Thursday, November 25, 2010

Edebiyattan solu çıkarırsak geride ne kalır?

(Sol Kültür, için yazılmıştı -17/11/2010’de)

Sanattan (ben bu ilginç soruyu edebiyatla sınırlamak istemiyorum) solu çıkarırsak, verili iktidar, ekonomi ve estetik rejimlerinden huzursuz olan, bunların ötesine bakan, geleceğe dönük yapıtları çıkarıyoruz demektir. O zaman geriye, propaganda ve rejimin ideolojini yeniden üreten ve yayan eğlence, icraa vb kategorisine sokacağımız, toplumun en düşük ortak beğeni tabanından toplanmış parçalarla kurgulanan estetik ürünler kalır.

Propaganda, diğer bir değişle verili yapının iç düzenini kollayan ve destekleyen, bireyi buna uyumlu bir ruh haline sokmayı amaçlayan yapıtlar, Platon’un Cumhuriyet kitabında adeta üzülerek işaret ettiği gibi, dingin, renksiz, öğretici olmaya çalıştıkları için “ne yazık ki” (yapı ve eğitimciler açısından) halkın ilgisini çekmezler, heyecan uyandırmazlar. Bu yüzden propaganda halkın ilgisini çekmekte sanat yapıtlarıyla (tehlikeli, yapının iç ahengini tehdit eden, estetik ürünlerle) rekabet edemez.

O zaman propagandanın yapamadığını yapabilmek için toplumda egemen siyasi, ekonomi, estetik rejim içinde kabul gören ortak beğenileri bir araya koyarak (estetik yöneticilik) üretilen, halkı sürekli meşgul edecek, eğlendirecek, ona verili realiteyi, değişmez ve kaçınılmaz olarak sunacak, “güzeli”, “doğruyu” durmadan anlatacak, estetik ürünler gerekecektir.

Kapitalizmden önceki dönemde, bu estetik ürünler, tanrının, tanrı düşüncesi içine gizlenen kralların, yönetici sınıfın yüceltilmesi, olumlanması ve imajlarının yeniden üretilmesi olarak kendini gösterir. Bu ürünler insana, dini kozmoloji içindeki yerini öğretir, görevlerini ve sadakatlerini, bunlara uymazsa karşı kalacağı cezaları anımsatır. Bu yapıtlar insana ne kadar önemsiz olduğunu, düzenin ne kadar ulvi ve anlaşılamaz, büyük ve güçlü olduğunu gösterir.

Bu durum, bu ürünlerin kaba saba, ustalıktan yoksun olacağı anlamına gelmez. Aksine bu yapıtların, teknik açıdan bakanları “vay canına nasıl da yapmış” dedirtecek, izleyiciyi bu anlamda “yüce”nin karşısında “yerli yerine koyacak” bir mükemmellikte, güzellikte, ulaşılamazlıkta olmaları, etki yaratabilmelerinin ön şartıdır. Bunlar çok başarılı estetik yapıtlardır. Ancak, estetik ürünler olmanın ötesine geçerek, modern zamanların ölçütlerine göre sanat yapıtı özelliğine ulaşamazlar. Müzeler, artık büyük şirketlerin genel müdürlüklerinin koridorları ve CEO odaları bu tür olağan üstü estetik başarılarla doludur.

Kapitalizmle birlikte, bireyin, kapitalist bireyin, tarih sahnesine çıkması; özgürlük düşüncesinin doğmasıyla, modern anlamda sanat kavramı da oluşmaya başlar. Bu estetik etkinlik, “sanat için sanat” iddiasıyla, kilisenin, kralın, sultanın hocanın ve halkın egemen değerlerine (egemen değerler egemen sınıfın değerleridir) uymak zorunda olmayan, bunların boyunduruğunu tanımayan ürünler üretmeye niyetli olduğunu açıklar. Artık verili yapıyı öven, yeniden üreten değil, verili yapıyı sorgulayan, bir başkasını arzulayan ve bu arzunun ürünü olan yapıtlar vardır. Sanat kavramı artık bu tür yapıtlara aittir.

Önceki dönemde estetik yapıtlar verili olanı temsil (represent) ederken, modern sanatın yapıtları, verili siyasi, ekonomik estetik rejimlere karşı olanın bizzat kendisidir, bu yeni, karşıt estetiği ve düşünceyi sunar (present).

Modern zamanlarda da propaganda ve düzeni yücelten estetik ürünler ortadan kalkmaz artık, onlar bakanlık danışmanlarının bürolarında, kültür endüstrisinin fabrikalarında (medya, sinema, TV) üretilirler.

Artık karşımıza, macerayı cinayetlere indirgeyen, hırsız polis, iyi polis, kötü polis, iyi kapitalist kötü kapitalist oyunlarıyla çıkan; aşkı biyolojik cinselliğe ya da “sentimentalizme” indirgeyen, siyaseti komplo teorileriyle işleyen, sürekli olayı durumu, sınıfı, kitleyi değil olağan üstü becerilere sahip bireylerin (artık bunları hepsi gençlik kültüne uygun bir estetiğe uygun olarak belli bir yaş aralığında olmalıdırlar, özellikle kadınlar) öykülerini, parayı, lüksü, seksi ve uyuşturucuyu, tüketim nesnelerin imajlarını tekrarlayan estetik ürünler var.

Kısacası, sanattan solu çıkarırsak geride, verili düzeni (iktidarı) savunan, kurallarını öğreten, sorunlarını gizleyen, halkın zamanlarını işgal ederek düşünmelerini engelleyen propaganda ve eğlence ürünleri kalır.

Thursday, November 11, 2010

Sistemin solu boşaldı…

(04/11/2010)

Wall Street Journal, New York Times gibi yayınlarda, ABD, Avrupa ve İngiltere’de mali krizin, “Büyük Durgunluğun”, seçmende sol partilere doğru kitlesel bir kayışa yol açmamış olmasının nedenleri, “sol neden krizden yararlanamıyor?” sorusuyla birlikte tartışılıyor.

Bu ilgi sanırım şöyle bir kaygıdan kaynaklanıyor: Kapitalizmin, 1970’lerde başlayan yapısal krizi derinleşmeye devam ederken, yeni bir boyut daha şekilleniyor. Kapitalist sistem, kendi muhalefetini, düzen içinden üretme (dolayısıyla denetim altında tutma) kapasitesini yitirmiş görünüyor. Öyleyse muhalefet hareketlerinin düzen dışına taşma potansiyeli giderek artacak demektir.

Komünistler açısından, böyle bir durumun oluşmaya başladığını görmek ve uygun politikaları üretmek önümüzdeki dönemde can alıcı bir öneme sahip olacak. Çünkü sistemin solu boşaldı ama, sağ popülist, milliyetçi, ırkçı, kökten dinci bir kanadı var. Bu kanadın toplumsal muhalefeti, düzenin dışına çıkmak ( Nazileri ve Siyasal İslam’ın partilerini düşününüz) vaadiyle kendine çekerek, “olağan üstü” otoriter rejimler yoluyla sermayenin çıkarlarına tabi kılmak açısından işlevi giderek artıyor.

“sol” un siyaset alanı kayboldu

Daha fazla ilerlemeden, daha önceki bir yazımda vurguladığım, kimi arkadaşların da yadırgadığı “sol” ve “komünist” ayrımını, o yazının sonuç paragraflarını aktararak kısaca anımsatmak istiyorum.

“… sol, ezenlere ezilenler arasındaki dengeyi ezilenlerden yana kurmaktan, iyileştirmekten yana olmakla ilgilidir. Komünizm bu dengeyi oluşturan ilişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Sol devleti iyileştirmeyi arzular, komünizm devletin olmadığı bir yere ulaşmayı…

Son tahlilde, diğer bir değişle yapının devamının sorgulanmaya başlandığı noktada, sol, toplumsal muhalefeti, protestoyu ve isyanı, örgütler, pasifize eder, yapının içinde kalmasını sağlar. Komünizm, her aşamada, ilk ve son tahlilde bu muhalefetin güçlenmesi, önünü açılması, hızlanması, yapının sınırlarından taşması için çalışacaktır.”

Bu anlamda “sol”un, siyasi (devleti yönetmeye aday) bir hareket olarak var olabilmesi için, emekle sermaye arasında bir uzlaşma alanının var olması, emeğin refah düzeyinin yükselmesi ve sosyal haklarının genişlemesi, sermayenin gereksinimleriyle uyumlu sınırlar içinde tutulmak koşuluyla, finansal (sosyal ücret) kurumsal (iyi devlet) açıdan kabul edilebilir (maliyetine katlanılabilir) olması gerekiyor. 1970’lerda başlayan yapısal kriz, bu uzlaşma alanını giderek daralttı. Yalnızca bu uzlaşma alanı üzerene yaşayabileceğini bilen sol partiler bir süre bu alanın daralmasına direndiler, sonra hızla yeni sınırları benimseyerek politikalarını ona göre değiştirdiler; “değişime uyum” adına, yumuşatılmış muhafazakar partilere dönüştüler Bu sırada sermayenin, aşırı üretim krizini düzenleyebilmek için devreye sokmaya başladığı mali genişleme ve küreselleşme sürecinin (yeni düzenleme sisteminin), tüketimi körükleyici ve ideolojik ekranları teknolojik gelişmelerin de yardımıyla yeniden düzenleyici etkileri solda bir canlanma yaşanmasına (sosyal demokrasi, sosyalist partiler, III. Yol) bir süre için olanak sağladı. Doğu Bloğu’nun çökmesinin ve bu çöküşe ilişkin ileri sürülen açıklamaların yetersizliğinin getirdiği, seçeneksizlik duygusunun yarattığı moral bozukluğu, kapitalizmin solunun söyleminin verimliliğini daha da arttırdı. Neo-liberalizmin aşırılıkları törpülenir, krizin etkileri yumuşar gibi olmaya başladı.

Ancak üç yıl önce kriz yönetme modelinin çöktüğünü muştulayan mali kriz ve onu izleyen “Büyük Durgunluk”, “sol”un sermaye ile uzlaşarak siyaset yapabileceği alanı tümüyle ortadan kaldırdı. Bu nedenle kriz başladıktan sonra sosyal demokrat partilerin, politika üretme kapasitelerini tümden kaybettiklerini, sol parti iddialarını koruyarak, sağa kaymaya devam edebilecekleri bir yerin kalmamış olmasının sıkıntısını yaşamaya başladıklarını görüyoruz.

Geçtiğimiz aylarda canlanan “solun durumu ne olacak?” tartışmaları bu daha da sağa kayarak sol olduğunu iddia etmeye olanak verecek politikaları (sloganları) arayış çabalarının bir ürünü olarak gündeme geliyor?

Sol neden gerilemiş?

Wall Street Journal’ın aktardığına göre, İtalyan dilbilimcisi ve felsefeci Raffaele Simone’nin “Tatlı canavar: Neden batı sola kaymıyor” başlıklı çalışması, önce İtalya’ da, sonrada Fransa’da büyük ilgi çekmiş. Wall Street Journal’ın bu kitabı, okuyucularına uzun bir tanıtma yazısıyla sunduğuna bakılırsa, ABD’de de ilgi çekmesi için gerekenler yapılıyor.

Simone’ye göre solun gerilemesinin arksındaki nedenler şöyle: Sol komünizmle ilişkisinin yeterince kesin bir biçime kesememiş, günümüzün dünyasının, tüketime yönelik, bireyci, küreselleşmeci özelliklerine medyanın düzenine uyum sağlayamamış. Hala kapitalizmi, Amerika’yı eleştirmeye devam ediyor, devlet müdahalesinden planlamadan yana görünüyor, Castro ve Chavez gibi diktatörlerle tehlikeli ilişkileri sürdürüyormuş. Buna karşılık, göçmenler/yabancılar sorunuyla yeterince ilgilenmiyor, ifade özgürlüğüne, cinsel eşitliğe ve sekülarizme karşı çıkan rejimlere, hareketlere (Siyasal İslam) sempatiyle bakabiliyormuş.

Prof Simone göre günümüzün Batı toplumları yeni sağın, tüketimi, kar dürtüsünü ve hazları destekleyen özelliklerine daha uyuyormuş. Büyük medyanın, ekranların (bilgisayardan IPod’a kadar) yaşamın her alanına girmiş olması da bu durumu güçlendiriyormuş.

Şimdi bunları okurken aklıma Bernard Shaw’ın, Pygmalion piyesinin, sinemaya uyarlayan My Fair Lady filmindeki bir sahne geldi. Filmde, doğru dürüst İngilizce konuşmayı ve egemen sınıfların kültürüne uyum sağlamayı öğrettiği çiçekçi kız (işçi sınıfından bir kadın), Eliza Doolittle ile romantik ilişkiler başlattıktan sonra, aralarında çıkan bir tartışmanın arkasından, Prof Higgins, arkadaşı albay Pickering’e yakınmaya başlar: “Kadınlar neden böyle… Kadınlar neden erkek gibi değil. Kadın neden senin gibi değil…” (yani erkek erkeğe konuşulabilecek, mantıklı-erkeğin mantığı tabii ki- bir biçimde pazarlık yapılabilecek biri değil). Prof Simone da, bu saptamalarıyla adeta “neden sol, sağ gibi değil? Neden tümüyle sermayenin mantığını kabul etmiyor?” diyor. Sol’un sermayenin mantığını tümüyle kabul edip, sermayeyi ilgilendirmeyen alanlardaki özgürlük sorunlarıyla uğraşmasını istiyor.

Simone’nin farkında olmadığı ve aslında “sol”un trajedisini oluşturan şey ise şu: Sol sermaye ile arasına asgari bir mesafe koyamaz, emekçi halktan yana olduğuna ilişkin bir imajı, onların yaşamında bir iyileştirme yaratacak önlemleri geliştiremezse, siyasi bir varlık olarak kalmaya devam edemez. Bu yüzden solun sorunu, sermayenin programını yeterince benimsememiş olmak değil, onun karşısında göreli bağımsızlığını, onunla arasındaki eleştirel mesafeyi, toplumsal muhalefet için çekim merkezi olmasına olanak sağlayacak, biçimde, her konjonktürde yeniden üretebilecek bir söylemi koruyamamış olmasından kaynaklanıyor.

Boşluk ve Birlik sorunu

Ancak ekonomik krizin giderek derinleştiği, uluslararası emperyalist rekabetin yeniden yoğunlaşmaya başladığı bir ortamda sol bunları yapabilir mi? Yazının başında da işaret ettiğim gibi yapamaz. Bunları yapmaya ilişkin politikaları geliştirmeye başladığı anda, sermayenin tepkisini çekmeye ve yönetemez hale getirilmeye başlar. Bu saptamayı şöyle de koyabiliriz: Sosyal Demokrasi’nin, CHP gibi partilerin, hem sermayenin taleplerine cevap verip hem de toplumsal muhalefeti kendi yörüngelerine çekme olanakları kalmadı. Eğer gösteri toplumunun “kırık aynasında” geniş kitleleri yanıltan bir görüntüyle bu işi başarabilirlerse sonucun çok daha vahim olacağını, yeni bir düş kırıklığının, sağa doğru daha büyük bir savrulmayı gündeme getireceğini, kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu hafta yapılan ABD ara seçimlerinin sonuçları da bu saptamamızı destekliyor.

Ancak bu tip partiler, zayıflamış olsalar bile işçi sınıfının, bu sınıfın en eğitimli, yeni teknoloji ve iletişim modellerine uyumlu kesimlerinin, eğitimli orta sınıfların desteğini almaya devam ediyorlar. Bu partiler zayıflarken bu kesimler yeni siyasi arayışlara yöneliyorlar. Bu nedenlerle, sol partilerin zayıflarken boşalttıkları yerde, toplumsal muhalefet bir arayış içine girerken, “şimdi kim bu kesimlerin karşısına çıkarak onlarla konuşmaya başlayacak?” sorusu büyük bir önem kazanıyor.

Bu bağlamda, Referandum sürecinde, sosyalist partiler arasında fiilen gerçekleşen iş birliğini genişleterek bu yeni arayışlara yönelen kesimlerle, birleşik ve güçlü bir sesle konuşabilecek bir kurumlaşma düzeyin ulaştırmak yukarıda değindiğim boşluğun doldurulması açısından çok önemli diye düşünüyorum.

Bu birlikte davranma olasılığı kapsamına giren parti ve akımlara bakınca, Türkiye sosyalist hareketinin ana akımlarını, birinden farklı ama birbirine paralel ve aynı tarihi yaşayarak gelişmiş gelenekleri görüyoruz. Bu birbirinden farklı geleneklerin, kültür, söylem, çalışma tarzı ve hatta sosyalizm (kapitalizmden sonraki durum) anlayışları arasında ihmal edilemez farklar olduğu da bir gerçek. Ama hepsinin aynı kümeye ait olduklarını söyleyebiliriz. Bu kümeyi ortak bir amaç, hatta sadakat belirliyor diye düşünüyorum. Bu “Sermaye ilişkisine, baskıya, sömürüye dayanmayan, sınıflara bölünmemiş, halkın üzerinde ona yabancı bir baskı aracı olan bir devletin altında yaşamak zorunda olmadığımız bir toplum kurulabilir” inancına olan sadakattir. Birliğin zemini her şeyden önce burada yatıyor. Aynı kümeyi oluşturanların (alt kümelerin), bu durumu, toplamlarından daha büyük bir etki yaratabilecek biçimde tanımlamaları gerekiyor.

Kapitalist sınıfın partileri, aralarındaki gelenek, program anlayış farklarına, hatta ait oldukları sermaye fraksiyonlarının çıkarları arasındaki çelişkilere karşın, ait oldukları sermaye yapısını korumak için, koşullar ne olursa olsun bir araya gelmenin bir yolunu bulabiliyorlar. Bunların, esas olarak emeğe karşı birleşme zemininde, türlü koalisyonlar, siyasi rejimler üzerinde anlaşabildiklerini, “siyasette küskünlük olmaz”, “dün dündür” diyebildiklerini, her seferinde kabak başımıza patladığı için biliyoruz. Sermaye sınıfının çeşitli partileri, çok partili yapılarını bozmadan tek bir küme olarak davranmalarına olanak sağlayacak siyasi yapıları, “volan kayışlarını”, platformları, hatta rejimleri oluşturabiliyorlar.

Sosyalistlerin de çok partili yapılarını sorun etmeden, bölünmüşlük, söyleminin etkisinde kalmadan, birleşmeyi düşünerek durumu olduğundan daha karmaşık hale getirmeden, hatta “zamanın ruhunu” göz önüne alarak çoğulculuğun bir gereği olarak, çoklu yapılar biçiminde birlikte davranmanın yolunu bulmaları gerekiyor. Bu yapıların neler olacağını nasıl biçimler alacağını, itiraf etmek gerekirse bilmiyoruz. “Cephe” kavramı işe başlamak için belki anlamlı. Ama yeterli olmadığı, kimseyi pek heyecanlandırmadığı da kesin. Ancak işe bildiğimizle başlamak da en doğrusu. Bu noktadan ilerleyebilmek için ise, “bildiğimizin” tutsağı olmadan konuşmaya, yeni araçları üretmeye hazır olmamız gerekiyor.

Kafalar Fena Halde Karışmış. Kafayı kaldırmanın zamanı

Karışmış derken bizi kastetmiyorum. Bu, bizim kafalarımızda da kimi karışıklıklar olmadığı anlamına gelmiyor tabii. En azından kendimden biliyorum… Ama buradaki karışıklık, geçen 30 yılın egemen ideolojisinin üretildiği ve savunulduğu yerlerdeki insanlarla ilgili.

Bu kafa karışıklığının, bu karışıklıktan doğan şaşkınlığın ilk ve en çarpıcı örneğini, ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’ın Meclis Soruşturma Komisyonu'na verdiği ifadede görmüştük. Adam, “gerçek hayat kafamdaki ideolojiye, modele uymadı çok şaşkınım” diyordu. Greenspan’ın ideolojisine, dünyayı anlama modeline göre piyasalar fazlalıkları temizlemeli, bu mali kriz olmamalıydı. Spekülasyon araçları riski azaltıyor olmalıydı; ama riskleri katlayarak arttırdılar. Bankalar kendi güvenliklerini sağlayacak kadar bu işleri biliyor olmalıydılar ama iskambil kâğıdından kaleler gibi birbiri ardına yıkılmaya başladılar. Bu iki yıl önceydi.

Dahası, son G20 toplantısında izlediğimiz gibi, “krizi atlatmak için ne yapmak gerekir?” sorusuna her kafadan bir başka cevap geliyor. Bu kafalar, devletlere, (belli coğrafyalardaki sermayelerin çıkarlarını, korumaya göre örgütlenmiş siyasi yapılara) ait olunca da, kafa karışıklığı, ekonomik alandan çıkıp siyasi, hatta kültürel alana bulaşıyor, dönüp siyasi iktidar ilişkilerini tehdit etmeye başlıyor.

Bu bağlamda, Çarşamba günü Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşemde değindiğim bir örneği burada yeniden aktarıp üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Çünkü bu örnekteki kafa karışıklığının, zamanında bize de bulaşmış olmasından kuşkulanıyorum.

Gideon Rachman, mali sermayenin, kültürel alanda, vuruş gücü en yüksek amiral gemilerinden biri, Financial Times’ın uluslararası ilişkiler başyazarı. Pazartesi günü “Toplamı sıfır olan dünya” (Zero-Sum World) başlıklı yazısında adeta günah çıkarıyor, “bir zamanlar nelere inanıyorduk” demeye getiriyordu.

Rachman, yazısında, egemen ideolojinin en temel varsayımlarını sorgulamanın risklerini bildiğinden olacak, söze özgeçmişini anımsatarak başlıyor: 1980’lerde, Thatcher yıllarında BBC World Service başlamış, Gorbacev Rusya’sını “değişimi” ve çöküşü izlemiş; 1990’larda The Economist’de, mali sermayenin vurucu gücü yüksek bir başka gemisinde, görev yapmış.1992 Clinton’ın yemin törenine katılmış. 1997 Tony Blair’in seçilmesini izledim diyor. O zaman “Liberal Enternasyonalizm” gibi kavramlar varmış, 1991-2008 dönemi Batı’nın “iyimserlik çağıydı”. “Her şey daha iyi olacak diye düşünüyorduk”… Bu bir “Kazan-kazan dünyasıydı” diyor. Rachman2008 krizi uluslararası ilişkilerin mantığını değiştirdi”…Şimdi birinin kazancı öbürünün kaybı olarak algılanıyor” diyor.

Rachman’a göre, 2008 öncesinde egemen ideoloji beş temel sava dayanıyormuş: Birincisi, Fukuyama’nın “tarihin sonuna geldik, bundan sonra yalnızca liberal demokrasi olacak" savı. İkincisi, piyasaların devletler üzerindeki zaferi kaçınılmazdır [Ulus devlet zayıflıyor, etkisi azalıyor-EY] savı. Üçüncüsü, teknoloji; refah, demokrasi ve küreselleşme yönünde dönüştürücü bir güçtür [Teknolojik devrim, yeni ekonomik ilişkiler yaratıyor, kafa kol emeği arasındaki farkı ortadan kaldırıyor, kapitalizm geride kalıyor-EY] savı. Dördüncüsü "demokrasi ve kapitalizm geliştikçe savaş olasılığı azalır. Barış ve demokrasi için serbest piyasanın ve liberal demokrasinin yaygınlaşması gerekir" savı. Nihayet, "Bu düzenin bir güvenlik poliçesi olarak, son tahlilde ABD dünyada yenilmez bir güçtür. ABD tek süper güçtür ve böyle kalmaya devam edecektir" savı. Rachman Bu düşünceleri yakından biliyorum çünkü o yıllarda The Economist’te her hafta hep bunları savunduk” diyor.

Sonra her şey değişmiş. Bu savlar hayatın gerçeğine çarpmışlar. Rachman gibileri dün “her şey daha iyi olacaktı” diye düşünüyorlardı. Şimdi Rachman, gelecekte insanlığı bekleyen daha tehlikeli ekonomik, siyasi sorunlara, çevre sorunlarına, savaş olasılıklarına değinerek “Bundan sonra daha kötü olacak” temasıyla bitiriyor yazısını.

Buradan üç sonuç çıkarmak gerekiyor bana göre. Birincisi, kriz yönetme modelleri etkisini yitirdiğinden, yerine neyin geleceği henüz belli olmadığından, egemen sınıfların, beklenmedik, olağanüstü politikalara başvurmaları, paniğe kapılıp, anlamadıkları ortamlara yanlış varsayımlarla müdahale (Irak örmeğinde olduğu gibi) ederek büyük acılara yol açma olasılıkları giderek artıyor. İkincisi egemen ideolojinin istikrarını kaybetmeye başladığı dönemlerde sosyalistler açısından büyük olanaklar ortaya çıkar. Ama bu olanakları kullanabilecek durumda olmak, “savunma”, “direniş” kavramlarıyla ifade edilen “edilgenlik” ruhundan çıkıp, pro-aktif, iktidar alanına müdahale etmenin hesaplarını yapan bir ruh haline bir an evvel ulaşmak gerekiyor. Bu gereklilik de çıkarmak gerektiğini düşündüğüm üçüncü sonuçla yakından ilgili.

Üçüncüsü, Gideon Rachman’ın özetlediği savlar sosyalist hareket üzerinde de etkili oldu. Örneğin küreselleşme kavramı, yalnızca emperyalizm kavramını sosyalist literatürden kovmakla kalmadı, “ulus devlet piyasa karşısında zayıflıyor, bir karar noktası olarak anlamını kaybediyor” savıyla birleşerek, "küreselleşen kapitalizme karşı ancak küresek çapta mücadele verilir" savını yarattı. Bu sav, yerel hükümetlere ve devletlere karşı mücadeleyi adeta gereksiz kılarken, emperyalizmden söz açan herkesi ulusalcılıkla, devletlerin, hükümetlerin politikalarıyla uğraşanları da, mücadeleyi ulus ölçeğinde hapsetmekle suçlayan bir söyleme zemin oluşturdu. Küreselleşmeci gevezelik, pasifizme gerekçe oluşturdu. Ulusalcılıkla mücadele, ulusalcılığı, en gerici, etnik ve dışlayıcı biçimleriyle, sınırlayarak, popülist, uluslar arası sermaye karşısında dayanışma ve savunma refleksine ilişkin yanlarını yok sayarak, tarihselliğini [[1]] yadsıyarak tanımlayınca, emperyalizm konuşulamaz hale geldi.

Sosyalistlerin ulusalcı olması gerekmiyor. Uluslararası sermayenin “ulusal ekonomi” deki birikim ve değerlenme süreçlerine ve bu süreçlerin ekonomiye ve siyasete müdahale etme biçimlerine, bu biçimleri taşıyan kurumlara, siyasi yapılara, kişilere karşı çıkmak zaten sosyalistlerin genel etkiliklerinin içinde. Ama bu sosyalistlerin evrensel projesi (Komünist hipotez[[2]]) açısından yetersiz, yetersiz kaldığı, bütünden koptuğu ölçüde, ideolojik ve siyasi çalışmalarda “tali hasar yaratabilecek” bir etkinlik.

Bu sorun şöyle de konabilir, emperyalizm, kapitalizme karşı mücadelede, burada, hemen şimdi (bu konuya aşağıda yeniden döneceğim), ilk karşılaşılan engellerden biri. Bu ekonomik açıdan, ülkenin yerel sermaye grup ve sınıflarının üzerinde yaşadığı sermayenin çok büyük bir kesiminin, yeniden üretim koşullarının, uluslararası (emperyalist) sermayenin yeniden üretim koşullarına bağlanmış olmasıyla ilgili – “içsel olgu” olma esprisi. Kültürel açıdan, emperyalizmin, giriş ve işleyiş süreçlerinin önünü açan savlar, kendilerini daha kabul edilebilir, “demokrasiyi”, “sivil toplumu” geliştirme, ulusalcı, Jacobin eğilimlerle, “toplum mühendisliği” ile mücadele savları gibi aracılar üzerinden sunabiliyor. Bu yolla sosyalist hareketin söylemine nüfuz eden emperyalist kültürel biçimler, Lenin’in “escamotage” (kimi yan, hatta yapay konuların öne çıkarak esas tartışma konusunu ve hedefleri karartma) dediği etkiyi yapabiliyorlar. Böylece sosyalistlerin ulusalcı-antiemperyalist tepkileri geliştiren kesimlere ulaşarak, burayı dönüştürerek kendi enerjilerine katmalarına olanak sağlayacak söylemlerin ve ilişkilerin önü kesilmiş oluyor.

Diğer taraftan "küreselleşen kapitalizme karşı ancak küresel çapta mücadele verilir" savının arkasındaki “ulus devlet etkisini kaybediyor” savı ve bunun sessiz ortağı olan “İmparatorluk” (Hardt &Negri) teorisi, hayatın yeşilliği, inatçılığı karşısında dayanamadılar. Çünkü, uluslararası ilişkiler devletlerarası ilişkiler olmaya devam ediyordu. Devletlerarası ilişkiler ise her zaman güç ve egemenlik-bağımlık ilişkileriydi. Emek disiplini ve mülkiyeti korumak söz konusu olduğunda sermayenin elindeki en etkili araç hala devlet aygıtıydı. Böylece, sömürgecilik, “yeni sömürgecilik”, geri gelmekle kalmadı, yeni emperyalist güçlerin yükselme süreçlerini, doğal kaynakların, minerallerin, piyasaların yeniden paylaşım mücadelelerini izlemeye, gelecekteki büyük savaş olasılıklarını yeniden konuşmaya başladık.

Küreselleşmecilik ve devletin etkisini kaybetmeye başladığına ilişkin savların pasifizme yol açmasının temelinde kapitalizme karşı genel olarak mücadele edilemeyeceği gerçeği yatıyor.

Sermaye bir ilişkidir, ama herhangi bir ilişki değil. O kapitalist toplumun (kapitalist toplumda yaşadığımızı sanırım artik biliyoruz), yaşadığımız toplumun, tüm yerel, kültürel, tarihsel, özelliklerini sildiğimizde, soyutladığımızda, geride kalan, yalnızca varlık olarak Varlığı (Being, Etre, Sein) olan, ilişkidir. Bu yüzden biz onunla ancak aldığı özgün biçimler yoluyla karşılaşırız. Diğer bir deyişle, sermayeyle değil onun toplumun “maddesini” (şeyler ve insanlar; zaman ve mekan) örgütleyerek yarattığı biçimleriyle, burada yaşam alanımızda karşılaşırız. İkincisi, sermaye ilişkisinin bize sunduğu her biçim bizi aynı yeğinlikle (intansite) etkilemez. Bazı biçimlerin yeğinliği çok, hatta azami (maksimum), bazı biçimlerin ki, zayıf hatta asgaridir (minimum).

Bu nedenlerden dolayı, kapitalizmle mücadele her zaman, belli bir zaman ve mekan içinde somut bir şeye (toplumun maddesinin kapitalist bir örgütlenme biçimine) karşı bir mücadele olmak zorundadır. Fabrikada tuvaletin temizliği için mücadeleden, fabrikanın işgaline, gelen polisle uğraşmaktan, askeri darbeye direnmeye kadar ve bir hükümete, hükümetin sosyal ekonomik politikasına, dayatılan bir yaşam tarzına (biyo-politiğe), rejime ve siyasi iktidara karşı…

Dahası kapitalizm ve sermaye salt ekonomik değil aynı zamanda bu ekonomik ilişkileri korumak üzere, onlarla birlikte gelişmiş, bazen eski yapılardan alınarak oluşturulmuş simgesel sistemlerle (ideolojiler) ve siyasi yapılarla birlikte, hatta bunlar olarak var olan bir toplumsal ilişkidir.

Kapitalizm uluslararası bir sistem haline gelmiş olsa bile, karşımıza, deney (varoluş) alanımıza, öncelikle bu ülkede, burada, yaşam alanımızda, bu devletin koruması, onu yöneten hükümetin, ya da cuntanın yürütmesi, yasal sistemi, baskı araçlarının, simgesel sistemlerinin söylemleri, bedenlerimizi, dilimizi, zaman ve mekan kullanma tarzlarımızı her an, her yerde denetleyen, hazlarımıza ve özgürlüklerimize çeşitli engeller, yasaklar getiren, cinsiyet, estetik rejimleriyle birlikte çıkar.

Bu karşı çıkış, bizi burada, somut tercihler yapmaya, öncelikler listesi oluşturmaya, ilk elde temas edilebilecek hedefler seçmeye zorlar. Bu karşı çıkış, bizi vazgeçilemez ve sürekli bir haklar mücadelesinden başlayarak, seçimlere girmeye kadar, boykottan, mitinge, yürüyüşe daha birçok başka mücadele biçimine yönelik taktik adımlar atmaya zorlar.

Kapitalizme karşı ancak böyle mücadele edilebilir: Burada, şimdi ve en uygun hedefi ve aracı seçmek koşuluyla… Ama toplumun sonsuz biçimleri arasında, hangi hedefi, hangi aracı seçeceğiz? Ölçüt ne olacak?

Bu bağlamda, seçimlerimizi yaparken biri teorik biri teknik iki ölçüte sadık kalmaya çalışmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bunlardan biri “Komünist hipotezle” ilgilidir. Her hedef adayını, Komünist hipotezin merceğinden bakarak, oraya gidecek yolun haritasını düşünerek, seçmek gerekiyor. İkincisi, bu seçimin, “zincirin ana halkası” kavramını ödünç alırsak, seçilecek hedefin gittikçe genişleme ve komünist hipotez açısından da gelişme şansına sahip bir hedefler zincirini, hani kumların içinde çekip çıkarırken yavaş yavaş yeni halkaları görmeye başlarsınız ya, işte öyle bir durum yaratması gerekiyor. Seçtiğimiz hedef, bizi, toplumun sonsuz sayıda sorunlarının, potansiyel hedeflerinin oluşturduğu “kaosun” içinde, giderek genişleyen ama hepsi bir yönde gelişen yeni hedeflerden oluşan bir zinciri düşünmeye ve tutmaya olanak vermeli.

Ama her şeyden önce, egemen ideolojinin çözülmeye başlamasının ve buna bağlı olarak ekonomik siyasi iktidarların kendilerini açıklama kapasitelerinin giderek zayıflamasının getirdiği olanakları kullanabilecek durumda olmak gerekiyor. Bunun için öncelikle, “savunma”, “direniş” ruhundan çıkıp, krizin getirdiği tarihsel haklılığa ve etik üstünlüğe dayanarak pro-aktif, iktidar alanına müdahale etmenin hesaplarını yapan bir ruh haline bir an evvel ulaşmak gerekiyor.



[1] Bu alanda, Özay Göztepe’nin “sendika.org” da yayımlanan “Bütünleştirmeden tektipleştirmeye Mustafa Kemal'in milliyetçilik söylemi” başlıklı denemesinin (27 Ekim 2010 ) çok yararlı bulduğumu söyleyebilirim. Dikkatle okumak ve tartışmak, gerekiyor. Ben bu çalışmada sunulan tarihin, kapitalist sınıf şekillenmelerinin getirdiği önceliklerle (sermaye mantığıyla- sermaye birikim tarzlarının ve rejimlerinin evrimi ve dönüşüm, dolayısıyla sınıf ittifaklarının ve iktidar bloğunun evrimi ve dönüşümü) birlikte okunmasının ve bir burjuva devrimi tipolojisiyle karşılaştırılmasının (örneğin: Hareketin oluşu, “sınıfın” iktidarı alması (ayrışma) ve Termidor/konsolidasyon- çok ilginç olabileceğini düşünüyorum. Bir de yönetici seçkinlerin söylemleri ve sözleriyle, pratikteki uygulamalarını ve bu uygulamaların yarattığı karşılıklı etkileşimi “çalışmak gerekiyor”. Ne de olsa, insanları sözleriyle ve kendileri hakkındaki kanaatleriyle değil, fiilen yaptıklarıyla (eylemleri ve eylemlerin sonuçlarıyla değerlendirmek geremiyor mu?

[2] Komünist hipotez: Sermaye ilişkisine, baskıya, sömürüye dayanmayan, sınıflara bölünmemiş, halkın üzerinde ona yabancı bir baskı aracı olan bir devletin altında yaşamak zorunda olmadığımız bir toplum kurulabilir.

“Koşullar çok iyi”[[1]]

Dünyada ve Türkiye’de siyasi, ekonomik, kültürel duruma bakınca aklıma Mao’nun “gök kubbenin altında tam bir kaos var, koşullar çok iyi” sözleri geliyor.

Gök kubbenin altında kaos var

Gerçekten de toplumsal “yapının” (dar anlamda Türkiye, geniş anlama kapitalist dünya ekonomisi/sistemi) hemen her alanında, her düzeyinde irili ufaklı, birbirine bağlı, birbirini besleyen, birbirinden farklı hızlarda da olsa gelişmeye derinleşmeye devam eden krizlerle karşı karşıyayız.

Kapitalist sistem ekonomik krizden çıkış için gereken yenilenme süreçlerini üretemiyor, işsizlik yoksulluk artıyor. Mali sistem hala bir çöküşün eşiğinde duruyor. Buna karşılık sınıflar arası çelişkiler keskinleşiyor, mücadeleler giderek sertleşiyor, kitleselleşiyor. Kapitalist sistemi açıklayan ve meşrulaştıran söylemler, ekonomik krizin kronikleşen etkileri altında, hazlara dayalı tüketim eğilimlerini destekleyen kredi kaynaklarının tükenmeye başlamasıyla birlikte çözülmeye başlıyor. Bu durum geniş kitlelerde özellikle emekçi gençlik arasında önemli kimlik krizlerinin şekillenmesine yol açacak gibi görünüyor.

Kapitalist sistemin merkezlerinde dahi, bu krizden ne zaman çıkılabileceğine ilişkin hemen hiçbir varsayım, hatta iyimser bir beklenti yok. Bu sırada dünya devletler sisteminde yükselen güçlerin taleplerinin getirdiği basınç Batı merkezli hegemonya sistemini zayıflatmaya devam ediyor. Madenler, kıymetli mineraller, enerji kaynakları ve yolları üzerinde rekabet yoğunlaşırken, 1930’ları anımsatan korumacı eğilimler, krizi yıkıcı süreçlerini (kapasite iması örmeğin) birbirinin ekonomisine devretme çabaları belirginleşiyor.

Türkiye’ye gelince ekonomik krizin etkileri kısa dönemli sermaye hareketleriyle denetim altında tutuluyor ve erteleniyor uzun süre sürdürülmesi olanaksız bir sistemin fay hatlarında enerji birikmeye devam ediyor. Bu sırada ülkeyi yöneten iktidar bloğunun ve onu bu güne kadar ayakta tutan ideolojisinin, bu ideolojiyi üreten organik entelektüellerinin bir dönüşüm içinde olduğu, yapısını değiştirmeye başlayan bir geçiş sürecine girdiği görülüyor. Bu sürecin getirdiği istikrarsızlıklar devletin hemen her kademesinde kendini gösterdiği gibi, toplumda da önemli gerginlikler, kültürel kargaşa, yönelimsizlik ve belirsizlikler yaratıyor. Kürt sorunu denen olgunun çıkmaza girmiş olması, referandum sonrasının, kaçınılmaz düş kırıklığının kendini göstermeye başlaması, gerek emekçi sınıflar gerekse de üniversite gençliği içinde yeni kıpırdanmalara enerji taşıyor. Ülkenin geleneksel dış politika parametrelerinde de önemli, gözle görülebilir kırılmalar yaşanıyor.

Düzen, yapıya yönelik olası muhalefet hareketlerini düzen içine hapsedebilecek yeteneğe sahip “sol” muhalefet partilerini kendi içinden üretmekte zorlanıyor. Özetle gök kubbenin altında kaos egemen. Koşullar çok iyi.

Koşullar çok iyi çünkü, yapılar kendilerini krizde değişerek yenilerler, ama kriz aynı zamanda yok olma olasılığının da gündeme gelmesi demektir. Bu aynı zamanda, bu olasılığın, potansiyelden, güncele dönüşebilmek için gerekli öznenin müdahalesini beklemekte olduğu anlamına gelir.

Sorun şurada düğümleniyor, bu özne nasıl şekillenecek. Ya da daha doğrusu, yapıyı çözmeyi aşmayı amaçlayanlar, bu özne olma potansiyellerine sahip güçler, bu potansiyel durumlarını güncele nasıl dönüştürecekler? Yapının kendini yenilemeye çalıştığı böyle bir akışkan ortamda, büyük riskler içeren bir müdahaleyi nasıl göze alacak ve ne yönde yapacaklar?

“Güzel ruhlar”

Müdahale etmeye niyetlenenler açısından aşılması gereken ilk ve en önemli engel, kaosun içindeki unsurların tanımlanması ve anlamlandırılmasıyla, müdahale nesnesinin saptanmasıyla ilgili. Özne olmaya niyet edenlerin, bu kaosu oluşturan duruma uygun bir yaklaşım geliştiremezlerse kendi kendilerini, eylemsizliğe mahkum etme, paralize olma riskleri var

Hegel’in Tin’in Fenomonolojisi adlı yapıtındaki, "Güzel ruh" schöne Seele (Bölüm VI/C/c) kavramıyla değindiği durum, potansiyel öznenin, güncelliğe geçemeden sürekli potansiyel olarak kalmasına yol açan bir yaklaşıma işaret eder. Bu potansiyel özne, güncelleşemez, duruma müdahale edemez, çünkü, kendini müdahaleye uygun koşulların varlığına bir türlü ikna edemez.

Okuyucunun hoş görüsüne sığınıp (tembellik edeceğim çünkü), daha önce bu konuda yazdığım bir yazıdan aktarırsam: "Güzel ruh" , "ruhun" , benliğin (self) saf haliyle, kendini dışsallaştırarak gerçek bir varoluşa sahip olma gereksinimi arasındaki çelişkiye takılıp kalmış, gerçek bir varoluşa sahip olmayan haline ilişkindir. Durumun farkına varan "güzel ruh" yakınmalar ve yeis içinde, çılgınlık noktasında kendini ziyan eder. Bir tarafta, saf, kirlenmemiş, ama gerçek bir varoluştan yoksun benlik, diğer tarafta gerçek bir varoluşa sahip olabilmek için dışsallaşmak, saflığını kaybetmek, "kirlenmek" gereği... Zizek 'in kimi siyasi muhalefet unsurları için söylediği gibi, bunlar "Dünyanın, kendi yüce ideallerinin gerçekleşmesini engelleyen acımasız koşullarından (ya nesnel, ya da öznel koşullar hep yetersizdir- E.Y) sürekli yakınırlar..." Burada esas sorun, "güzel ruhun" , "saflığını" (siyasi tutarlılığını vb.) korumaya çalışırken edilgen kalması değildir. Sorun, bu edilgenliği yaratan etkinlik tarzıdır. Bu etkinlik ise, dünyayı, müdahale etmeyi olanaksız kılacak bir biçimde betimlemekle (söylemle) ilgilidir. Savaş, pratikte kaybedilmeden önce, simgeselde (söylemde) kaybedilir... "Bu yakınmalar yakınılan koşulların yeniden üretilmesine katkıda bulunur." [[2]] “Güzel ruh”, “uygun koşuları” beklerken, niyetle eylem arasındaki karanlık boşlukta, adeta traktörün farları karşısındaki bir tavşan gibi donup kalır. Halbuki, Napolyon’un "önce hele savaşa bir girelim ne olduğunu ondan sonra görürüz" , Lenin’in "teori gridir yaşam yeşildir" saptamalarında vurguladıkları gibi bir durumun "hakikatini" , içine girmeden, ondan etkilenmeden, pratiğimizle onu etkilemeden bilemeyiz. Pratiğin bizzat kendisi "durumu" değiştirir... Dünyayı değiştirmek onu, siyasi eyleme olanak verecek biçimde betimleyebilmekten geçer. Böylece devrimci teori, devrimci eylemin önünü açabilecektir. Müdahale etmek esastır. Sonuç bir başarısızlık, hatta bir felaket dahi olabilir. Hiç bir tanımlama ve hiçbir devrimci teori başarıyı garanti edemez. Ama eylem başarı olasılığını, yalnızca olasılığını, garanti eder. Güzel Ruh eylem aşamasına geçemediği için, bir özne olmaya başlama sürecine de adımını atamaz.

ve “gerçekçiler”

Güzel Ruh’un daha “zayıf” bir versiyonu da karşımıza, “gerçekçilik” kavramının bir tür yorumuyla çıkar. Güzel Ruh’un zayıf bir versiyonu olarak “gerçekçilik”, kendine “gerçekliği” temel ve olasılıkların sınırı olarak alır. Bunu elindeki güçlerle karşılaştırır, eyleminin çarpacağı sınırları düşünmeye başlar, eylemin açacağı olasılıklardan önce…

İlk anda çok şaşırtıcı gelebilir, ama gerçeklik “gerçek” değildir. Çünkü gerçeklik her zaman simgesel (discursive) düzeyde toplumsal olarak kurulmuş bir gerçekliktir. Basitleştirirsek biz gerçekliği, bizi köpük gibi saran bir simgesel (ideolojik) evrenin, esas olarak (ama semiotik unsurları unutmadan) dilin içinde yaşarız. İkincisi gerçekliğin bu simgesel sistemi her zaman bir siyasi ekonomik iktidarı korumak, yeniden üretmek ve meşrulaştırmak üzere oluşur, bu yönde işler. Bunu da iktidarı tehdit eden tüm uzlaşmaz çelişkilerin ifadelerini, simgesel sistemin dışına iterek, batırarak, konuşulmalarını engelleyerek (konuşulmasına olanak veren kavramları örterek/ yasaklayarak/unutturarak) gerçekleştirir. Bu gerçeklik, dışladıklarına karşılık ve onlara rağmen bir bütünsellik vaat eder. Dışlamalara ve bastırmalara dayanarak kurulmuş olduğundan bu bütünsellik sahte bir bütünsellik olacaktır.

Bu yüzden “gerçeklik” gerçek değil sahtedir. Örneğin kapitalist toplumun gerçekliği, emek sermaye çelişkisinin uzlaşmazlığı gizlenebildiği, simgesel sistemin dışına itildiği, konuşulamaz kılındığı ölçüde, içindekilere bir uyum ve mükemmellik görüntüsü sunabilir. Ekonomik, ekolojik, krizler kimi zaman siyasi skandallar, bazen doğal felaketler bu görüntüyü allak bullak eder. Gerçekliğin simgesel verimliliğini (kendini açıklama kapasitesini) düşürmeye, gizlenenlerin geri gelmeye başlamasıyla da kaos algısını yükseltmeye başlar. Böyle krizlerde, bu yüzden “koşullar çok iyidir” devrimciler açısından. Devrimciler bilir ki, kriz olasılıkların ebesidir.

Bu yüzden “gerçekçilik” yerine, “anti- gerçekçilik”[[3]] (buna “eleştirel gerçekçilik” de diyebiliriz) devrimci eylemin önünü açabilecek saptamaları yapmamıza olanak vermesi açısından daha uygun bir yaklaşım olacaktır. Anti-gerçekçilik, gerçekliği oluşturan simgesel (ideolojik) evren içinde, karşımıza “imkansız” tanımlamasıyla birlikte gelen şeyler üzerinde yoğunlaşır, dışlanan, konuşulamaz kılınan, toplumda var olmasına karşın, görülmesi engellenen (örneğin proletarya, göçmen işçi, hatta eşcinsel, travesti, etnik azınlık vb gibi şeyleri – bunları taşıyan sözcükleri, olayları, sınıfları, grupları) bulmaya eylemiyle, bunları konuşulur görülür kılmaya çalışır. Sanatçının ve sanatın ahlakını da sanırın bu işlevi tanımlayacaktır… Böylece devrimci, müdahalesiyle gerçekliği değiştirmeye, “bütünsellik” iddiasını dağıtmaya, gizlediği olasılıkları zorlamaya başlayabilir; böylece krizi derinleştirmekten çekinmez…

Diğer bir değişe, devrimci, eylemiyle sermaye birikim sürecinin, ekonomik, siyasi kültürel/ideolojik sorunlarını ağırlaştırır, egemen sınıfın yönetim kapasitelerini ve süreçlerini zora sokar, egemen ideolojinin akışını kısa devre ederek, zaaflarını, çatlaklarını örten fantezilerini çökertmeye başlar…



[1] Bu yazıyı Metin Çulhaoğlu’nun yazısına borçluyum. Ama bir eleştiri olarak değil, onun “Karamsarlık Değil Gerçekçilik” yazısını okurken bende şekillenmeye başlayan düşünceler üzerinden kaleme aldım. “Acaba kendimi iyimserlik-kötümserlik ikileminden kurtarabilir miyim?” diye başladım, böyle bir şey oluştu.

[2] Ergin Yıldızoğlu, Emperyalizm ve Siysal Islam arasında Türkiye, sf 315 Siyah Beyaz 2008,

[3] “Gerçekçi ol imkansızı iste” sloganının ruhu…