Friday, December 24, 2010

Konuşma özgürlüğü ve yumurta

(16/12/2010. sol.org)
Öğrencilerin bazı şahısları yumurta atarak konuşturmamaya, bazı mekanları bunlara kapamaya yönelik eylemleri devam ediyor.  Bu sırada birileri, “ifade özgürlüğünün” kısıtlandığından yakınarak bu eylemleri, mahkum etmeye çalışıyorlar. Bu eylemlere ilişkin faşizan kavramını kullananlar dahi oldu.
Ben yumurta eyleminin meşruiyetini veya erdemini sorgulamayacağım. Her eylem meşruiyetini, kendisini olanaklı kılan söylemin içine saptadığı amaçlarından alır. Dolayısıyla bu eylemi yapanlar yalnızca söylemlerine ve kendi amaçlarına karşı sorumludurlar. Bunun hesabını, kendilerine ve tabi ilgilendikleri kitlenin önünde verebilirlerse, ben bu eylemlerin meşruluğunu kabul ederim.  Bu eylemlerin amaçlarına ve bu amaçların önlerine getirdiği hedeflere uygun olduğu müddetçe erdemli olduklarından söz edebiliriz. Ama önce onların bu hesabı verebilecek, bizim de söz edebilecek durumda olmamız gerekiyor.
Bu son cümle nereden çıktı? Derseniz, şöyle:sizi rahatsız etmiş olabilir. Şu soruya cevap aramamız gerektiğini söyleyerek cevap vermek isterim: “Bu toplumda kim hesap verme (eylemini açıklama), kim bu eylemin erdeminden söz etme olanaklarına ve hakkına sahiptir?” Ben yumurta eylemlerinin değerlendirmesini yapmak yerine, esas olarak bu olanaklar ve haklar üzerinde düşünmek istiyorum.

Bir fantezi olarak bireysel özgürlükler

Şöyle bir ilkeye uymamız isteniyor bizden. Her birey kendini ifade etme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu onun en temel insan hakkıdır ve demokrasinin gereği bu hak engellenemez. Eğer bu ilkeyi benimsersek, demokrasiye değer veren insanlar olarak, kendi değerlerimize sadık kalabilmek için (erdemli olmaya devam edebilmek için) bu yumurta atma eylemini, ifade özgürlüğünü sınırlayan bir eylem olarak, en azından sakıncalı bulmamız hatta mahkum etmemiz gerekiyor.
Halbuki, toplumsal olaylara, geçtiğimiz 30 yıl boyunca kafamıza kakılan “bireylerin hakları”na öncelik vererek yaklaşırsak, bireylerin özgürlüklerini genişletecek bir çözüme ulaşamıyoruz. Bu yaklaşım, toplumsal ilişkilerin “sırrını” açıklığa kavuşturarak, toplumsal özgürlükleri genişletmeye hizmet etmenin aksine, konuşulabilecek şeylerin alanının, toplumsal ilişkileri baskıcı ve sömürücü özelliklerini koruyacak bir biçim sınırlandığını görmemizi engelleyen bir fantezi ile gözlerimizi boyuyor.
Sorunu,  “Demokrasi, evet ama kimin için?”, Özgürlük ama ne yapmak için?” sorularıyla yaklaşarak, en kestirme yoldan hemen sorun olmaktan çıkarabiliriz. Ancak bazen üşenmeyip biraz daha uzun bir yoldan gitmek daha yararlı olabiliyor.
Gelin yolu iyice uzatalım, siyasetin (adalet, demokrasi, devlet) ilk konuşulduğu yere, antik çağ Yunan Site’sine gidelim. Burada karşımıza Platon ve Aristotales çıkacak. Siyaseti konuşurken hala bu iki düşünürün kurduğu iki farklı paradigmanın izlerini taşıyan bir dil kullandığımız için, bu ikisinden çok yararlanabileceğimizi düşünüyorum. Çok kabaca bu iki düşünürün projelerini şöyle karşılaştırabiliriz sanırım. Platon, en ideal (erdemli ve adaletli) Site nasıl kurulur sorusuna, böyle bir Site’yi tasarlayarak cevap vermeye çalışıyor. Platon karşımıza, var olanı, bütünsel olarak düşünerek, akla uygun bir biçimde yeniden yapmaya ilişkin bir proje ile geliyor. Aristotales ise, var olanın işleyişinin yasalarını saptamaya çalışıyor. Platon, Devlet (cumhuriyet) başlıklı, bütünü göz önüne alan bir şey yazarken, Aristotales, Etik, Peotika, Retorik, Politik,  biyoloji, fizik vb konuları ele alarak değerlendiriyor.
Sanırım bu iki düşünürden bugüne hangi iki geleneğin miras kaldığını hemen fark et ettiniz. Platon hem devrimci, hem totaliter eğilimleri aynı anda içeriyor. Aristotales, de tutucu ve bireysel özgürlüklere eğilen iki çelişkili eğilimi. Bu kısa sunuştan sonra, bu iki düşünürden birbirini tamamlayan iki saptamayı alarak devam edeceğim.
Platon ideal Site’sinde iç uyumun, dolayısıyla Site’nin adaletinin sağlanabilmesi, herkesin kendi işini yapmasına, bundan başkasını yapmamasına bağlı. Üreticileri üretimden aşka işlerle uğraşmayacaklar, çünkü, bunu en iyi bir biçimde yaparlarsa, başka bir şey yapmaya zamanları kalmayacaktır! Sit’enin yönetimiyse koruyuculara (asker ve filozof) ait bir iştir, Bunların da üretimle, ticaretle uğraşmaya zamanı olamaz. Burada sitenin yönetiminin, üretenlerle bunların ürünlerinden geçinenlerin arasındaki ilişkinin, belli bir zaman paylaşımına karşılık geldiğini görüyoruz: Sitenin yönetimi, istikrarı, zamanın belli bir dağılıma bağımlı oluyor.
Üretimde çalıştıkları için, başka bir şey yapmaya zamanı olmayanların, başka bir şey yapmak için bu zamanı talep etmeleri, sitenin istikrarı bozuyor. Diğer bir değişle siyasi etkinliğin de konusunu oluşturuyor.
Aristotales için, insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik, konuşabildikleri için adalet konusundaki sıkıntılarından söz açabilmeleri oluşturuyor Diğer bir değişle hayvanlar, sitenin yaşamı açısından anlam ifade etmeyen sesler çıkarıyorlar. İnsanlar anlamlı sesler çıkarabildikleri için sitenin yaşamı ve iç uyumunun sağlanabilmesi açısından yaşamsal öneme sahip adalet konusunu (sorunlarını) konuşabiliyorlar.
Aristotales’in bu saptamasını, Platon’un zaman paylaşımıyla birleştirmeden önce, sitenin bir özelliğini göz önüne almamız gerekiyor: Bu sitede, insan olmakla birlikte adalet konuşmaya hakkı olmayan en azından bir tabaka var: “ses çıkarabilen aletler olarak” köleler. En azından diyorum çünkü kadınlar ve çocuklarda çoğu zaman sözleri adalet bağlamında bir anlama sahip olmayan insanlar olarak görülüyorlar.
Aristotales’in bu saptaması da bize siyasetin, kimin çıkardığı seslerin bir anlama sahip olup olmamasıyla yakından ilgili olduğunu gösteriyor. Diğer bir değişle, siyaset, konuşabildiği halde çıkardığı seslerin anlam kazanmasına izin verilmeyenlerle, sesleri her zaman anlam kazananlar, dolayısıyla adalet konularını konuşabilenler arasında yaşanıyor.
Şimdi Platon ile Aristotales’i bir araya koyarsak, siyaseti, yaptıkları işten başka işler yapmak isteyenlerin, kendilerine dayatılan iş bölümüne itiraz edenlerin, bu konuyu adalet sorunu içinde konuşabilmek için seslerine verili anlamlar alanının sınırlarını aşarak, yeni anlamlar kazandırma çabası olarak tanımlayabiliriz. Bu çaba ister istemez yapılan işin yapıldığı yerden başka bir mekana geçiş talebini de beraberinde getireceğinden, toplumdaki geçerli mekan paylaşımının sınırlarını da sorgulayacaktır.
Bu bağlamda Jacques Ranciere, (La partage du sensible: Esthetique et politique -Duyumsal olanın bölüşülmesi/paylaşılması: Estetik ve siyaset, 2000) siyasi mücadelenin konusunu, hedefini “toplumun içinde zamanın, mekanların, konuşulabilecek şeylerin/anlamların ve konuşabilecek olanların, paylaşımının ve yeniden paylaşılmasının oluşturduğuna işaret ediyor.
Toplumsal yapının ekonomik ve siyasi güç (iktidar) ilişkileri, kimlerin, neleri konuşabileceğine, nelerin konuşulabileceğine, nelerin duyumsanabileceğine ve sanat, siyaset kategorilerine alınarak anlamlandırılabileceğine karar vermeye olanak sağlayan estetik (ve hakikat) rejimlerine dayanarak ayakta kalabiliyor.

Konuşabilme kavgası

Bu saptamaların ışığında yaklaştığımızda, bireylerin ifade özgürlüğü kavramının tümüyle bir fantezi olduğunu görebiliriz. Siyaseti etkinlik/yaşam/mücadele her zaman bu özgürlüğün sınırlarının genişlemesi ve daralmasıyla ilgili bir etkinliktir. Seslerinin anlam kazanması engellenenler, yaptıkları işlerden başka işleri yapabilmek için yeni mekanlar ve zamanlar talep edenler, bu taleplerini dile getiri getirmez, hemen, yalnızca kendi seslerinin anlam ifade etmesine, kendi anlam sistemlerinin (söylemlerinin) iktidarına alışmış olanların ayrıcalıkları, toplumsal zaman içindeki payları, denetledikleri mekanlar için büyük bir tehlike oluştururlar.
Bu yüzden, Yunan sitelerinden bu yana, sınıflı toplumlarda, bireysel özgürlükler, ifade ve hareket özgürlüğü talepleri, hiçbir zaman tüm bireyler için geçerli olabilecek özgürlükler olarak karşımıza gelemezler. Bu yüzden bireysel özgürlükleri genel bir ilke olarak savunmak, toplum içindeki zaman, mekan, anlam dağılımının, çelişkili, kimi zaman uzlaşmaz çelişkili özelliklerini gizlemeye, dolayısıyla yapının “sırrını” gizleyerek korumaya hizmet eder.
Bu bağlamda, yaptığı işten başka iş yapmalarına, iş zamanının ve alanlarının dışındaki, ek/yeni zamanları ve mekanlara erişmelerine izin verilmeyenler, işçiler öğrenciler, çalışanlar, kadınlar, kendilerine yeni zaman, mekan ve konuşma ve anlam alanları, yaratırken, buna izin vermeyen sınırları koyanların, zaman, mekan, konuşma ve anlam alanlarına müdahale edecekler, bu mekanları onların kullanımına kapatarak, onların seslerini keserek, kendi seslerine (adaleti konuşmalarına olanak verecek söylemlere), zaman ve mekan açmaya çalışacaklardır.
Bu gün bunu barışçı, şiddete başvurmadan yapmaya kalktıkları zaman bile nasıl büyük bir tepkiyle karşılaştıklarını görüyoruz. Bunda şaşılacak bir şey yok ve bu sürecin bireysel özgürlükler ve ifade özgürlüğüyle de bir ilişkisi yok. 

Monday, December 13, 2010

Dalga yükseliyor…

(sendika.org 09/12/2010)

Bir toplumsal muhalefet dalgası, Avrupa çapında yayılarak yükseliyor, çok büyük bir olasılıkla yükselmeye de devam edecek. Çünkü bu dalgayı tetikleyen sosyoekonomik koşullar daha uzun bir süre etkilerini göstermeye devam edecekler. Buna karşılık devletlerin bu dalgayı, durdurmak, bastırmak için ellerinden geleni yapacağından hiç şüphemiz olmasın. Eğer bu saptananlar doğruysa, çatışmalar sürecek, devletin baskı, yıldırma taktikleri, halka yönelik devlet terörizminin dozu giderek artacak.

Saldırı şiddetini arttıracak

“Devlet sermaye sınıfının yönetim komitesinden başka bir şey değildir” saptaması genelde mekanik, indirgemeci bir saptama olarak görülebilir. Ama ekonomik kriz denetimden çıkmaya başladığında, bu saptama, bir indirgeme olmaktan çıkar gerçekliği tüm karmaşıklığıyla kavrayacak biçimde ifade etmeye başlar. Devlet adeta önce bir ekonomik olağan üstü hal ilan eder. Kimi zaman bunu bir siyasi olağan üstü hal ilanı da izleyebilir.

Şimdi, özellikle Avrupa’da tam da böyle bir durumla karşı karşıyayız. Ekonomik krizin denetimden çıktığını gösteren finansal krizle birlikte, Avrupa devletleri ( ve tabi ABD) hep birlikte ekonomik olağan üstü hal ilan ettiler. İlk aşamada mali sermayenin devletin, hazine merkez bankası ticaret bakanlığı gibi ekonomik aygıtlarının yönetimini doğrudan eline almasına şahit olduk. Ulusal ekonomilerin tüm kaynakları, mali sektörü desteklemeye ve bankaları kurtarmaya, banka CEO’larının müstehcen maaş, prim ve ikramiyelerini ödemeye gitti. Ekonominin diğer sektörlerinin, toplumun sermaye sınıfı dışındaki kesimlerinin yakınmaları, itirazları, ekonomistlerin eleştirileri, egemen ekonomik paradigmanın (neo-liberalizmin) iflas ettiğine ilişkin ekonomi yönetiminin en üst düzeylerinden gelen itiraflar, deyim yerindeyse peş para etmedi. Mali sermayenin temsilcileri, kendi çıkarlarını toplumsal çıkar ilan ederek mevcut kaynakların hemen hepsine el koydular. Sonuç, ekonomik durgunluğun derinleşmesi pahasına mali sermayenin krizinin “devletin mali krizi” olarak tanımlanabilecek yeni bir aşamaya geçmesi oldu. Böylece mali sermayenin zararları toplumsallaştırılıyor ve halkın üzerine yıkılmaya hazır hale geliyordu.

Şimdi bu ikici aşamayı yaşıyoruz. Mali sermayeyi kurtarırken oluşan büyük devlet borçları, kamu açıklarını kapatmak için halkın refah kaynakları seferber ediliyor. Böylece mali sermayenin kurtarılması aşamasından, halk sınıflarını bu kurtarmaya kurban etmeye niyetli bir geniş çaplı saldırı dönemine girmiş bulunuyoruz. Adet olduğu üzere bu saldırı en zayıf halkalardan başladı: İrlanda I. Round, Yunanistan, İngiltere, İrlanda II. Roudn, Portekiz, İspanya, İtalya…

Bu saldırı, sağlık, konut, taşımacılık, eğitim gibi toplumsal harcamaların kesilmesi, emeklilik garantilerinin, refah yardımlarının (dolaylı-toplumsal ücretin), ve dolaysız, doğrudan ödenen ücretlerin düşürülmesi, dolaylı vergilerin arttırılması, vergi tabanının genişletilmesi anlamına geliyor. Bu arada özellikle sermayenin, kurumlar vergisinin, mali işlemleri vergilerinin düşük oranları ve vergiden muafiyetleri aynen korunuyor.

Toplumun ezici çoğunluğunun refahı, nüfusun çok ufak bir azınlığının çıkarlarına, kör bencilliğine kurban ediliyor. Kör bencilliğine, çünkü bu uygulamalar, sanayi ve hizmetler sektörünün çektiği talep yetersizliği sorununu daha da artacak. Böylece, durgunluğun sürmesi, birçok işletmenin borçlarını servis edecek satışları ve gelirleri gerçekleşemedikleri için iflasa gitmesi ve neticede krizin dönüp banka sektörüne geri gelmesi kaçınılmaz.

Ama saldırı şiddetlenerek devam ediyor, ederken de, yalnızca geleneksel işçi sınıfını değil, işçi sınıfının, “yeni orta sınıf” etiketi altında, egemen ideolojinin labirentlerinde görünme kılınmaya çalışılan kesimini de vurmaya başlıyor. İşte tam burada, Marx’ın ünlü “kendi mezar kazıcıları” değimini anımsayabiliriz. Çünkü, işçi sınıfının bu yeni kesimi, olanları geleneksel kesime göre çok daha hızla saptayacak, çözümleyebilecek ve tepki geliştirebilecek bilgiye ve teknolojik donanıma sahip. Dahası geçen 20 yıl içinde bu kesim tam anlamıyla bir tüketim hummasına itilmiş, sürdürülemez bir refah köpüğünün üzerinde yaşamaya, önünün, özellikle çocuklarının geleceğinin açık olduğuna inanmaya koşullandırılmıştı. Şimdi bu köpük sönerken bu kesimin yere doğru inişi, işçi sınıfının geleneksel kesimine göre çok daha yüksek bir hızda yaşanıyor. Bu kesimin kızgınlığı gün geçtikçe artıyor. Toplumun en üst yüzde bir ya da yarımının ucu bucağı belirsiz servetleri olduğu gibi dururken, devletin elini ceplerine sokmasını anlayamıyor, açıklayamıyorlar. Bu onlara şimdilik bir “sınıfa karşı sınıf” durumu olarak değil akla karşı aç gözlülük, topluma karşı, ahlaksız bir bencillik olarak görünüyor. Egemen ideolojinin toplumsal mutabakatı destekleyen fantezileri hızla çöküyor. Dolayısıyla bu durum daha fazla devam edemez. Ya bu kesim hızla “sınıfa karşı sınıf” durumuyla karşı karşıya olduğunun bilincine varacak ve işçi sınıfının diğer kesimleriyle buluşacak, yada devletin ekonomik olağan üstü rejimini, bir siyasi olağan üstü rejim izleyecek.

Kısacacı, bizim açımızdan da tarih geri geldi. Yine bir savaş ve isyan günleri, devrimci dönemler sürecine giriyoruz.

Tepkinin ilk işaretleri

“Sendika.org” sitesi ve diğer sol web siteleri, Yunanistan’dan, İrlanda’ya, grev ve direnişleri, İngiltere’den İtalya’ya öğrenci olaylarını başladığından bu yana ayrıntıyla aktarıyor. Bunları yeniden örneklemeye çalışmayacağım. Bunların daha az dikkat çeken, “yeni orta sınıfla” ilgili bir iki özelliğini vurgulayacağım.

İngiltere’de öğrenci olayları ve gösteriler işgaller, son yılların en kötü hava koşullarına karşın ülke çapında devam ediyor. Öğrencilerin basıncı, hükümeti harçlar ve “yüksek öğretim reformu” (palavrası) alanlarında taviz vermeye zorladı. Bu gün yapılacak meclis oylamasında, koalisyon ortağı Liberal partinin üçe bölünmesi, kimi temcilerin istifa etmesi bekleniyor.

Öğrenci protestolarının bu kadar etkili olmasının arkasında esas olarak üç etken var. Bunlara üç taktik de diye biliriz. Birincisi, öğrenciler hedef daraltarak doğrudan Liberal partinin verdiği sözü tutmamış olmasının ahlaki anlamı üzerinde yoğunlaştılar. Buna karşılık, salt kendi çıkarlari içi değil esas olarak gelecek kuşakların eğitim haklarını, ülkenin bilim ve kültür kapasitelerini korumak için mücadele etmekte olduklarını vurguladılar. Üçüncüsü, mücadelelerinin geleneksel işçı sınıfının, emeklilerin ve genelde tüm halkın çıkarlarıyla ilişkisini lafta değil, bizzat giderek konuşarak, işçilerin grevlerine yardım ederek, destek vererek gösteriler

Bu yüzden, (yeni eğitim yasasının bu “yeni orta sınıfın” çocuklarının geleceğini garanti edecek yol olarak gördüğü, miras, mülkiyet değil, iyi bir ücretle iyi bir iş olanağı vadeden yüksek öğretimi giderek ulaşılamaz, gerçek orta sınıfa has bir ayrıcalık haline getirmeye başlamasının da katkısıyla) öğrencilerin mücadeleleri, toplumda büyük destek gördü. Televizyon kanalları en muhafazakar kendi çocuklarını düşünen sunucuların da etikisiyle bu mücadelelere düşmanca yanaşmadılar,çoğu kez desteklediler. 1968-73 dönemini yaşayanların aktardığı gibi, bu kez öğrenciler toplumda marjinalleşmediler, büyük bir meşruiyet inşa edebildiler.

Örneğin, İngiltere’de yakın zaman kadar post-modern, nihilist sanatçıların tekelinde olan Turner Sanat Ödülü bu kez sosyalist hareketin, madenciler grevinin içinde gelmiş, geçmişte Enternasyonal marşı üzerine kurulu bir enstalasyon yapmış olan Susan Philipsz’e verildi. Tate Galerisinde, dışarıda Slate Güzel Sanatlar akademisinden öğrenciler gösteri yaparken gerçekleşen ödül töreninde, Pihilipz ödülünü alırken direnişi desteklediğini belirtmeyi unutmadı ve eğitimin, bir imtiyaz değil hak olduğunu vurguladı.

Bu sırada İtalya’da tarihi La Scala Opera binasının dışında öğrenciler polisle çatışıyordu. İçerde, dört yıl önce maestro scaliegro ünvanı verilerek ile ödüllendirilen Daniel Barenboim Wagner’in Valkyrie’sini yönetecekti. Barenboim, sahneye çıktı ve yönetmeye başlamadan önce, salonda bulunan İtalya Devlet Başkanı’na hitaben, bu ünvanla ve yalnızca buradaki değil tüm diğer tiyatrolardaki tüm meslektaşlarım adına, size bu ülkede ve tüm Avrupa’da kültürün geleceğinden büyük kaygı duyduğumuzu söylemek istiyorum” dedi. Branboim, bu açıklamanın ardından İtalya Anayasası’nın kültürel, bilimsel ve teknik gelişmeyi teşvik etmeyi garanti eden 5. Maddesini sonuna kadar okudu; sözlerini bitirdiğinde salon alkıştan kırılıyordu.

Bu iki anekdotu, yükselen dalganın ulaşmaya başladığı kıyıları örneklemek için verdim. Ama bu dalgaya karşı yükselme başlayan karşı tepkiyi de görmek ve hazırlıklı olmak gerekiyor. Sanırım gelecekte olacakların ilk işareti, İspanya’da ortaya cıktı.

Geçen hafta İspanya’da sosyalist parti hükümeti, ulusal hava alanlarının ve hava alanlarının yönetimini yürüyen Aena’nın kısmı olarak özelleştirilmesini ön gören yeni bir önlemler paketi açıkladı. Ardından uzun süreli işsizlerin almakta olduğunu 426 Avro ödeneği kaldırdı. Aynı anda hava trafiği denetçilerinin, o güne kadar hak ettikleri tatil, hastalık izni, doğum ödeneklerini ve bir çok başka ödenekle birlikte kaldırdığını açıkladı.

Hızla yükselmeye başlayan toplumsal tepkiye karsı, sosyalist hükümet, Anayasa’nın orduya ülkenin bütünlüğünü ve anayasal düzeni koruma görevi veren 8. Maddesini harekete geçirerek, hava alanlarını ve sahalarını ordunun denetimine verdi. Böylece fiilen bu sektörde bir sıkıyönetim ilan edilmiş oluyordu. İspanya’nın bu konuda bir istisna olacağını sakın düşünmeyin 11 Eylül 2001’in ardından hemen tüm Avrupa hükümetleri, terörizme karşı yeni yasalar geçirirken, grev ve direnişleri ilgilendiren bir çok konuyu da bu yasaların kapsamına sokmayı unutmadılar.

Yukarıdaki saptamalarda bir gerçeklik payı varsa, haklar mücadelesi, anti-kapitalist mücadele, yeni bir döneme giriyor demektir. Bu yeni dönem ister istemez, yeni çalışma tarzlarını, mücadele, savunma, korunma araçlarını gerektiriyor. Geçtiğimiz yıllarda geliştirilen ve yakın zaman kadar geçerliliğini koruyan tarzlarla ve araçlarla bu dönemin içinde geçmek, sunacağı olanaklardan yaralanarak çıtayı yükseltmek olanaklı değil. Uzun bir süredir zayıflamış olan tarihsel hafızamızı canlandırmanın ve geçmişten, geleceğe ışık tutabilecek yeni dersler çıkartmayı bir kez daha denemenin tam zamanı.

“Sol ve Din” tartışmasına bir katkı

(sol.org 02/12/2010)

Geçen ay Bir Gün gazetesi Internet sitesinde “sol ve din”, “Afyon mu protesto mu? “Marks dine karşı mı?” başlıkları altında ilginç bir tartışma yaşandı.

Tartışmanın bir tarafında, Burhan Sönmez sosyalistlerin, egemenlerden yana olan sağ dinciliği teşhir etmeleri, ama dinin kendisini hedef tahtasına koymamaları gerektiğini savunuyor. “Dinin kendisine değil onun belli bir (sağ) yorumuna karşı mücadelenin”[[1]] önemini vurguluyordu. Diğer tarafta, Gazi Çağlar, ağırlıklı olarak, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı”(1943) baslıklı ünlü metne yaslanıyor ve Marks’ın dine karşı olduğunu gösteriyordu.

Tartışmanın, aydınlatıcı, kışkırtıcı özelliğinden, yazarların önemli noktalara ışık tutmuş olmaları bende de bir şeyler söyleme gereksinimi uyandırdı. Hemen, baştan not etmeliyim ki, benim aklım, ağırlıklı olarak, Marks’ın din karşısındaki konumunu başarıyla sergileyen Çağlar’dan yana.

Ben bu yazımda, özetle, “sol ile din” (“sol” kavramına ilişkin kaygılarımı daha önce vurgulamıştım) arasındaki ilişkiyi düşünürken, iki düzeyi birbirinden ayırmak gerektiğini savunacağım. Bu düzeylerin birinde dinin hedef tahtasına koyulması kaçınılmazdır. Öteki düzeyle, dini, bir söylem (ve “hakikat rejimi” olarak) ihmal ederek, görmezden gelerek davranmak, bir yere kadar olanaklıdır. Birinci düzey, felsefe pratiğine ikinci düzey ise özgürleştirici siyaset pratiğine, Praksis alanına ilişkindir.

Bütün eleştirilerin ön koşulu ve bir semptom olarak din

Marx “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” başlıklı denemesinde, biri hemen giriş paragrafında olmak üzere çok önemli üç önerme koyuyor karşımıza. Birinci önerme, “dinin eleştirisinin tüm eleştirinin ön koşulu olduğunu” söylüyor. İkinci önerme, dinin yanıltıcı bir mutluluk, maddi koşullardan kaynaklanan bir yanılsama olduğunun vurgulandığı paragrafta, dini, bir maddi koşulun kendini düşünsel-simgesel alanda dışa vurması, bir semptom olarak tanımlıyor. Marks burada, insandan bu yanılsamayı gerektiren koşulların bilgisine ulaşmadan, bu yanılsamayı (semptomu) terk etmesini istemenin yanlış olacağını vurguluyor. Psikanalizin diliyle söyleyecek olursak, insandan semptomunu terk etmesini istemek, yerine başka bir şey konulamıyorsa, bir kimlik krizini çağırmakla eş anlamlıdır. Bu ise, hem ahlaken yanlış, hem de son derecede büyük bir dirençle karsılaşacağı için (kimse kimliğini parçalamayı kabul edemez) siyasi açından boş bir çaba olacaktır.

Üçüncü, önerme bize “felsefenin proletaryada maddi silahını bulduğunu, proletaryanın da felsefede tinsel silahını bulduğunu” söylüyor.

Bu üç önermeden söyle bir sonuca ulaşabiliriz. Dinin eleştirisi, diğer eleştirilerin gerçekleşebilmesinin olmazsa olmaz ön koşuldur. Eğer proletarya felsefede tinsel silahını bulacaksa, felsefenin, dini eleştirisinin hedefine koyması kaçınılmazdır. Yoksa, proletaryanın tinsel silahı, yeterli “kinetik enerjiyi” yaratamayacak, hatta belki de elinde patlayacaktır.

Proletaryanın tinsel silahı kavramıyla, aslında, kendi durumunu anlamasına yardımcı olacak düşünce sistemlerini, bunları ifade edebilecek bir dili ve kavramlar hazinesini, kendisi için sınıf olmasına olanak verecek etik sitemi ve sadakatleri konuşuyoruz. Bu düzeyde, eleştiri tavizsiz ve nihai olmak zorundadır. Ancak, özellikle Müslüman toplulukların, dine ve kitaba yönelik herhangi bir din dışı okumayı şiddetle ret etme eğiliminde oldukları da bir gerçektir. Bu bağlamda, bir muhalefet potansiyeli olarak kendini siyasi alanda göstermeye başlayan dini hareketlerle birlikte davranma çabaları potansiyel olarak, tüm eleştirilerin ön koşulundan vazgeçmeyi, proletaryanın tinsel silahında taviz vermeyi de beraberinde getirme riskini de taşıyacaktır.

Diğer taraftan, kapitalizmin eleştirisi, kapitalizm öncesi dönemlerin dil kodlarından, kurtarılarak, bizzat kapitalizmin çelişkilerinin ve dinamiklerinin yarattığı kodlar,( kavramlar, simgeler) içinde, bunların, bir “içkin eleştirisi” (bu simgeleri kodları üreten çelişkiler, koşular bağlamında) üzerinden gerçekleştirilebildiği ölçüde proletarya kurtuluşu için gerekli tinsel silaha kavuşacaktır.

Semptom ve praxis

Bir semptom olarak din ise, “şimdi ve burada” karşımıza çıktığında, öncelikle pratik sonuçları itibariyle çıkar. Bu da bize Praksis (özgürlük mücadelesi pratiği) alanında birçok olanak sunar. Burada, dinle karşılaşmak ve eleştirmek, onunla felsefi bir düzlemde ilişkiye girmeden, kimseyi kimlik krizine itmeye kalkmadan, dillendirilen önermelerin günlük yaşamdaki sonuçları, sermayenin kodları karşısındaki durumları, yaşama geçirildikleri (maddileştikleri) taktirde yapacakları etkiler bağlamında, dini kökleri görmezden gelinerek gerçekleştirilebilir. Ancak bunun başarısı bizim, felsefi düzeydeki eleştirimizi tamamlamış olmamıza bağlıdır. O zaman dinin sunduğu kavramları, dili ve önermeleri, kullanamamaya dikkat ederek (bu bence özellikle çok önemlidir), dindar insanlarla sosyal pratiğin eleştirisi bağlamında konuşabilir ve birlikte davranabiliriz.

Ama, kendimizi hiç aldatmayalım. Dindar insanlar çok büyük bir hızla ve hiç beklemediğimiz bir anda bizi birinci düzeye çekecek soru, eleştiri ve önermelere karşımıza geleceklerdir. O zaman, andaki, konjonktürel birliktelikleri korumak uğruna uzlaşmaya, durumu idare etmeye çalışanlar, aynı hızla dini söylemler ve hareketlerce özümsenecekler, Mısır ve İran deneylerinin gösterdiği gibi, bağımsız siyasi özne olmaktan çıkacaklardır.

Diğer taraftan Praksis alanı bize, dini hedef tahtasına koymadan, salt sonuçları üzerinden tartışmaya olanak verecek sonsuz sayıda örnek sunacaktır. Bu son bölümde, yazımı, Praksis alanına ait çarpıcı bir örnek üzerinden bitireceğim.

Ali Bulaç’ın 29 Kasım tarihli yazısı dini kavramlara ve söylemlere bağlı kalarak günün sorunlarını tartışmaya başlayan bir Müslüman entelektüelin çırpınışlarını, sergilemesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Yazı, modernite, teknoloji, uygarlık, üzerine adeta birer “hazine” niteliğinde, ilginç saptamalarla dolu. Ben burada yazının Praksis alanına ilişki en önemli yanıyla, daha birici paragrafta kendini açığa vuran derin kadın düşmanlığı ve yazı ilerledikçe belirginleşen bir kadın korkusu üzerinde durmakla yetineceğim.

Birici paragraf şöyle: “Kadın-erkek ilişkisinin doğası, erkeğin kavvam vasfının korunmasına ve aile düzeninde ma'ruf ve meşru çerçevede kadının erkeğe itaat etmesine dayanır. Çünkü erkek ve kadın arasındaki ontolojik bağ eşitliği değil, yaratılıştaki çeşitliliği ve bunun zorunlu sonucu olan farklılığı öngörür”.

Bu paragraf, kadını önce bakılması, korunması (“Kavvam” sözcüğünün daha ağır anlamları da var ama ben bunlarla yetiniyorum) gereken, bu korunma karşılığında koruyana itaat etmesi gereken bir varlık olarak tanımlayarak, karşımıza tam anlamıyla bir köle efendi ilişkisi koyuyor. Bu durumun, ilkel bir natüralizmle doğal koşullara bağlanmasıysa, aklımıza ister istemez dinin her türlü baskı ve eşitsizliği ebedileştirme eğilimine ilişkin uyarıları getiriyor. Tabi doğa düşüncesi burada, kendiliğinden var olan bir şeye değil, yaratılan bir şey göndermeyle bizi hemen tanrının düzeniyle karşı karşıya bırakıyor. Böylece, kadın erkek eşitliğini savunanlar, doğrudan tanrının düzenine karşı çıkmış oluyorlar. Bu önermenin Praksis alanındaki sonuçlarını düşünmeye başlamak bizi Taliban’a kadar götürebiliyor. Yazarın “farklı” olanlar arasında eşitlik olamayacağı sonucuna ulaşan saptamalarıysa, eğer bir kafa karışıklığının ürünü değilse, biyolojik farkları, “yasaya” temel alan, gerçekten çok korkutucu bir anlayış.

Teknoloji, doğa, modernite filan derken adeta kötü bir Heidegger parodisine dönüşmeye başlayan yazı, bu derme çatma köprüden, dörtnala bir feminizm eleştirisine geçiyor:

Modern teknolojik ve ekonomik güç biçimleri, modernite ile ortaya çıkan "erkek merkezli" bir kültürden "kadın merkezli" bir kültüre doğru gidiş başlamış bulunmaktadır. Modernlik öncesinde hak ve hukuk ihlallerine rağmen dinler ve kadim gelenekler "insan merkezli"ydi, bugün kadın merkezli hakim bir söylem ve kültüre doğru giderken, bu insan merkezliliği kaybetmekteyiz.

Bir an boş bulunup, ataerkilliğin tarihini unutarak, erkek merkezli kültür modernitenin ürünüdür, “dolmasını” yutsak, “inan merkezli” kavramının burada fallusu örten bir incir yaprağı olduğunu görmezden gelsek bile, şimdi kadın merkezli bir kültüre gidiyor olmanın ne mahsuru var diye soramaz mıyız? Ne de olsa, insan türünün devamında en ağır ve biyolojik olarak en riskli işi üstlenen cins değil mi kadın? Türün, toplumsal, kültürel yaşamının, türün üretiminin yükünü taşıyan cinsin gereksinimleri etrafında kurulabileceğini düşünmek çok mu akıl dışı bir yaklaşımdır?

Bulaç’ın, bu kaygıları, artık kendine bakabilen, toplumun ekonomik, siyasi sinir merkezlerine ulaşmaya başlayan, teknolojinin, dövüş sporları tekniklerinin de yardımıyla erkek kadar güçlü olabilen ve şiddet uygulama kapasitesi geliştirebilen bir kadının yükselmesi karşısında, şiddeti gittikçe artarak adeta, histeri krizlerine yol açmaya başlayan bir “kavvam vasfını kaybetme” korkusunda kaynaklanmıyor mu?

Bulaç’ın “kavvam vasfını” koruma iddiasını, moderniteye saldırarak, dine dayanarak meşrulaştırmaya çalışırken, sıra “pozitif ayrımcılığa” karşı çıkmaya, erkeğin ayrıcalıklarını iş yerinde de korumaya gelince tam bir modernist “araççı”(enstrmantalist) mantıktan medet ummaya başladığını görüyoruz. Bulaç, pozitif ayrımcılık her alanda “kalite düşüşüne sebep olacak” derken de kadın haklarındaki bir iyileşme olasılığıyla, kalite düşüşünü birbirine bağlayıveriyor; hızını alamıyor pozitif ayrımcılığın siyasi sistemi giderek “feminist otokrasiye” sürükleyeceğini iddia ediyor. Histeri krizi derken tam da bunu kast ediyordum işte.

Bu örnekte olduğu gibi daha birçok durumda, dini düşüncelerden kaynaklanan toplumsal önerilerle, eleştirinin hedef tahtasına dini koymaya gerek kalmadan, salt bu yaklaşımların iç çelişkilerinden, aslında savundukları siyasi çıkarlardan ve düpedüz yanlışlıklarından hareketle mücadele edebiliriz.



[1] Yazar tabii ki bundan çok fazlasını söylüyor, belki de daha ayrıntılı bir diyalogu gerektiriyor. Ama ben, bu yazıya ilişkin projem açısından bunlar en önemli bulduğum savlarla, kendimi sınırlamayı tercih ediyorum.

“Uygarlıklar çatışması” mı dediniz?

(sendika.org. 25/11/2010)

Bu gün çok sert ve acımasız bir “uygarlıklar çatışmasının” tam ortasındayız. Ama bu Huntington’un ileri sürdüğü gibi, dini temelde tanımlanmış, Hıristiyan, İslam ve Çin uygarlıkları arasında yaşanmıyor.

Bu çatışma Aydınlanma geleneğiyle, sermayenin var olabilmeye devam edebilmek için canlandırmaya ve kendi yeniden üretim süreçlerine tabi kılmaya başladığı Aydınlanma öncesi geleneklerden toplanarak oluşturulmuş bir yeni- bağnazlığın (obskürantizm) arasında sürüyor.

Bu çatışmanın bir tarafında 1789 Fransız devrimiyle başlayan, 1848 devrimleriyle dönüşerek, 1871 Paris Komünü’nden, 1917 Sovyet Devrimi’nden 20. Yüzyıl'ın emperyalizme karşı bağımsızlık savaşlarından geçerek süregelen, en üst soyutlama düzeyinde, insanlığın kültürel mirasını temsil eden bir uygarlık var. Modern anlamda bireysel özgürlükleri, hatta birey kavramını konuşmaya, sınıf mücadelelerini görmeye anlamaya, toplumu ve doğayı, mucizelere gerek kalmadan açıklamaya olanak verecek bilimsel düşünce ve bir kavramlar hazinesi bu uygarlığa ait.

Bunun karşısında, yapısal krizini aşarak var olmaya devam edebilmek için, dinci gelenekleri, pasif nihilizmi canlandırarak, tüm karşıt sesleri susturmayı amaçlayan sermayenin, bu mirasın kavramlar hazinesini (dilini) yok etmeye başlayan anti-uygarlığı (barbarlığı) var. İnsanlık, bu gün işte bu, uygarlıkla, anti-uygarlık (barbarlık) arasındaki gittikçe sertleşen çatışmanın ortasında duruyor.

***

İnsanlık kültürünün, özgürlük (kendini geliştirme, kendi bedenine sahip olma, düşündüklerini, inandıklarını açıkça ifade etme) eşitlik (bireyler, farklı etnik gruplar, ırklar, cinsiyetler ve cinsel tercihler, arasında) ilerleme (toplumsal koşulları ve doğal çevreyi daha fazla özgürlük ve eşitlik doğrultusunda dönüştürebilme) ilkeleri bugün, çok yönlü ve şiddeti gittikçe artan bir saldırının altındadır!

Sermayenin anti-uygarlığı, tüm “yaşam dünyalarını”, sermaye ilişkisine tabi kılarak imha ediyor, tekdüzeleştiriyor, toplulukları, kendi haz süreçlerine, sermayenin ürettiği malların ve simgelerin tüketim süreçlerine odaklanmış bireylerin matematik toplamına dönüştürüyor, bireyi, sürekli manipüle edilen bir tüketiciye indirgiyor.

Sermaye “yaşam dünyalarını” yok ederek ayakta kalmaya çalışırken durmadan körüklenen tüketim, eskime, yok olma, yeniden tüketim döngüsü, gelinen noktada insanlık uygarlığının var oluşunun biyolojik zemini de yok etmeye başladı. Bir taraftan aşırı tüketimin doğrudan bir soncu olarak iklim değişikliği canlı türlerini yok ediyor, diğer taraftan insanın ve genelde canlıların genetik yapısı çözümlenerek, metalaştırılıyor, nöroloji bilimi (neuroscience) bulgularını, siyasal iktidarların, büyük şirketlerin; disiplin, denetleme süreçlerinin, kültür endüstrisinin hizmetine sunuyor. Felsefe (bilgi sevgisi), bilim, siyaset, aşk, sanat alanlarında ortaya çıkan, “olayları”, “yeniyi” anlama ve anlamlandırma çabalarını terk ederek, sermayenin yarattığı baskının altında, giderek, “deneysel felsefe”, “alan felsefesi” başlıkları altında, sermaye ve siyasal iktidar için toplumsal sorunları çözmeye yöneliyor. New York Times’da bu konuda yazan bir “felsefe Profesörü’nün dediği gibi “ne de olsa faturaları ödeyecek parayı bunlar getiriyor”.

Günümüzde, sermayeden başka bir yaşam, biyolojik-bedensel hazlardan başka bir var oluş hayal edemeyen bir pasif nihilizm (liberalizm ve postmodernizm), tüm hazların yok olduğu ölüm noktasından ötede bir dünya hayaliyle yaşayan kökten dincilik (Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, Hindu) buluşarak, onunla insanlığın simgesel evrenine egemen olmak için rekabet ediyor. Bu görünüşte, birbirine zıt iki akım, çağdaş bağnazlığı (obskürantizmi) birlikte inşa ediyorlar.

Her ikisi de insanlık tarihinin, hem kendi öznelliğini, hem toplumsal ilişkilerini, hem de doğal çevresini değiştirerek baskının sömürünün, savaşların olmadığı, yaşanabilir bir dünya (yeni insan, yeni toplumsal ilişkiler ve yeni bir doğal çevre) kurmaya yönelik ilerleme düşüncesini ve onun berberinde getirdiği kavramları insanlığın uygarlık geleneğinden, kültürel kazanımlarından silmeye çalışıyorlar. Çağdaş bağnazlığın karşısında, tutunulabilecek tek bir seçenek var: Bu yeni dünyanın, yeni insanın ve yeni doğa’nın kurulabileceğine ilişkin inanç!

***

İnsanlık ilk kez bu kadar keskin bir uygarlıklar çatışması durumuyla karşı karşıya. İnsanlık, en son, böyle bir uygarlıklar çatışması noktasına çok yakınlaştığında, Faşizme karşı savaşıyordu.

Bu, savaş, sermayenin totaliter doğasının (her şey bana tabi olmalıdır), emperyalizm, ırkçılık, jenosit ve aydınlanma karşıtı tüm anti-kültürel özelliklerini kendine toplamış (Goebbels: “Kültür sözcüğünü duyunca hemen silahıma uzanırım) totaliter siyaseti (herkes benim istediğim gibi yaşayacak) olan Faşizm-Nazizm ile Komünizmin (Marksistler ve Anarşistler) bir savaşıydı.

Bu savaşta, sermaye kesimleri arasındaki çelişkilerin, emperyalizmin dinamiklerinin yarattığı koşullar, Komünistlerle (Marksistler ve Anarşistler), Cumhuriyetçilerin, Faşizme karşı ortak mücadele etmesine olanak sağladı, bu uygarlıklar çatışmasının yaratığı konjonktür çözülebildi.

Eğer, o dönemde komünistler, kapitalist sınıf içinde oluşan çatlakları, sınıfın farklı kesimlerinin, bloklarının çıkarları, siyasi projeleri arasındaki farkları yok sayarak, kısa bir süre için kafa karıştıran, faşizmle sosyal demokrasiyi aynı kaba koyma hatasında ısrar etselerdi, bu gün başka bir dünyada yaşıyor olacaktık.

Bir bilimkurgu denemesiyle şöyle düşünebiliriz: Belki o zaman Nazi Almanyası, nükleer silahlar geliştirmesine olanak verecek zamanı kazanabilecek, tüm insanlığı bir nükleer savaşın içine itebilecekti. Ya da, nükleer denge, Naziler'in işgal etmiş oldukları bölgelerde egemenliğini kalıcılaştıracak, sermaye grupları yeni bir statükoda anlaşacak; bu konsensüs kısa sürede yeniden SSCB ve Komünistler üzerine dönebilecekti. Kim bilir?

O dönemde, komünistler sosyal demokratlarla hatta muhafazakar cumhuriyetçilerle birlikte, sürekli maruz kaldıkları ihanetlere, aldatmalara karşı, kendi siyasi örgütsel, ideolojik bağımsızlıklarını koruyabildikleri, ilişkilere devrimin ve komünizmin ahlakının merceğinden bakarak yaklaşabildikleri ölçüde çalışabildiler. Bu durumu çok iyi anlatan, hepimizin çok iyi bildiği bir anekdotu anımsarsak: İki düşman vardı karşılarında, biri kafalarına silah dayamıştı. Öbürünün elinde -anekdotun bir versiyonuna göre- zehir dolu bir kupa vardı, içmesini istiyordu, -bir diğer versiyonuna göre- ip vardı kendisini asmasını istiyordu. Önce hangisiyle mücadele etmek gerekiyordu?

Nasıl silahla zehir/ip arasında bir aciliyet farkı var idiyse, faşizm ile burjuva demokrasisi (aslında artık oligarşik cumhuriyet) arasında da işçi sınıfının, komünistlerin siyasi kültürel ve örgütsel var olma koşulları açısından çok önemli farklar vardı. Seçenek konusu olacak kadar yaşamsal farklar!

Bu denkleme o zaman için Yahudiler'i, Romanlar'ı, eşcinselleri, özürlüleri eklersek durum belki biraz daha açıklık kazanabilir. Birinde yok olmak söz konusuyken, öbüründe, komünistler ve işçi sınıfı örgütleri açısından yaşayabilmek, iktidara ilerlemeye çalışmak, en azından yeniden başlayabilmek olanağı…

***

Bu günlerde, hem “Batı”da hem “Ortadoğu”da egemen kanaat, AKP’nin gelecek seçimleri kazanarak, “reformlarına”, diğer bir deyişle toplumsal mühendislik projesine devam edeceği doğrultusunda. Peki AKP’nin projesini nasıl anlıyor bu yorumcular? Bu yorumcular AKP’nin projesini, kapitalist parlamentarizmle Müslümanlığın yaşam dünyasını birleştirmeyi başarmak olarak anlıyorlar.

Bu “projeyi”, bu yazıda tanımlanan uygarlıklar çatışması ikilemi üzerinden okuyabilir miyiz? Bence okuyabiliriz. Bu proje kapitalizmin totaliter eğilimleriyle, dini yaşam tarzının, bireyin zamanını, mekanını, bedensel estetiğini, beslenme ve cinsel yaşamının (haz alanlarının) pratiklerini yakından denetlemeyi, disiplin altına almayı ve gerektiğinde cezalandırmayı amaçlayan totaliter eğilimlerini birleştirmeyi amaçlıyor. Bu bağlamda bu proje yeni bir siyasi rejime, giderek devlet biçimine (dolayısıyla egemen sınıf iktidarının yeni bir biçimine) açılıyor.

Karşımızdaki, Aydınlanma Geleneği'nin ve insanlık kültürünün, eşitlik, özgürlük, ilerleme ilkelerine karşı bir projedir. Bu karşıtlık, bu projenin, işçi sınıfının çıkarlarını dile getirmeye, siyasetini oluşturmaya, bu sınıfı tanımlamaya (öz bilincine ulaşmasına olanak veren söylemlere), bu arada etnik kimliklerin kendi varlıklarını açıklamaya, ayrımcılığa direnmeye, çıkarlarını savunmaya, feminist mücadeleye, genelde haklar mücadelesine olanak verecek söylemlerine de karşı olunduğu anlamına gelir. Dahası, bu proje tüm bu söylemleri giderek simgesel evrenden çıkartmayı amaçlayan bir projedir. Bu bağlamda liberallerin pasif nihilizmiyle oluşan ittifak geçicidir. Bu projenin, doğası gereği, bir aşamada, tüm diğer muhalefet unsurlarını temizledikten sonra dönüp liberalleri de hedef alması kaçınılmazdır.

Buraya kadar anlattıklarımda bir doğruluk payı varsa, eğer olduğunu düşünüyorsanız, şimdi şu soruyu sormak istiyorum: Bugün insanlığı etkileyen uygarlıklar çatışması açısından, önümüzdeki seçimleri AKP’nin kazanmasıyla kaybetmesi arasında bir fark olacak mı?

“Hayır yok!” diyorsanız, seçimlere yalnızca komünistlerin (Marksistler ve anarşistler) alacağı oy oranları, yapacağı propaganda ve örgüt inşa dinamikleri (bu nokta anarşistleri ilgilendirmeyebilir) açısından bakabilirsiniz! Çünkü seçimlerin öncesi ve sonrasında komünistler açısından bir şey değişmeyecektir.

Yok eğer bir fark var diyor ve benim saptamalarımı kısmen de olsa paylaşıyorsanız, seçimleri, içinde farklı siyasi akımların, güçlerin, kısmen örtüşüyor olsa da birbirinden farklı projelerin karşı karşıya geleceği özgün bir konjonktür olarak değerlendirirsiniz. Bu değerlendirme üzerinden de, seçimlerden komünist hipotez açısından, hangi olumlu, ya da en azından zararsız olabilecek sonucun çıkmasını arzu ediyorsanız, bu konjonktüre, o yönde müdahale etmenin söylemlerini, diyalog alanlarını, pratik yollarını bulmaya çalışırsınız.

Bir fırsat kaçırma uzmanı olarak CHP.

(sol.org: 18/11/2010)

BDP Genel Başkanı Demirtaş’ın "Seçimlerde sol blok oluşturalım" çağrısına CHP’nin (CHP’nin yeni Kürt politikasını hazırlayan Genel Başkan Yardımcısı Mesut Değer ve CHP Grup Başkanvekili, Yalova Milletvekili Muharrem İnce’nin ağzından) verdiği “BDP önce solcu olsun, sonra konuşalım” tepkisini okuyunca aklıma Ehud Barak’ın bir sözü geldi. Barak Oslo barış sürecinin bir aşamasında, Arafat için “hiçbir fırsatı kaçırma fırsatını asla kaçırmaz” demişti. Ben de o zaman Barak bu suçlamayı yapacak en son kişi olsa gerek diye düşünmüştüm.

Türkiye’de Kürtleri parlamenter platformda temsil eden tek parti olduğunu hemen herkesin kabul ettiği BDP’nin genel başkanı, Ana Muhalefet Partisi'ne diyalog ve iş birliği teklif ediyor, son yılların moda deyimiyle, bir ‘açılım’ yapıyor. Böylece, iki laik eğilimli, modernist damarı güçlü, siyasette, farklı amaçlarla da olsa neredeyse aynı kavramlarla konuşan muhalefet partisi arasında, çok uzun bir süredir ilk kez bir diyalog fırsatı oluşuyor. Hem de Kürt hareketinin AKP’lileştirilmeye, diğer bir deyişle Siyasal İslam’ın ideolojik etkisi altına sokulmaya çalışıldığına ilişkin gözlemlerin arttığı bir dönemde.

Ama gelin görün ki, ana muhalefet partisinin, Kürt sorununa ilişkin çalışmalar yapmakla görevli bir yetkilisi ve Grup Başkanvekli, bu açılımı sinirli bir ifadeyle anında adeta ellerinin tersiyle bir kenara iterek, bu fırsatı kaçırıyorlar. Bu, fırsatı kaçırma fırsatını asla kaçırmama durumuna mükemmel bir örnek değil mi?

CHP’li görevlilerin gerekçeleri de çok ilginç. “BDP sol bir parti değil önce sol olsun omndan sonra konuşalım…”, “Türkiye’de sol bloğun nerede olacağı ise bellidir ve burada en büyük güç CHP’dir”… “Herkesin gelip CHP çatısı altında kendiliğinden birleşme ve bütünleşmeyi sağlaması lazım … Herkesin bir talep veya koşul ileri sürmeden ‘Katılıyorum’ demesi gerektiğini düşünüyorum. ‘Burada siyaset yapacağım’ desin. Herkes CHP şemsiyesi altında katkı sunmaya gelsin. Biz de onlara bu olanakları sağlayalım”.

“Bir Anglo sakson deyimi “Bu önerme o kadar çok fazla düzeyde yanlış ki eleştirmeye nereden başlayacağımı bilemiyorum” der. CHP sözcülerinin, sol blok ve işbirliği üzerine söyledikleri de öyle.

Şuradan başlayabiliriz sanırım. CHP’nin yeni, 'halk tipi', çok çalışkan bir başkanı var. Bu başkan, Türkiye’de orta sınıflar arasında, medyanın da yardımıyla ilgi odağı olmaya başladı, uluslararası çevrelerde de kendisiyle diyalog arayışlarında bir artış görülüyor. Ama tüm bunlar, bu yeni başkanın gelecek seçimlerde CHP’yi hükümete taşıyacağı anlamına gelmiyor.

CHP’nin gelecek seçimlerde bir şansının olabilmesi için, AKP karşısındaki tüm güçlerin oylarını kendinde toplaması gerekiyor. Referandum sonuçları böyle bir olasılığın gerçekleşmesine ilişkin kimi olumlu işaretler verdi. Ama o kadar! CHP bu olasılığı görmek ve gerçekleştirmek için gereken adımları atmayı başaramaması halinde, referandumda ortaya çıkan potansiyelden yararlanamayacaktır.

Eğer CHP kurmayları, bu yüzde 42 nasıl olsa bize mahkum diye düşünüyorlarsa, “neden, referandumda, AKP hükümeti sosyalistlerin onayını almaya bu kadar önem verdi?”, sorusuyla birlikte bir kez daha ve derin derin düşünmeleri gerekiyor. Bu yüzde 42’in ne kadarı CHP’nin başarısıdır ne kadarı solun enerjisinin sonucudur henüz belli değil. Ama medyada, ilgi çekecek, konu olacak kadar bir gücün ortada olduğu kesin. Bu potansiyele BDP’nin oylarının bir kesiminin de eklenmesi halinde, ortaya, gelecek seçimlerin sonuçlarını belirleyecek farkı yaratabilecek bir büyüklüğün çıkabileceğini kolaylıkla söyleyebiliriz.

Ama CHP açısından sorun şurada başlıyor: Sosyalistler, CHP’nin bu güne kadar sergilediği profile bakıp, desteklemek için güçlü bir neden bulamıyorlar. Birincisi bu haliyle seçimleri kazanacağına inanmıyorlar. Bu yüzden, CHP’ye verilecek desteğin de son tahlilde ziyan olacağını düşünüyorlar. İkincisi, durum böyle olunca, sosyalistlerin bir kısmı, kendi siyasi hattımızı, birlik sürecimizi inşa etmeye, CHP’nin sağa kaymasıyla birlikte boşalan yeri doldurabileceğimiz bir düzeye ulaşmaya çalışsak daha yararlı olur diye düşünüyorlar. Bir diğer kesimi de zaten CHP’ye Kürt sorunundaki tavrından, emekçi sınıfların sorunlarına ilgisizliğinden, geleneksel devlet partisi olmasından ve otoriter eğilimlerinden dolayı oy vermemekte ısrarlı görünüyor.

Eğer sosyalistler, seçimlerde, beli bir birlik, kısmen de eşgüdüm içinde, CHP’yi, AKP’nin yanına koyarak, ikisine birden karşı bir tutum alırlarsa bu tutumun yaratacağı sinerji CHP’nin seçimleri kazanma sansını sıfıra indirir.

CHP’nin, bu ülkede solu biz temsil ediyoruz, herkes bize gelsin, BDP zaten sol değil gibisinden dayatmacı ve kusura bakmasınlar ama amatörce söylemler benimseyeceğine AKP’nin seçim başarılarından gereken dersi çıkartmayı başarması gerekiyor. Bu ders şöyle özetlenebilir. AKP ( ve siyasal İslam) çok farklı siyasi ve kültürel akımları, ekonomik kesimleri birden kendine çekerek tek bir kanalda birleştirebilecek söylemleri geliştirmeyi başardı. Böylece ortaya, köktendinci kesimlerden sol liberalizme kadar, yaşam tarzları birbirlerine taban tabana zıt kesimleri kapsayan, Kürt hareketinin ilgisini çeken “çözüm umudunu” güçlendiren bir siyasi cephe oluştu. Bu cephenin, değişim ve özgürlük üzerine kurulan “muhalif ama hegemonik” söylemi, zenginle yoksulu, kent soylu kesimlerle, proletaryanın çeşitli kesimlerini (lümpen proletarya da dahil) birbirine yapıştırdı, karşısındaki güçleriyse, otoriter, darbeci, İslamafob vb suçlamalarla “ötekileştirdi”.

Bu gün bir taraftan, AKP’nin kurduğu bu blok ve saflaştırma dinamikleri hala büyük ölçüde geçerliliğini koruyorlar. Diğer taraftan, bu bloğun maddi zeminini oluşturan iç ve dış dinamikler hala güçlü olmakla birlikte önümüzdeki dönemde ciddi sarsıntılar geçirmeye aday görünüyorlar. Diğer bir deyişle önümüzdeki seçimlerde, CHP açısından bir fırsat penceresinin açılacağını söyleyebiliriz.

Bu iç ve dış dinamikler ikilemini kısaca açmaya çalışırsak; AKP dış politikası Türkiye’nin bölgedeki durumunu temsil eden jeopolitik mozaiğin tüm taşlarını yerinden oynattı ama, bunları yeni bir resim oluşturacak biçimde bir araya koyamadı. AKP hükümeti Türkiye’yi, komşularıyla ‘sıfır sorun’ olan ülke yabacağım derken, herkesle sorunları olan ülke olma noktasına doğru götürüyor. AKP açılımları özellikle Kürt açılımı iflas etti. Kürt hareketinin temsilcileri büyük bir düş kırıklığı yaşıyor, 30 yılın birikimini Siyasal İslam’a kaybetme tehlikesi karşısında geriliyor, CHP’nin elini sıkmakta isteksiz oldukları bir noktadan, ‘sol blok’ önerdikleri bir noktaya geliyorlar. Sosyalist hareket, AKP’nin tüm baştan çıkartma manevralarına, buna aracılık yapan ‘Dr Faustus’ özentilerine sırtını dönerek kendi bağımsız yoluna, kendi içindeki diyalog alanlarını inşa etmeye çalışarak, gitmeye devam ediyor. Bu gidiş referandumda ideolojik, kültürel ve siyasi olarak ihmal edilemez bir profil sergiliyor. Uluslararası ekonomik kriz etkisini sürdürmeye devam ediyor, bu krizin bu güne kadar Türkiye’ye yarar gibi görünen sermaye hareketlerinin yarattığı balon, dış ticaret açığındaki artışın hızlanmasıyla birlikte tehlike işaretleri vermeye başlıyor.

Böylece oluşmaya başlayan konjonktürde, ya CHP bugünden başlayarak, geniş bir muhalefet bloğu oluşturma fırsatını değerlendirmesine olanak verecek söylemi, diyalog alanlarını, halk kesimlerinin ilgisini çekecek kültürel ekonomik politikaları üretmek için çalışacak, ya da bu fırsatı da kaçırarak, nasıl iflah olmaz bir fırsat kaçırma uzmanı olduğunu bir kez daha kanıtlayacak.

Bu “durum” böyle devam etmez

(Sendika.org 11 Kasım 2010)

Türkiye’de sosyalist harekete bakınca şöyle bir anlayışın, çok yaygın belki de egemen olduğunu düşünüyorum: Bu “durum” daha uzun bir süre böyle gider; rutin etkinlikler var olan yapılar temelinde güç toplamaya örgüt inşa etmeye devam…

Ben bu “durum”un uzun süre devam etmeyeceğini, büyük sarsıntıların ve dönüşümlerin eşiğinde olduğumuzu düşünüyorum. Aşağıda açmaya çalışacağım gözlemlerimde doğruluk payı varsa, rutin etkinliklerle beslenen çizgisel, evrimci gelişme sürecinin ötesine geçebilecek, hareketin bir bütün olarak gücünün hızlanarak artacağı dinamik bir gelişme hattı gerekiyor. Bu hattı inşa edebilecek kurum ve önerileri tartışmaya, yenilerini gündeme getirmeye başlamak giderek acil bir önem kazanıyor. Yoksa, birkaç yıldır, özellikle mali krizle birlikte hızlanmaya başlayan tarihin dişlileri arasında bir kez daha parçalanıp un ufak olabiliriz.

“Durum” üzerine bir not

Bu “durum” kavramı, “yapı"nın içindeki güçler dengesini, başat ve ikincil çelişkileri, parçalarla bütün arasındaki ilişkilerin özelliklerini ve tüm bunlar üzerinde karşımıza (siyasal erk ve egemen ideoloji tarafından sınırlanarak) konan olasılıkların bütünlüğünü ve karmaşıklığını temsil ediyor. “Yapı” söz konusu olduğunda, konumuzla ilgili soyutlama düzeyleri bağlamında, üç “küme” düşünebiliriz. Birincisi ana, evrensel küme olarak, küresel kapitalist ekonomi ve bir egemenlik bağımlılık matrisi olarak var olan devletler sistemi. Bu kümenin içinde de ekonomik siyasi bölgelerden ( nüfuz alanlarından) oluşan, kimi noktalarda birbiriyle kesişen/örtüşen bir seri alt küme düşünülebilir. Bu alt kümeleri içinde de devletleri (ülkeleri, ülkelerin bölgelerini) düşünebiliriz.

Tüm bu karmaşıklığı bir dönemde, şu veya bu biçimde tanımlamamıza olanak veren kapitalist sınıf çelişkileri, sermaye brikim rejimleri, devletlerarası ilişkiler, (hegemonya, emperyalizm vb) bunları temsil eden ideolojik sistemler, belli bir süre için, belirli istikrarsızlıkların kendini tekrarlamaya devam ettiği bir istikrara ulaşırlar. Bu istikrar dönemi boyunca, yapının sınırları çok belirgin ve güçlü, hatta aşılamaz bir görüntü (yalnızca görüntü) sergilerler. Ancak bir noktada sermaye birikim sürecinin içsel çelişkilerinin ifadesi olan kriz eğilimleri, yeniden düzenlenemez yönetilemez bir noktaya ulaşır. Bu noktadan itibaren sabitlenmiş istikrarsızlıkların istikrarını temsil eden yapı hızla çözülmeye, dönüşmeye başlar.

Bu kavramsal düzeyden tarihe inecek olursak, yakın tarihimizle ilgili sanırım şu “durum” dönemleri saptayabiliriz.

1945/50 – 1968/73: Ekonomik büyüme dönemi (Fordist sermaye birikim rejimi), İki bloklu, iki hegemonik merkezli devletler sistemi, emek ve sermaye arasında belli bir uzlaşmaya dayalı, refah devleti, sosyal demokrasi, kitlesel sendikalar.

1968/73 -1989: Merkezde başlayan ekonomik krizin genelleşmesi, küresel çapta bir kriz yönetiminin (Naeo-liberal küreselleşme) bu dönemin ikinci yarısında başarıyla devreye girmesi. Kısacası SSCB’nın çözülmesiyle taçlandırılacak olan bir kapitalist restorasyon dönemi.

1989- 1997: Egemen kriz yönetim modelinin (Neoliberal küresellesme) tükenmeye başlamasıyla son bir finansallaşma atağının başlaması.

1998-2007: Modelin tükenişinin kesinleşmesiyle birlikte ertelenen tüm kriz eğilimlerinin kendilerini dayatmasına, kaynak savaşlarına, pazar kavgalarına, büyük güçler arası rekabetin sertleşmesine paralel klasik emperyalizmin, sömürgeciliğin geri gelmesi.

2007- ?: Finansal kriz ve çözülmenin hızlanması.

Kabaca anımsatmaya çalıştığım bu dönemlerin tanımlarını, egemen ideolojideki, estetik rejimlerdeki değişimleri, uygun öznelliklerin oluşumunu, krizini ve değişimlerini, hatta teknolojik değişkenleri de ekleyerek daha da zenginleştirebiliriz. Amerikan hegemonyasının gerilemesi ve Çin, Hindistan gibi güçlerin yükselmesini düşünebiliriz. Bu sürece paralel olarak Fordizmin, dayanışma ağları, kamusal eğilimleri, sınıfsal aidiyetleri güçlü, işlevsel tüketim modeline eklemlenmiş öznelliklerini ekleyebiliriz. Sonra bu dayanışma ağlarını ve kurumlarını kaybetmeye başlayan, hedonistik tüketim modellerinin ağlarına takılan yeni öznelliklerin ortaya çıkış sürecini ve bu dönüşümün, “komünist hipotez" açısından siyasi sonuçlarını tartışabiliriz. Interneti, teknolojik gelişmeleri hesaba katabiliriz. Ama sanırım yukarıda sunduğum, birbirini izleyen “durum”lara ilişkin kronoloji genel olarak kendini korumaya devam eder…

Bu kronoloji bize bir “durum”dan öbürüne geçerken hep şiddetli sarsıntıların yaşandığını söylüyor. 1968/73 ayaklanmaları, 1989 çöküşü, 1997-2001 arasında, Asya krizi, Kosova savaşı ve 9/11 ve emperyal proje. 2007 Mali çöküş, emperyal projenin iflası, Çin’in yükselmesinin kabullenilmesi…

Şimdiki “durum” en patlayıcı olanı

Kriz başladığından bu yan en patlayıcı (en sert sarsıntılarla bir yenisine geçme özelliği anlamında) “durumu” yaşadığımıza inanıyorum. Bunu en güzel 1968/73 dönemiyle karşılaştırarak görebiliriz diye düşünüyorum.

1968/73 dönemi büyük bir sarsıntıya, etkilerinden hala sıyrılamadığımız bir ideolojik kırılmaya (post-ile başlayan sözcükleri düşünelim) yol açtı. Çok sert ve genelleşmiş bir resesyon, sermaye birikim modeli ve rejiminin artık kar oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimlerini egemen kılmaya devam edemediğini, yapısal bir krizin başladığını haber veriyordu. Vietnam Savaşı'nın sonucu, Dolar-Altın bağının kopması, ABD hegemonyasının gerileme sürecine girdiğini söylüyordu.

Ancak, önce krizin sermaye hareketleriyle çevreye taşınması, ardından borç krizi yoluyla neoliberalizmin, merkezden çevreye taşınarak piyasaların açılmaya, ulusal projelerin biriktirdiği kaynakların talan edilmeye başlanması ve restorasyon, kriz eğilimlerini ertelemeye devam edebiliyordu. Kriz yeni başlamıştı, sermaye sınıfının, bir kriz yönetim rejimi oluşturmasına olanak verecek koşulları (hatta genel bir düzen dayatmaya devam edebilecek bir liderliği) vardı.

Bugün “durum” farklı. Bu koşulların büyük bir kısmı ortadan kalktı. Liderlik çok zayıfladı. Egemen kriz yönetim rejimi, bunu destekleyen ve bunun desteklediği ABD hegemonyası tükenmiş durumda. Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Almanya Avrupa’nın merkezi haline geldi. Kriz sınıf çelişkilerini hızla derinleştiriyor, keskinleştiriyor, direnişi körüklüyor.

Dün olmayan şeyleri de görüyoruz bu gün. Avrupa’da büyük grevler, öğrenci hareketleri, silahlı mücadeleye yönelmeye başlayan anarşist gruplar, ne yönde evrimleşeceği belirsiz yeni bir “normal”in şekillenmeye başladığını söylüyor. Ekonomik kriz devam ediyor. Büyük güçler arası dengeler bozulmaya, karşılıklı suçlamalar yoğunlaşmaya başlıyor. Ekonomilerin ve devletlerin, siyasi, askeri ve teknolojik gücü açısından çok stratejik hale gelmiş mallar (değerli mineraller, enerji, gıda ve su), mal ve finansal sermaye ihraç piyasaları üzerinde yakın zamana kadar piyasa koşulları çerçevesinde süren rekabet yerini siyasi çekişmelere, neo-kolonyal yöntemlere bırakıyor. Ulusal piyasaları koruma eğilimleri, diğer bir deyişle krizin yükünü komşunun üzerine yıkma eğilimi güçleniyor.

Bu sürecin kendine özgü bir yaşamı var: Döviz savaşları, ticaret savaşları, pazarların kaynakların zorla bölüşülmesi, sonra yeniden bölüşülmesi için mücadele…

Küresel çapta, birçok aşılamaz çelişki, denetlenemez dinamik kesişmeye, deyim uygun olursa “durum” içinde “olay alanları” yaratmaya başlıyor. Bu “olay alanları”, içine bir kibrit düşmesini bekleyen benzin havuzlarına benziyorlar.

Krizin yükünü, bu kez sıcak para hareketleriyle, çevreye taşıma eğilimi yine güçleniyor. Ama bu kez, çevrede genel eğilim sermaye hareketlerinin önünü açmak değil, gelenlere direnme, sermaye hesaplarını denetleme yönünde. Sıcak para hareketlerinin ülke ekonomisinin içini boşalttığını öğrenen ülkeler, Türkiye gibi birkaç istisna dışında, çoktan büyük ticaret fazlaları, döviz rezervleri oluşturmuşlardı; şimdi sermaye hareketlerini denetlemeye, bu kaynağın kesilmesinin yaratabileceği açığı ellerindeki rezervlerle kapamaya hazırlanıyorlar. Böylece içe dönük tüketimi ve yatırımları destekleyerek ülke ekonomisini ayakta tutmanın, refahı ve siyasi istikrarı korumanın bir yere kadar söz konusu olabileceğini, böylece zaman kazanabileceklerini düşünüyorlar. Ama bu eğilimler uluslararası gerginlikleri arttırmaya devam ediyor. Batı merkezli modelin tepesindekiler, Kennet Rogoff’un çarşamba günü aktardığım sözlerindeki gibi “Yükselen piyasalar, kendi ticaret kurallarıyla oynamalarına izin verilemeyecek kadar büyük ve önemli hale geldiler. Bu ülkelerin liderleri yerel çıkarları dizginlemeli, yabacı rekabeti desteklemelidir” diye düşünüyorlar.

Türkiye bu son dönemi, 2001 krizine karşın, Asya ve Latin Amerika ülkeleri gibi, dış ticaret fazlası, döviz rezervleri inşa ederek, ekonomiyi şoklara karşı koruyacak tedbirleri geliştirerek yaşamadı. Aksine merkez ülkelerin sermayesinin çevreye kaçarken yarattığı sıcak para hareketlerinden kısa dönemli siyasi çıkarlar sağlamak, özellikle Siyasal İslam projesini ilerletmek, hükümetin müşteri tabakalarını, kendisini destekleyen sermaye kesimlerini beslemek, bu arada toplumsal mühendislik projesi için gerekli toplumsal rızayı satın almak için kullanmayı tercih etti. Bu sırada oluşturmaya başladığı (ulaştığını sandığı) güce dayanarak ülkenin yerini yeniden tanımlamaya, yeni uluslararası inisiyatifler, ittifaklar, ortaklıklar oluşturmaya girişti. Ancak, hükümetin, güçlü üretim ve yatırım dinamiklerine dayanmayan bu tercihleri, hem ülke içinde hem de ülkenin çevresiyle ilişkilerinde çok kırılgan ekonomik, siyasi diplomatik fay hatları yarattı.

Dünya ekonomisi kümesine dönersek, mali krizin denetim altına alınması için devreye sokulan, genişlemeci ekonomi politikaları, krizi aşmaktan ziyade ertelediler, dahası bu kez çevre ekonomilerinde mal, gayrimenkul ve menkul kıymetler piyasalarında yeni balonlar ürettiler. Bu balonlar enerji, gıda, değerli madenlerin (altın gibi) fiyatlarını yukarıya doğru iterek, egemen sermaye birikim rejimini daha da istikrarsızlaştırıyorlar.

Dünya ekonomisinin geleceğinin tartışıldığı çevrelerde egemen kanaat şimdi, tüm bu eğilimlerin 2011 yılında birbirlerini güçlendirmeye başlayarak yeni bir sarsıntıya yol açacağı doğrultusunda şekilleniyor.

Şimdi yeniden Türkiye’ye dönersek önümüzdeki “dönemin” adeta bir “olay alanı” yaratacağını düşünebiliriz. AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan rejim değişikliği süreci, seçimlerden sonra yeni bir anayasa ile bir devlet biçimi değişikliği sürecine dönüşecek. Bu gün zaten faşist diktatörlük var diyerek, bu değişikliğin getireceği sorunları tartışmaktan kaçınamayız; seçimlerin şu veya bu biçimde sonuçlanmasının, ardından oluşabilecek siyasi gelişmelerin sosyalist hareket açısından kazanacağı anlamı da…

Buraya kadar özetlemeye çalıştığım saptamalar, birçok açıdan çok özel bir dönemin eşiğinde olduğumuzu, belki de bu döneme girdiğimizi gösteriyor. Bu nedenle sosyalist hareketin, sıradan bir dönemdeki rutin çalışmalarla yoluna devam edebileceğini düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır. Sosyalist hareketin gruplarının bir an evvel güçlerini birleştirerek bu dönemde ülke siyasi coğrafyasında öne çıkmaya çalışmaları, “olay alanına” müdahale etmeye olanak sağlayacak bir sinerji yaratmanın yollarını bulmaları giderek daha büyük önem kazanıyor. Bu nedenle, halkın ve emekçilerin yaşamında fark ve iyileştirme yaratarak sosyalist mücadelenin önünü açabilecek bir noktaya sıçramaya, bu noktadan ilerlemeye olanak sağlayacak tüm olasılıkların mutlaka göze alınması gerekiyor…

Bitirirken, kendini iktidar olmaya aday ve niyetli görmeyen grup, parti, akım etkinliklerinin aslında gerçek birer siyasi çalışma anlamına gelmediğini bir kez daha anımsatmak istiyorum.