürüye dayanmayan, insanların eşit ve özgürce yaşayacağı bir dünyanın inşa edilebileceğine inanmak ve bu dünya için mücadele etme cesaretine sahip olmaktır. Başarı veya başarısızlık olasılıklarına bağlı kalmadan “bu günün durumunu değiştirecek toplumsal harekete” katılarak tarih sahnesine çıkma cesareti

Otuz yıllık karanlık yırtılıyor

Türkiye’de bir askeri diktatörlükle, dünyada Reagan-Thatcher hükümetleriyle başlayan gericilik dönemi, kapitalist sınıfın, II. Dünya savaşı sonrasında kabul etmek zorunda kaldığı toplumsal kontratı yırtarak, engelsiz bir sınıf hâkimiyetini restore etmişti. Serbest piyasa söylemi, sermayeyi her türlü toplumsal denetimden kurtarırken, emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını adım adım ellerinden alıyordu.

Kültürel iklim de radikal bir biçimde değişmeye başlamıştı. Emekçi sınıfların kapitalizmi eleştirmesine, ötesine geçmenin yollarını aramasına, bir “kurtuluş” hareketini düşünmesine olanak veren “Aydınlanma” geleneği iki cepheden birden saldırı altındaydı. Kendini yeni ve çağdaş olarak sunan bir akım, toplumu ve insanı yeniden inşa etme geleneğini şiddetli yadsıyor, kapitalizm içinde kalan her türlü değişimi onaylarken, kapitalizmin ufkunu aşan her türlü değişimi olanaksız ve potansiyel felaket olarak görüyordu. Kültür endüstrisinin fabrikaları da, insanı bedensel hazlarına, bu hazları tatmin edecek metaları satın almasına olanak verecek para kazanma işlemlerine odaklanmaya çağıran bu akımın, her şeyin ne kadar kötü oldugunu “bilen” ama hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanan, pasif nihilist öznelerini seri halinde üretmekle meşguldü. Kapitalizm artık insanlara var olandan, başka bir gelecek vaat edemiyor, böylece nihilist bir faza giriyordu.

Aydınlanma geleneğine yönelik ikinci saldırı, her türlü hakikat fikrini yadsıyan pasif nihilizme, hazlara odaklanmanın getirdiği çöküntüye karşı, özellikle kapitalizmin yıkıcı etkilerinin en sert yaşandığı bölgelerden başlayarak, bu dünyanın ötesindeki bir “kurtuluş hakikatine” yönelen, dinci bir canlanmayla karşımıza geliyordu. Hıristiyan, Musevi, Müslüman, Hindu kökten dincilik yükseliyor, bilimsel yöntem, evrim teorisi sorgulanıyor, sorgulama giderek Kopernik devriminin kapısına dayanmaya başlıyordu…

Türkiye toplumu da bu iki saldırıdan kendine düşen payı 12 Eylül döneminin elinden fazlasıyla aldı. Bir taraftan yılgınlığın üzerinde, yeni bir tüketim humması, haz ekonomisi ve kültür endüstrisi hızla büyürken, öbür taraftan bu toplumun modern zamanlardaki tüm devrimci geleneği, mücadele tarihi burjuva devriminden başlayarak unutturulmaya, karalanmaya çalışılıyordu. 1960’ların ve 70’lerin isyancı kuşağının, komünist hareketin tüm yaşamının ve mirasının, üzerine patolojik damgası vurularak mahkum edilmesi özellikle önemliydi. Böylece yeni kuşaklar dünlerinden kopacaklar, bu günlerini anlayamayacaklar ve geleceklerini sorgulamayacaklardı.

Komünist hareketin ayakta kalanlarının önemli bir kısmı geçmişin değerlendirilmesine ve eleştirilerek radikal çekirdeğinin kurtarılmasına, deneylerinin yeniden edinilmesine olanak sağlayacak düşünsel etkinlilerde yetersiz, kimi zaman isteksiz ve giderek geç kalırken, bir kısmı, geçmişin eleştirisini, geçmişin ret edilmesiyle karıştırıyordu. Bu ikilem, bu geçmiş içinde yeri olmayan akımların, geçmişi yok sayarak kendilerine yar açma çabalarına olanak sağlıyordu. Bu süreç son derecede aklı karışık, yönelimsiz, liberalizmin demokrasi fantezilerinin, medyanın ünlülerinin, pembe veya karanlık dizilerinin tılsımına kapılmış, ama son derecede umutsuz ve mutsuz bir gençlik, özellikle işçi gençlik üretiyordu.

Dün teoriye ve geleneğe inançlarını kaybetmeden sabırla konuşmaya devam edenler, bu karanlık dönemde, yapıya teslim olmadan ayakta kalarak bu günlere kadar gelebildiler. Öbürleri… Öbürlerinin ne olduğunu referandum sürecinin “yetmez ama evet” teslimiyeti bize bir kez daha göstermedi mi?

Yeniden başlıyoruz ama “sıfır” noktasından değil

Üç yıl önce patlak veren mali kriz “her şeyi” değiştirmeye başladı. Bir anda mali parazitlerin akıl almaz derecede müstehcen zenginlikleri ve Fransız devrimi öncesindeki aristokrasiyi anımsatan küstahlıkları, ekonomiyi ve dünyayı yönetmekle yükümlü olanların, cehaletleri, bu cehalet karşısındaki şaşkınlıkları, adeta mazeret beyan eden aptalca bakışları gözler önüne serildi. Bu sırada devlet mali sermayenin yönetim komitesi gibi hareket etmeye ve krizin yükünü emekçi kesimlerin üzerine yıkmaya başlıyordu.

Artık her şey o kadar açıkta ve utanmazca yaşanıyordu ki… Bu yeni iklimin yarattığı nefret ve tiksinme, adaletsizlik duyguları emekçi sınıfların üzerinden teslimiyet ve çaresizlik yükünü kaldıracaktı.

Artık birkaç yıl önce ağza alınamayacak kavramlar günlük yaşama giriyor, olasılıklar tartışılıyor, en önemlisi Komünizm kavramı, dünya entelijansiyası arasında, üniversitelerin felsefe ve ekonomi politik, kültürel çalışmalar bölümlerinde uzun bir aradan sonra yeniden ve giderek yaygınlaşan bir ilgiyi üzerine çekmeye başlıyordu. Bu başlıklarla yapılan toplantılarda yer bulmak için artık saatler öncesinden kapının önüne ulaşmak gerekiyordu. Hem de elindeki kriz yönetim modeli iflas etmiş, hegemonya ilişkileri sakatlanmış bir uluslararası sermayenin, hemen her ulusal coğrafyada emekçi sınıflara saldırmaya hazırlandığı bir dönemde…

Şimdi, şu absürt soruyu soranların sayısı giderek artıyor: Her türlü ekolojik felaketi, dünyada yaşamın çeşitli sonlanma senaryolarını hayal edebiliyoruz, filmlerde tekrar tekrar canlandırabiliyoruz, ama neden kapitalizmin, alt tarafı, tarihsel olduğunu bildiğimiz, zaaflarının fena halde ayırtında olduğumuz bir üretim tarzının sonunu düşünemiyoruz? Neden, küresel ısınmanın dünyayı açlığa mahkum etmesi, yada insanların uzaya gitmesi, laboratuarda yeni türler hata canlılar yaratması mümkün görülürken, Slavoj Zizek’in işaret ettiği gibi, bir kamu sağlık sisteminin kurulması talebine karşılık, “kaynak yok, imkansız” cevabı alıyoruz? Trilyon dolarlık savaşları finanse etmek olanaklı, insanlığın en temel gereksinimlerini karşılamak olanaksız!

Gerçek şu ki kapitalizm artık ne kendini açıklayabiliyor ne de gelecek kuşaklara hiçbir şey vaat edememesinin nedenlerini. Ve bu krizi daha uzun bir zaman, bir kez daha “nihai kriz” sıfatını hak eder bir biçimde devam edeceğe benziyor. Ama, önümüzden büyük bir olasılıklar yelpazesini açarak…

Avrupa’yı kasıp kavuran işçi hareketlerine ve sosyalist hareketin içinde başlayan kültürel canlanmaya bakarak, şöyle diyebiliriz sanıyorum. Tarihe ve geleneğe sahip çıkarak yeniden başlamak, yeni bir tarih ve gelenek yaratmak üzere bir yolun başında duruyoruz. O ki bunu biliyoruz, erdemli bir insan olmanın koşulu da bu yolu n davetini kabul etme cesaretini gerektiriyor…

Türkiye’de de durum farklı değil. Ekonomik kriz, tüm aksi yönde propagandaya karşın teğet geçmedi ve emekçi kesimler üzerinde büyük bir tahribat yarattı; bu tahribat orta sınıflara doğru yayılmaya devam ediyor. Sürdürülmesi giderek zorlaşan borç yükü, ihracata ve uluslararası mali sermayeye bağımlı büyümenin yeniden kesintiye uğraması kaçınılmaz. O zaman büyük bir sarsıntı bizi bekliyor.

Tekel işçilerinin destansı direnişi, hepimizin göğsünü kabartan Bir Mayıs 2010, Türkiye sosyalist hareketinin, mücadele geleneğinin temsilcilerinin yeniden tarih sahnesine çıktığını gösteriyordu. Referandum süreci, kimi “güzel ruhlar” sonuçlara bakarak moral bozukluğuna sürüklense, yılgınlıkla “kendini kamçılama” seansları düzenlese de, sosyalist hareketin, ülke siyasetinde ihmal edilemez bir varlık haline geldiğini gösterdi. Dahası, referandum süreci sosyalist hareketin kendini görmesine ve sınırlarını daha iyi tanımasına, geleneğin öneminin ayırtına bir kez daha varmasına yardımcı oldu.

Çok sert bir dönem olacak bu “yeni zamanlar”

“Yeni zamanlar” çok sert bir dönem olacak. Bu dönemde, en önemli erdemin “cesaret” olmasının bir nedeni de bu. Bu fiziki cesaretten daha önemli ve öncelikle, ahlaki, teorik ve siyasi bir cesaret olmak durumunda. Kapitalizmin aşılabileceğine inanmak, solun güçlerini birleştirerek büyümeye, etkisini arttırmaya devam edebileceğine ve tarihin hızına yetişebileceğine inanmak cesaretini gösterirken aynı zamanda, geri plana atılan, üstü örtülen, unutulmaya bırakılan, “duvara asılan” çalışma tarzlarını, mücadele araçlarını yeniden konuşmaya, yenilerini üretmeye girişme cesaretine sahip olmak gerekiyor. Ve tüm bunları yaparken, “ya başarılı olamazsak?” sorusuna, “bunlar gerçekçi değil”, “henüz gücümüz yeterli değil” itirazlarına kulakları kapama cesaretini göstermek gerekiyor.

Yeni dönem çok sert olacak, çünkü kriz yönetim modeli neo-liberal küreselleşme ve finansallaşma tüm enerjisini tüketti. Artık sermayenin önünde, üçlü bir süreç var:

Birincisi, karların restorasyonu açısından, işçi sınıfının artık-değer üretme kapasitesinin arttırılmasından ve emek maliyetlerini düşürülmesinden, sosyal hizmetlerin daha da kısılarak sermayeye kaynak transfer edilmesinden başka yol kalmadı. Bunun için emek disiplinin artması, işçi sınıfının mücadele kapasitesinin, örgütlerinin sabote edilmesi, komünizmin sesinin kısılması gerekiyor. Bu süreç, herhangi bir sosyal demokrat hareketin, partinin emekçi sınıflara bir reformlar talebi sunma ve verebilme olasılığını dışlıyor.

İkincisi, Çin ve Hindistan gibi ekonomilerin getirdiği basınçtan dolayı, her ulus devletin, temsil ettiği sermaye gruplarının ve üzerinde yükseldiği ekonominin hammadde ve enerji tedarikini güvenlik altına almak, üretilen mallara yeni pazarlar bulmak çabasına öncelik vermesi gerekiyor. Sağladıkları büyük rantlardan dolayı yaşamsal bir birikim aracı haline gelen hammadde ve enerji kaynaklarının denetimi üzerindeki rekabetin daha da sertleşmesi kaçınılmaz. Uluslararası eşgüdüm, küresel yönetişim fantezileri hızla yerini “itin iti yediği” bir ortama bırakmaya başlıyor.

Üçüncüsü, hem emekçi sınıfların mücadele kapasitesini sabote etmek, hem komünistlerin sesini kısmak, hem de enerji ve Pazar rekabetinde, gündeme gelecek şiddet içerikli operasyonların (savaşlar vb…) gerektireceği insan kaynaklarını sağlayabilmek için şoven milliyetçiliğin, ırkçılığın, din ve “uygarlık savaşları” nın, etnik çelişkilerin daha da kışkırtılması gerekecek.

Bu üçlü sürecin, küresel ısınmanın, iklim krizlerinin gündeme geldiği bir ortamda, kapitalizmin krizini, insanlığın sonunu hazırlayacak bir uygarlık krizine dönüştürmeye başladığını görüyoruz. Şimdi “gerçekçi” olmak gerekirse, düzenin mantığı içinde, bize imkansız olarak sunulan şeyi düşünmek gerekmiyor mu? Böyle bir konjonktürde, felaketin önünü kesebilecek tüm önlemlerin ve önerilerin bir adım sonra kapitalizmin sınırlarına gelip dayandığını, bu sınırların aşılmasını zorunlu kıldığını, bunun için gereken eylemi, bu eylemi gerçekleştirecek cesareti talep ettiğini görmemek mümkün mü?

Referandum sonrasında Sosyalist hareket…

Referandum süreci sosyalist hareket açısından tarihsel bir dönüm noktası oldu. Sosyalist hareketin, tarihsel birikimini temsil eden ÖDP, TKP, Halkevleri ve EMEP’in referandum sürecinde oluşturduğu “Halkın hayır’ı var” inisiyatifinin liderliklerinin yorumlarında da genel olarak bu gerçeği vurguladığı görülüyor. Sosyalist hareket, referandum sürecindeki oluşumunun, gücünün bilincine varmış görünüyor. Bu son derecede önemli ve heyecan verici bir gelişme.

“Evet” cephesinin sözcülerinin hiddetinin bir türlü yatışmıyor, ağızlarının bir türlü toparlanamıyor olması da bu saptamayı destekliyor. Akılları sıra AKP muhalefetini sandığa gömmeyi planlarken solun yeni bir döneminin doğuşuna şahit oluyorlar… Diyalektik işte…

Heyecan ve umut verici bir başka gelişme de referandum süreci boyunca sosyalist hareketin örgütlerinin ve yapılarının, birbirleriyle rekabet etmek yerine birlikte davranmaya, birbirlerini desteklemeye ve diyaloga özen göstermiş olmalarıdır. Çokluk, çokluğunu koruyarak, birlikte davranmayı başarmıştır... Bu başarının başlı başına bir olgunluk örneği olarak hareketin genel ve ortak tarihine yazılacağından hiç kuşku yok.

Yeni bir gelişme sürecin başında olduğumuzu düşündüren, çok sayıda güçlü belirti var. Bu sürecin anlamlandırmasını hep birlikte “diyalojik” bir biçimde (birbirimizle konuşarak) gerçekleştirmemiz çok önemli. Bunun için de öncelikle, referandum sürecinde başlayan samimi, yapıcı, seviyeli tartışmaları hızlandırmak, kaygıyı rüzgara savurarak yeni fikirleri ve önerileri sosyalist hareketin tümünün değerlendirmesine açmak, ortak bir tartışma sürecini amaçlamak gerekiyor diye düşünüyorum.

Referandumun anlamı ve ardında başlayan sürecin, sosyalist hareketin realiteye müdahale etmesini kolaylaştıracak bir biçimde yorumlanması, çok boyutlu ve çok katmanlı analizleri gerektiriyor. Yayımlanmaya başlayan yorumlarda bu analizlerin birçok örneği kendini göstermeye başladı.

Ben bu kısa denemede sosyalist hareketin CHP ve BDP’ye yönelik olası yaklaşımları üzerinde düşünmeye çalışacağım. Çünkü, ben de sosyalist hareketin bir çok yorumcusu gibi, referandum sonuçlarının ışığında bu iki siyasi partinin genel olarak sol blok içinde tanımlanması gerektiğine inanıyorum. Ancak bu o kadar kolay gerçekleştirilecek bir tanımlama gibi gelmiyor bana. Ek olarak önümüzdeki genel seçimlere kadar uzanan dönemi tek bir konjonktür olarak değerlendirmek, bu konjonktürden beklediklerimizi şimdiden saptamak, ona göre kolları sıvamak gerektiğini düşünüyorum. Parlamentarist saplantılarımız olmadığından da yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız konusunda da soğukkanlı olmakta yanayım.

Yukarıda değindiğim tanımlamaya dönersem, bu tanımlamanın nasıl ve hangi koşullara bağlı olarak gerçekleştirileceği önemli. Bu tanımlama çabasının amacı akademik bir etkinlik değil de siyasi mücadeleyi güçlendirecek araçlar üretmek olduğunda, başarılı olma koşulları da tanımlanmaya çalışılan nesneyle siyasi ilişki içinde olmaktan geçiyor diye düşünüyorum.

Ben bu çabaya katkı yapmak amacıyla şöyle bir yaklaşım önereceğim. Siyasal İslam’ın “pasif devriminin”, ABD ve AB merkezlerinin “yeni-sömürgeci” projelerinin (taleplerinin), ülke üzerindeki, Referandumla birlikte hızlanacak olan yıkıcı etkilerini engellemeyebilmek için, sosyalist hareketin, güçlerini birleştirmeye devam etmenin yanı sıra, bu, birbirinde farklı, hatta çelişkili, siyasi, ideolojik yapılanmaları temsil eden iki partiye yönelik iki farklı taktik geliştirmesi gerekiyor.

Önce CHP’den başlamak istiyorum. Bence bir siyasi/sosyal olgu olarak CHP ile andaki liderliğini oluşturanları ve CHP’nin andaki anlamını birbirine karıştırmamak gerekiyor. CHP, liderliğinin hiç de azımsanmayacak zaafları (milliyetçi, zaman zaman otoriter, kimi zaman kararsız) bir yana, geleneksel olarak Sosyal Demokrat bir parti, muhafazakar düzen partilerinin karşısında, onlara muhalefet eden bir güç olarak algılanıyor. Bu algının arkasında nereden bakarsak bakalım %25- %30 arasında değişen istikrarlı bir seçmen kitlesi var.

Bu ideolojisi, kültürel özellikleri kemikleşmiş bir kitle değil. Aksine, karşımızda akışkan sık sık sosyal şoven refleksler sergilediği gibi, anti-emperyalist, halkçı, cumhuriyetçi, modernist (her iki eğilimiyle birlikte) refleksler de sergileyen, genelde demokratik ve aydınlanma ilkeleriyle uyumlu bir dünya amaçlayan bir “çokluk” var. Bir başka değişle,bir, “çelişkili sınıf posizyonları” olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Eğer bu saptama doğruysa, bu çokluğun siyasi yönelimi esas olarak sınıf mücadelelerinin ve sosyalistlerin basıncının etkilerine bağlı olarak şekillenecektir.

Sosyalistlerin, gerek CHP tabanını, gerekse de bu tabanı tutmak ve iktidara gelmek isteyen liderliğini, milliyetçi-halkçı-otoriter bir çizgiyle, sosyal demokrat (emek sorunlarına, bireysel özgürlüklere duyarlı, eşitlikçi taleplere ve “toplumsal çıkar” kavramlarına açık) bir çizgi arasında, ikincisinden yana eğilmeye zorlayacak, bir söylemi, bunu taşıyacak politikaları üretmeleri gerekir diye düşünüyorum.

AKP’nin otoriter eğilimleri, Siyasal İslam’ın totaliter “pasif devrimi”, CHP’ye dayanılarak durdurulamaz, ama CHP’nin temsil ettiği güç olmadan da durdurulamaz. Bu güç sosyalist hareketin organik parçası olmaya çok yatkın olmamakla birlikte onunla paralel bir çizgide hareket etmeye yatkın bir güçtür.

BDP’ye gelince, burada çok farklı bir paradigma ile karşı karşıyayız. BDP referandum sürecinde, ulusalcı bir hareket olarak, yapılanmasının içinde taşıdığı çelişkilerin etkilerini yaşamaya başladı. Burjuva-toprak ağası kesimler, BDP’nin ulusalcı entelijansiyasından farklı düşündüklerini, kendi sınıfsal çıkarlarına öncelik vereceklerini açıkladılar. Bu kesimler, şimdi kendi sınıfsal çıkarlarını koruyabilmek ve Türkiye oligarşisiyle pazarlıklarında gerekli gücü ellerinde tutabilmek için, BDP’nin tabanı üzerinde söz sahibi olmaya devam, etmek zorundadırlar. Bu nedenle, ulusalcı entelijansiya ile köprüleri atmaya henüz güçleri yetmemekle birlikte, bir hegemonya mücadelesine girişmeye karalı olduklarını söylemek hiç de yanlış, ya da abartılı olmayacaktır. Bu hegemonya mücadelesi BDP’nin ulusalcı entelijansiyasını (liderliğini) önemli ve zor bir seçenekle karşı karşıya bırakacaktır. Sosyalist hareket bu seçeneğin oluşmasına ve BDP liderliğinin yapacağı seçime yardımcı olmaya çalışmalıdır.

Bu seçenek söyle özetlenebilir: BDP liderliği, ya Kürt egemen sınıflarının hegemonyasını kabul edecek, ulusalcı sadakatini, sermayeye transfer edecektir, onun çıkarlarının koruyucusu ve hegemonyasının bekçisi (organik entelektüelleri) olacaktır. Ya da BDP liderliği, Venezüella/ örneğinde olduğu gibi halk sınıflarıyla bir ittifakı, halkçı, eşitlikçi, onların sosyal ekonomik gereksinimlerini öne çıkarmaya başlayan bir yönde inşa etmeye girişecektir.

Sosyalist hareket BDP liderliğine, bu ikinci seçeneğin gerçeklenmesi yönünde yardım etmelidir. Dahası, BDP’nin projelerine verilecek her desteğin bu ikinci koşulun gerçekleşmesine bağlanması da söz konusu olabilir. “Koşulsuz destek” esasen, skolastik (koşulları hiçe sayan) bir yaklaşımdı. Şimdi artık, desteğin ikinci seçeneğe, diğer bir değişke “komünist hipotezin” paradigmasına bağlanması gerekir. Eğer BDP liderliği birinci seçenek doğrultusunda evrimleşmeye başlarsa, sosyalist hareketin, Kürt emekçilerinin, işçilerinin, yoksullarının, yarı-feodal iktidar ve sömürü ilişkileri altında yaşayan köylülerinin çıkarlarının sözcüsü olmaya soyunmaktan başka çaresi kalmayacaktır.

***

Referandum’dan “hayır” çıkmaması, kimi “evet”çilerin, “hayır cephesi travma yaşıyor” yorumlarına yol açmış. Bu, yorumlar, bu tiplerin referandumun anlamını hiç kavrayamadıklarını gösteriyor. Bu zavallı yorumları okurken benim de aklıma, Constantin Kavafis’in Termopil Şiiri geldi.: Onur, yaşamda kendi Termopillerini tanıyan ve sonuna kadar, koruyanlara aittir… Ve onlar daha da büyük bir onuru hak ederler, Efialtes’in geleceğini, Medlerin sonunda kapıdan geçeceğini önceden biliyor olmalarına rağmen savaştan kaçmadıkları için…

Sosyalist hareket bu referandum sürecinde, hiçbir boş umuda kapılmadan, sonrasını da düşünerek mücadele etti… Ve tabii ki saflarda kendine bir yer bulamayan Efialtes’in, Kserkes’in hediyelerinden gözü kamaşarak, MED’lere geçidin gizli yolunu gösterme çabalarını ibretle ve nefretle izleyerek...