Friday, December 26, 2014

“AKP hükümetine demokrasi ve hukuka dönüş çağrısı”. üzerine bir not


Liberal entelijensiya, “AKP hükümetine demokrasi ve hukuka dönüş çağrısı”. Başlıklı bir metne imza toplanmaya çalışılıyor. 
Bu metne imza koyanlar liberal entelijensiyanın sahtekarlığına ortak olacaklardır. Sahtekarlık sözü ilk anda ağır gelebilir. Onun için kısa bir açıklama yapacağım.
1) Metin işlerin son bir kaç yılda bozulduğunu ima ediyor.
2) Buradan hareketle öncesini, dolayısıyla liberal entelijensiyanın siyasal İslam’ın yükselişine yaptığı katkıyı, hatta suç ortaklığını gizlemeyi amaçlıyor
3) Geçmişte bir dönemde, “geri dönülecek” bir demokrasi ve hukuk düzeni olduğunu ima ederek, AKP’nin aslında demokrasi ve hukuk düzeni getirmeye çalışırken yolda çıktığına inanmamızı istiyor.
4) AKP’nin ve siyasal İslam’ın liderliğinin yanlış yaptığını ve yanlıştan geri dönebileceğini ima ederek Siyasal İslam’ın özgün bir projesi olduğunu ve attığı adımların kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturduğunu görmemizi engelliyor, restorasyon sürecini, bizzat AKP liderliğinin ve siyasal İslam’ın entelektüellerinin avaz avaz bağırarak açıklamaya devam ediyor olmalarına karşın gizlemeye çalışarak, direnişi paralize ederek, devamına katkıda bulunuyor.
Bu noktada liberal entelijensiya, siyasal İslam’ın hegemonya sürecinde üstlendiği “trasformismo” (ortada durarak önce yanına çekmek sonra öbür tarafa  aktarmak) işlevini yeniden yakalamayı amaçlıyor.
Bir zamanlar hata yapılmış olduğunu kabul etsek bile, tüm olup bitenlerden sonra, hala o hatalı tutumda ısrar etmek,  aslında “hatanın” kasıtlı olduğunu, bu anlamda bir sahtekarlıkla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor
Bir Anglosakson deyimini ödünç alırsam, geçmişte bunlar tarafından bir kere dolandırıldıysanız, sizi dolandıranlara ayıp. Şimdi ikinci kez kanarak bu metne imza koyarsanız artık size ayıp.

Sunday, December 21, 2014

ABD - Küba yakınlaşması ile ilgili eski bir yazı


 

 Küba ne yöne gidiyor? 

4 Ekim 2010 (Sendika.org)
Küba’da Raul Castro yönetimi, 500,000 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Biz de kendimizi, ayakta kalmış son devrim için “Küba ne yöne gidiyor?” sorusuyla karşı karşıya bulduk. Bu sorunun cevabının kapitalizm olmasından korkuyoruz. Aslında “Küba ne yöne gidiyor?” sorusunun içinde bir başka ve belki de daha ağır bir soru gizli. Bu soru da bize çok gecikmiş, ama bir o kadar da önemli bir başka tartışmayı öneriyor. Küba bir yöne gidiyorsa, “bu yolculuğa hangi noktadan başlıyor?” Diğer bir değişle nereden geliyor [da belki de kapitalizme doğru gidiyor]?
Bu soruya bu yazıda bir cevap vermeye niyetim yok. Onun yerine aklımdaki kimi soruları sizinle paylaşmaya çalışacağım. Ama önce bizi bu tartışmaya iten en son gelişmelere kısaca bakalım.
Yüzde on’luk tasfiye
Küba’da çalışanların sayısı toplam 5 milyon kişi civarında. Öyleyse geçen ay açıklanan işten çıkartmalar ki, bu günlerde fiilen başlamış olmaları gerekiyor, toplam çalışanların yüzde10’una eşit. Bu gelişmelerin iki garip boyutu var. Birincisi işten çıkartmalara ilişkin açıklamaları işveren (devlet) değil, sendikalar (CTC) yapıyor. İkincisi, bu işten çıkartmalar açıklanmadan önce sosyal güvenlik yasaları değişiyor; işsizlik ödeneği son maaşın yüzde 60’ı ve bir ay olarak sınırlanıyor. Böylece yeni yasalara göre bu işçilerin işten çıkarıldıktan bir ay sonra hiç bir ödenek almadan ortada kalacakları anlaşılıyor. Sizi bilmem ama ben bunu öğrenince dudaklarım uçukladı. “Bu nasıl bir rejim ki işgücünün yüzde onunu bir anda sokağa koymaktan çekinmiyor?” diye düşündüm. Ama tabii ki durum biraz daha karmaşık.
İşten çıkarılacak olanlardan 250,000’ine 178 alanda özel iş kurmaları için lisans verilecek. Diğer bir deyişle bu 250,000 kişi, taksi şoförü, berber, lokantacı, bakkal, veya herhangi bir dalda küçük üretici olabilecekler. Tabii, hangi üretim ve ticaret bilgisiyle, hangi başlangıç sermayesiyle olacakları, gerekli iş aletlerini, ondan sonra gereken yedek parça ham madde vb’yi nereden bulacakları pek belli değil. Raul’un “Sizleri yalnız bırakmayacağız” vaadine güvenmekten başka çaremiz yok bu aşamada. Birilerinin de ABD’deki Kübalı göçmenlerden gelmesi olası kaynaklara umut bağladığı anlaşılıyor.
Geri kalanlardan 200,000’i devlet dışında, var olan ya da kurulacak kooperatiflerde istihdam edilecekler. Geriye 50,000 kişi daha kalıyor. Ama bunların ne olacağını çıkaramadım.
Ama ilk 250,000 kişinin eğer gereken sermayeyi bulabilir (ABD’deki Kübalı göçmenlerden önemli miktarda sermaye gelirse), başarılı olurlar da işlerinde tutunabilirlerse, işçi sınıfı kategorisinden çıkarak, küçük burjuva kategorisine geçecekleri kesin. Başarılı olamayanların işlerini kaybettikten sonra başarılı olanların yanında çalışmak durumunda kalacaklarını (o da şanslıysalar) varsayarak, bu aşamada, sermaye birikimi, merkezileşme ve yoğunlaşma sürecine adım atılmış olacak. Diğer bir deyişle Raul Castro rejimi devlet eliyle (o da destek olduğunu varsayarsak) küçük burjuva yaratmaya ve kapitalistleşme sürecinin önünü açmaya, kapitalist yetiştirmeye başlıyor. Tabii bunu söylerken kendimi şu sorudan koruyamıyorum.İyi de bu kapitalistleşme sürecine giren üretim tarzı ne?
Bu soruya, Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinin bir başyazısındaki “Reformların amacı, sosyalizmi, korumak, sürdürmek mükemmelleştirmeye devam etmektir” saptamalara bakarak “sosyalizm” diye cevap verebiliriz. O zaman da “Egemen sınıfın (Sanayi ve tarım işçilerinin- yanılıyor muyum yoksa), bizzat kendisinin yüzde onluk bir kesimini özel girişimciye (kapitaliste) dönüştürmeye kalkması ne anlama geliyor?” sorusu kafamızın içinde dolaşmaya başlıyor.
Konuya dönersek, daha önce özel sektörde yaklaşık 600,000 kişi çalışıyormuş Bunların sayısı yeni gelenlerle birlikte 850,000’e, diğer bir deyişle toplam çalışanların yüzde 17’sine ulaşıyor.
Peki bu dramatik işten çıkartmaların, piyasa ekonomisini canlandırma reformlarının, hem de dünyada serbest piyasa ekonomisinin iflas ettiğine ilişkin bir kanı genelleşirken, mantığı nereden kaynaklanıyor?
Bir yıldır ortada dolaşan “Bir milyon işçi fazlası var, üretkenlik düşük, devletin yükü çok fazla” söylemi, Raul Castro’nun “Küba’nın, insanların çalışmadan yaşayabildiği bir ülke olduğu imajını tümüyle silmeye kararlıyım” açıklamaları bize ışık tutabilir mi?
İşçi fazlası kavramı tümüyle kârlılıkla ve verimlikle, diğer bir deyişle sermaye birikiminin ölçütleriyle bakınca ortaya çıkan bir durum. Ama Küba sosyalist bir ülke! Böyle bir ülkede, üretici güçler gelişir, toplumsal hizmetler yaygınlaşırken, işçi fazlası kavramı olamaz. Eğer olursa bu sorun çalışma saatleri indirilerek, refah düzeyini yükseltecek hizmet sektörü genişletilerek kolaylıkla aşılabilir.
Prof Vidal‘in, “Bu değişiklikler şayet halk hareketleri yoluyla uygulanırsa adada sosyalizmin güçleneceğine” ilişkin sözlerindeki “halk hareketi”nin nasıl bir şey olacağını ise anladığımı söyleyemem.
Peki, Raul’un açıklaması bize yardımcı olabilir mi? Belki ama önce, kimi kastettiğini anlamak koşuluyla, ayda 20 dolara çalışan işçileri mi, yoksa turizm sektöründe yabancı uyruklu milyonerlere sağlanan lüks konut edinme ayrıcalığından yaralanamadığı için yakınan kimi Kübalıları mı?
Kafam gittikçe karışıyor
Bu konu üzerinde düşünmeye başlayınca, ilk önce Sendika.Org’un hazırladığı Küba dosyasına baktım. Karşıma ilginç bir görüntü çıktı.Petras, Küba’daki rejimi, üstelik de bence çok dostça ve soğukkanlılıkla ve çok iyi anlaşılır savlarla eleştirmiş. Buna karşılık,Castro, Petras’a fena halde bozulmuş, “Sözde aşırı solun süper devrimcisi”, “Hayalci” diyor, “Zehirli neo-liberal mavallar öğütlemekle” suçluyor. Ama ne yazık ki Castro’nun yazısından bu hiddetin nedeni anlaşılamıyor.
Narciso Isa Conde, Kapitalizme giden yolları kapamaktan, prekapitalist seçenekleri yok etmekten, sosyalizme açılmaktan söz ediyor (500,000 işten çıkarma kararından önce mi yazıyor acaba sonra mı?). CastroThe Atlantic Monthly‘ye “Küba modeli artık bizim için bile işlemiyor” demiş, sonra düzeltmiş, aslında ironi yapıyormuş.
Ali Ergin Demirhan‘ın yazısıCastro-Petras tartışmasına büyük ölçüde açıklık getiriyor. “Gerçekten çok yararlı ve aydınlatıcı” diye düşünürken, Guillermo Almeyra‘nın yazısındaki “Yatırımcıları çekmek için devrimin kalıntılarını gömmek intihardır“. “Aksine özgür örgütlenme, özyönetim ve demokrasi temeli üzerinde, üreticilerin iktidarını maksimum düzeye çıkararak otokrasi ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak büyük bir değişimle onu yeniden canlandırmak lâzım“, uyarısını görünce yine kafam karıştı. Pardon! Nasıl yani?Devrimin artık yalızca kalıntıları mı var karşımızda? Otokrasi kim?
Sonra İnternet’te Kübalı sosyalist Sam Faber ile yapılmış bir söyleşiye rastladım (‘Küba Devriminin Kaynaklarına Yeniden Bakarken’ başlıklı kitabın yazarı). Faber Küba rejiminin uzun süredir bir gerileme yaşamakta olduğunu, bunun ekonomik kriz nedeniyle daha da derinleştiğini, işten çıkarmaların bu zeminde gündeme geldiğini ileri sürüyordu. Faber, Küba’da bu işten çıkartmalara karşı pek bir direniş beklemediğini söylüyor. Buna karşılık son yıllarda gençlik, özellikle siyah gençlik arasında bir yabancılaşmanın, polis tacizine karşı tepkinin yükselmekte olduğuna dikkat çekiyor; adeta buradan bir radikalleşme bekliyor. Çok iyimser diye düşündüm. Gençliğin bu kesimini etkisi altına almış olan müzik ve gangster kültürünü düşününce…
Bir moment daha mı geliyor
Acaba, 1989 -1993 dönemini andıran bir tarihsel moment mi geliyor? Küba bir ekonomik ve siyasi rejim değişikliğinin, toplumsal altüst oluşların eşiğinde mi?” Bu sorular önümüze geliyor. Bu kez bunlardan kaçmamak gerekiyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılması, SSCB’nin dağılması, tarihimizin en önemli olaylarından biriydi. Ama o zaman Türkiye solu bu olayı tartışmak bir yana, görmezden gelmeyi seçti, üstelik de o zaman elinde Kuruçeşme Toplantıları gibi bir araç varken.
Türkiye solu, 1989-93 arasında yaşanan o “olayı” kimi siyasetçilerin hatalarına, ihanetine, uluslararası komplolara bağlayıp geçmeyi tercih etti. Sokaklara toplanan, duvarın üzerinden atlayan, ondan sonra da kendini neo-liberalizmin, haz ve tüketim toplumunun kucağına bırakan on milyonlarca insanın arzularını, tepkilerini görmezden geldi, bunların nedenlerini, köklerini sorgulamadı, devrimden 80 yıl sonra ortaya çıkan bu durumu anlamaya çalışmadı, böyle yaparak da iyice anlaşılmaz, karanlık, gizemli bir olaya dönüştürdü
Türkiye solu, burada sorunun Stalin’i suçlamaktan veya aklamaktan çok daha öte, tarihimize ve geleceğimize, bugünkü sosyalizm anlayışımıza ilişkin bir anlamı olduğunun ayırdına varamadı.
Şimdi Küba benzer bir süreci adeta yavaş çekilmiş bir tren kazası filmi gibi yaşıyor. Ya da öyle görünüyor. O zaman kaçırdığımız fırsatı şimdi yakalamak gerekir diye düşünüyorum. Fidel’i, Raul’u aklamak ya da mahkum etmek için değil. Onların da son tahlilde yapısal belirleyicilikler altında hareket eden birey olduklarını unutmadan olup bitenleri anlayabilmek ve dersler çıkartabilmek için.

Tuesday, December 16, 2014

Demokrasinin gizlediği diktatörlük

(Birgün Kitap ekinde yayımlandı)


Francis Fukuyama, yatırım bankası Merril Lynch’in, 1990’lerde Küreselleşme üzerine düzenlediği  bir toplantıda konuşurken, Amerika’nın en gelişmiş kapitalist ülke olmasından hareketle, modelinin her yerde benimsenmesinin kopyalanmasının mantıken uygun olduğunu savunuyordu. Bu saptamadan hareketle bugün kapitalist/parlamenter demokrasinin en gelişmiş biçiminin de Amerika’da olduğunu varsayabiliriz.
Öyleyse, Marx’ın “bir türü anlamak için en gelişmiş örneğine bakmak gerekir” uyarısından hareketle, kapitalist/parlamenter demokrasiyi anlayabilmek için Amerika’daki örneğine bakmayı deneyebiliriz.
Bu konuda,  Anayasa Profesörü Michael Glennon’un, geçtiğimiz aylarda yayımlanan, “Ulusal Güvenlik ve Çifte hükümet” başlıklı kitabı bize yardımcı olabilir. Glennon Amerikan devletine kadro yetiştiren okullardan birinde çalışıyor olmanın ötesinde, on yıllardır Washington’da Senato-Meclis  Komisyonlarına,  her iki partiden senatörlere danışmanlık yapan, Financial Times’ın deyimiyle “içerden” biri. Glennon’un ayrıntılı, akademik açıdan mükemmel kitabı, ilk kez içerden birinin elinden liberal demokrasinin üzerindeki “seçimlerle gelen halkın temsilcileri” örtüsünü kaldırarak özünü görmemize olanak veriyor.
Glennon, Amerikan devletinde kararları, yasama-yürütme-yargı organlarının başına seçimlerle gelip gidenlerin, televizyonlarda, merasimlerde, uluslararası gezilerde, görünen politikacıların değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, halkın cahilliğinden, iradesinin ifadelerinden adeta nefret eden üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatının aldığını, onaylanması ve yasalaştırılması için politikacıların önüne konduğunu örneklerle sergiliyor. Senato komisyonlarına seçilen “politikacıların”  hemen hepsinin daha önce bu güvenlik aparatında çalışmış yada bu aparatla çalışmış insanlardan oluşuyor olması da bu yapılanmanın bir başka özelliği.
Dahası Glennon’un esas kalkış noktası, İngiltere devleti üzerine 19. Yüzyılda, bir Anayasa uzmanı olan Walter Bagehot tarafından yapılmış bir çalışma. Bu çalışma İngiltere, Glennon da Amerika için, aslında biri ötekini gizleyen, biri göstermelik diğeri gizlenen esas, iki hükümetin (yönetimin) olduğunu ortaya koyuyor. Bunlardan biri halkın ilgisini üzerinde tutuyor, kamu oyunu oyalıyor, şekillendiriyor, kendi seçtiği temsilcileri tarafından yönetildiğine ikna ediyor. Bu sırada tüm önemli kararlar, halkın gözünden uzak, Anayasal kısıtlamalardan yalıtılmış, yalnızca kendi içinde, kendisi tarafından denetleneni kendi içinde hesap veren bir güvenlik bürokrasisi tarafından alınıyor.
Glennon, bu durumu gizlemeye yetecek kadar istisnanın da her zaman söz konusu olduğunu, bu konunun asla ihmal edilmediğini de vurguluyor.
Kararlar, yasa taslakları bu aparatın uzmanları tarafından formüle ediliyor, bu uzmanlarla birlikte çalışan komisyonlarda elde geçiyor, Başkanın, yasamanın önüne geliyor. Glennon hiç bir başkan Ulusal Güvenlik konseyinde yapılan önerileri göz ardı edemez, kulağına fısıldanan öneriyi geri çeviremez, CIA her istediğini her zaman alır diyor. Bu yüzden hükümetler geliyor ve gidiyor güvenlik politikaları değişmiyor. Örneğin Bush’tan Obama’ya ulusal güvenlik konusunda tam bir süreklilik ve aynı eğilim üzerinde gelişme gözleniyor. Obama  seçim kampanyasında Bush’un dış politikasını, iç güvenlik, izleme gözleme dinleme pratiklerini sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçildikten sonra bu uygulamalara devam etmekle kalmadı bunları daha da geliştirdi, güçlendirdi.
Glennon İngiltere’de, burası en ileri kapitalist ülkeyken, hegemonyasının zirvesindeyken gözlemlenmiş bu gizli yönetimin, esas devlet-iş yapan devlet yapısının, Amerikan devletinde de, II. Dünya savaşından sonra, ABD hegemonyası  kurulurken, Truman döneminde oluşmaya başladığını anlatıyor. Glennon’un bu oluşma sürecine ilişkin anlattıkları, sürecin bir komplo biçiminde değil, devleti oluşturan güvenlik ağının karşısına gelen gereksinimlere verdiği tepkilerden, iç ve dış tehlike, risk algısından kaynaklandığını gösteriyor. Kısacası karşımızdaki kapitalist sınıf-kapitalist ekonomi-hegemonya süreci gibi parametrelerin altında şekillenen yapısal, adeta kendiliğinden bir süreç.
Truman dahil, her iki partiden birçok temsilci, senatör, “başımıza polis devleti gelecek”, CIA- FBI “gestapo olacak”, Pentagon “Alman genel kurmayına benzemeye başladı” gibi ifadelerle kaygılarını dile getiriyorlar ama, gelişmeleri engelleyemiyorlar. Dahası o günden bu yana seçilmiş politikacıların kaygıları eleştirileri, bu güvenlik aparatının, daha da yayılarak, merkezileşerek denetimden daha da uzaklaşarak adeta bir otokrasiye dönüşmesini de engelleyememiş.
Washington Post’un 2011 yılında yayımlanan bir araştırmasına göre bugünlerde, bu güvenlik aparatı en azından 46 federal bürodan, 2000 özel şirketten, milyondan fazla çalışandan oluşuyor ve yılda bir triyon dolar harcıyor. Glennon  Savunma Bakanlığının yaklaşık 700.000 personelinden yalnızca 250’sini devlet başkanının atayabildiğini vurguluyor.
Tüm bunlar beni “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür” saptamasının ötesine, parlamenter demokrasi, seçimler, seçilmiş yöneticiler aslında, devletin özünü, gerçek yöneticileri, güç merkezlerini gizleyen bir örtüdür düşüncesine, oradan da, muhafazakar kesimler arasında gelişen “demokrasi özgürlükleri (kapitalist özgürlükleri) sınırlıyor” tartışmasını anımsayarak, artık kapitalist demokrasinin hiç bir biçimi mümkün değil galiba sonucuna götürdü.

Sunday, December 14, 2014

Zaman gazetesine yönelik "operasyon" üzerine bir not

-->

Bir Bağlam Sorunu

Zaman gazetesine yönelik operasyonlar karşısında tavır almak gibi bir sorun ortaya çıktı. Bu bir “sorun” çünkü, Zaman gazetesi, Taraf gazetesiyle birlikte, AKP rejimi kurulurken “değişim”, “darbe tehlikesi” söylemi altında tüm muhalefete karşı harekete geçirilen sınır tanımaz bir simgesel şiddetin en önemli kaynaklarından biriydi, hatta belki de, liberal entelijensiyanın demokrasi fantezilerine, “stratejik cahilliğine” en uygun yayın olmasından dolayı dolayı en önemlisiydi. Şimdi, bu “simgesel şiddet odağı” siyasal İslamin içinde yaşanmakta olan iktidar savaşı bağlamında devleti doğrudan kontrol eden kesimin saldırısı altındadır.
Düşünsel dünyalarının sınırı yüzey biçimlerinin ötesine geçemeyen liberal entelijensiya, gözlerinin önündekilere bakarak, “saldırı altındaki gazetecilere sahip çıkmamız gerekiyor, bunlar dün bize faşizm uygulamış bile...” tavrını benimsiyor ve  yaymaya çalışıyorlar.  Bu “madem ki bazı gazeteciler saldırı altındadır öyleyse, bu gazetecilere sahi çıkmak gerekir” saptaması, kendini yüzey biçimlerine hapseden, analiz birimi olarak bireyi alan, liberal dünya görüşüyle belirlenmiş bir bağlam içinde tavır almayı önererek, hem yaşananların esas anlamını gizliyor, hem de aslında liberal dünya görüşünün yayılmasına da hizmet ediyor.
Zaman gazetesine yönelik operasyona ilişkin alınacak tavrı liberalizmin önerdiği bağlamın dışından düşünmek gerekiyor. Bu bağlam, bugün hedef olanların dün simgesel şiddetin araçları ve uygulayıcıları, siyasal İslam’ın militanları olduğu gerçeğinin üzerini örtmemeli, bugün yaşananların bir hegemonya ve iktidar pekiştirmesi hamlesi, totaliter bir yönetime doğru yeni bir adım olduğu gerçeğini konuşmaya da olanak sağlamalıdır.
Bu bağlam ülkede konuşulabilen şeylerin, meşru siyasi eylem sayılabilen etkinliklerin sınırının hızla daraltılıyor olmasına karşı çıkma bağlamıdır. Bu bağlam, bu daraltma adımının sınırının nihayet rejimin ortaklarını ve işbirlikçilerini de kapsayacak noktaya kadar daraltılmış olduğunu, daraltılmaya mutlaka devam edeceğini de göstermeye olanak verir; tavır alma sorununu  sıkıntılı bir “bunlar faşist ama sahip çıkmak zorundayız” gibi bir ideolojik “intihar” eyleminden uzak tutar.
İlk bakışta pratikte aynı sonuca ulaşıyor olmakla birlikte bu iki bağlam  teorik ve tarihsel olarak taban tabana zıttır. İkincisi rejimin karakterini ve gelecekte yaşanabilecekleri konuşmaya izin verirken, birincisi,  sorunu bireylere indirgeyerek bu tartışma kapılarını, düşünme olanaklarını kapamaktadır.
Kısacası, Zaman gazetesine yapılan operasyona karşı çıkmanın uygun bağlamı, siyasal İslam’ın ifade ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlamaya, hatta yok etmeye yönelik, pratik ve simgesel şiddetine karşı çıkmaktır, dünün “teröristlerine” sahip çıkmak değil...

Sunday, November 02, 2014

İslam’ı kim/ne temsil ediyor?

(3 Kasım Bigün Pazar Ekinde ayımlandı)

El Kaide, Müslüman Kardeşler, nihayet IŞİD ve benzerleri totaliter niyetli, şiddet tutkunu “radikal” akımlar, hareketler, örgütler bir taraftan,  ABD-Avrupa savaş uçakları diğer taraftan, birlikte, Afrika’dan Afganistan’a halkların yaşamını cehenneme çeviriyorlar.
ABD, Batı uçakları terörist avlarken, çoğu kez kurunun yanında yaş da yanarken, Batı dünyasında, yaşayan Müslüman azınlıklar da iki yönden gelen bir basınç altında bunalıyorlar.  Bir taraftan Müslüman olmayan nüfus arasında Müslümanlara yönelik bir kuşku, korku, hatta bir düşmanlık gelişiyor. Avrupa’daki kimi Müslüman entelektüelin vurguladığı gibi “ adeta her an dini inançlarını savunmak, bir güvenlik sorunu oluşturmadıklarını kanıtlamak zorunda kalıyorlar”
Diğer taraftan,  El Kaide, Müslüman Kardeşler, nihayet IŞİD ve benzerleri, Cihatçı hareket , bu insanları yeterince  Müslüman görmüyor  doğrudan, ya da dolaylı olarak “mürted” ilan ediyor, ölümle tehdit ediyor, hatta öldürüyor.
Hem Afrika’dan Afganistan’a uçakların hedef aldığı topraklarda hem de, çeşitli nedenlerle gelip sığındıkları topraklarda, “terörizme” karşı savaşın getirdiği bu basınç altında bunalan Müslüman halkın içinden çıkan kimi sesler, entelektüeller, “bunlar aşırı akımlar, İslam’ı temsil etmiyorlar. Bunlar gerçek İslam değil, İslam barış, uzlaşma, hoşgörü dinidir” demeye çalışıyorlar.  
Ben bu son derecede zor durumda, kapitalizmin sıradan şiddetinin ötesinde, şiddet üreten bu iki basıncın altında bunalan seslerin savlarının doğrulanmasını, “emperyalizmin” elinden bu “terörizme karşı savaş” bahanesinin alınmasını, İslam’la bireysel özgürlüklerin bağdaşabileceğinin, İslam’ın bireyin tüm yaşamını kontrol etmeye çalışan totaliter biçimlerin dışında da var olabileceğinin  kanıtlanmasını çok istiyorum. Ne yazık ki, bu konuda iyimser değilim.
Şii-Sünni, ayrışmasından bu yana çeşitlenen mezhepler arasında, “Gerçek İslam”ın ne olduğunu, kimin bunu temsil ettiğini bilmek olanaklı değil. Bu soruya akademik / bilimsel bir cevap aramak da boşuna: Bu, aslında “mutlak” olana ilişkin sorunun cevabı, bugüne kadar hemen her zaman kılıçla verilmiş. 
Bu yüzden, bu yazımda bu soruyu yalnızca  anımsatıp  esas olarak,” bunlar ‘aşırı akımlar’ İslam’ı temsil etmiyorlar” savının “temsil etme” kısmı üzerine bir katkı yapmayı denemek istiyorum. Gerçek İslam’ın ne olduğunu bilecek durumda değilim ama, “temsil etmiyorlar” savına, koşullu olarak, katılmıyorum; İslam’ı bugün, bu radikal, totaliter şiddet eğilimli  hareketlerin temsil ettiğini düşünüyorum.

Temsil etmenin iki boyutu

“Temsil etmek”, edilgen olmayan, aktif bir duruma, “bir şey yapma” durumuna işaret ediyor. “Temsil etme” kavramının ise iki anlamı var: Biri, bir şeyin yerine geçerek, o şeymiş gibi davranmak. İkincisi, bir şeyin yerin geçmeden, onun arzularını, söylemek istediği şeyi tasarlayıp dile getirerek, onun adına konuşmak (Spivak’ın Marx’tan gelerek yaptığı yorumdan yararlandım[[i]]).
“Yerine geçmek”, şimdi, burada, var oluş düzleminde, yadsınamaz bir yeğinlikle (intansite) o şey olarak belirmek anlamına geliyor. Bu, zamana, mekana, siyasi, fiziki, kültürel, duygulanımsal etkiye ilişkin bir durum.
“Temsil etmenin” bu anlamından hareketle, özelde Müslüman dünyasına, genelde uluslararası alana bakarsak (bunu medya ve günlük yaşam alanlarında etkileşim olarak tanımlayabiliriz) Afrika’dan Afganistan’a aşırı, radikal, totakiter, terörist vb., olarak tanımlanan, en geniş anlamda siyasal (iktidarı arzulayan) İslam yelpazesi içine sokulabilen, akım ve örgütlerle, bu örgütlerin, akımların çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan taraftarlarıyla, sempatizanlarıyla karşılaşıyoruz.
Yaklaşık bir milyarlık bir Müslüman nüfus içinden çıkan bu akımlar, bugün burada en güçlü, siyasi, fiziki, kültürel, hatta duygulanımsal etkiyi yaratıyorlar, en yüksek düzeyde görünür olmayı başarıyorlar. Kısacası, bu radikal, terörist, totaliter akımlar, Müslüman nüfusun ve İslam’ın “yerine geçiyor”: onun olması gerektiği, ya da olduğu varsayılan yeri dolduruyor.
Bu “yerine geçme”, “olması gereken yeri doldurma”, yalnızca bir coğrafyada, belli özellikleri olan bir grup insan arasında karşımıza çıksaydı, o coğrafyanın özelliklerine ilişkin özel bir durum olarak görebilirdik. Ancak, bu duruma, yaklaşık yüz yıldır farklı sınırlar (ekonomik ve siyasi hatta kültürel yapılanmalar) içinde yaşamakta ve farklı hızlarda değişmekte olan halklar arasında, çok sayıda noktada rastlıyoruz. 
Bu durum ister istemez bizi belli sonuçlara götürüyor. Bu rastladıklarımızı sosyolojik açıdan, anlamlı bir örnekleme (aslında veri noktasının çokluğundan, yaygın dağılımından dolayı, bu gözlemleri doğrudan temel almak da olanaklı) olarak kabul edebiliriz. Bu örneklemeden hareketle bir genelleme yapma, bu genellemeye evrensellik atfedebiliriz: Bugün hem İslam’ı hem de Müslüman nüfusu bu “aşırı”, terörist, totaliter vb., akımların, örgütlerin “temsil etmenin” birinci anlamında, “temsil ettiğini” söyleyebiliriz.
“Temsil etme” kavramının ikinci anlamına, “adına konuşma” edimine gelince, konuşmanın, sözle, simgeyle ve eylemle olduğunu da unutmadan, İslam adına, konuşurken, “gerçek İslam”ın ne olduğu konusunda saptamalar yaparken, sesi en çok duyulanlar, eylemleri en çok gözüken, etki yapanlar gene bu “aşırı”, radikal, totaliter, “terörist” olarak tanımlanan akımlar değil mi?
Boko Haram, El Nusra, IŞİD gibi fiziki şiddeti, devleti siyasi iktidarı ele geçirmek için açık ve etkin biçimde kullanan gruplar var. Müslüman Kardeşler gibi, devleti seçim mekanizmasına dayanarak simgesel şiddetten yararlanarak ele geçirdikten sonra, iktidarlarını konsolide etmek, kendi “Gerçek İslam” anlayışlarını tüm Müslümanlara dayatmak, rakiplerini tasfiye etmek, farklı sesleri susturmak için devletin şiddet araçlarını kullananlar da...
Bu ayrımı yapsak bile, eninde sonunda her ikisinin de “adına konuşma” noktasında, birbirine çok benzer ilkelerde, duyarlılıklarda, şiddet uygulama, korku salma, tüm yaşamı denetim altına almayı arzulayan totaliter rejim eğiliminde buluştuğunu kolaylıkla görebiliyoruz.
El Kaide ve IŞİD türü yapılar şiddeti etkin kullanarak bu “adına konuşma” rolünü gasp ediyorlar. Müslüman kardeşi tipi akımlar, seçim sandığından çıkan bir oy oranından hareketle, azınlığı yok sayarak, “adına konuşma”  hakkını aldığını iddia ediyor.  Her ikisi de “gerçek İslam”ın bilgisinin tekeline sahip olduğunu iddia ediyor, herkesin, günlük yaşamın buna uymasını istiyor.  Kısacası, “adına konuşma” anlamında da İslam’ı ve Müslümanları, bugün, burada,  bu “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
Sonuç olarak, bugün her iki anlamda da, İslam’ı “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
Bu “temsil etme” ilişkisi bir kez oluştuktan, “gösteri toplumunun” ekranlarına yerleştikten sonra, “her insan İslam’a kendi kişiliğini [[ii]] getirir, bu kişiliğe göre orada bir şeyler bulur, sorun İslam’da değil gelenlerin kişiliğinde, önceden bulmaya karar verdikleri şeylerdedir  türünden, çoğu kez mantıklı açıklamaların da pek bir etkisi olmuyor; Bu gelenlerin de aradıklarını buldukları gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Bu “temsil ilişkisinden” kurtulmak “emperyalizmin” bölgedeki “aracını” elinden almak, bireysel özgürlüklerle bağdaşan, hoşgörülü, totaliter eğilimlerle kirlenmemiş “başka bir İslam” olabileceğini kanıtlamak da yine Müslümanlara düşüyor.



[i] Gayatri Chakravorty Spivak, “Can the Subaltern Speak?” in Colonial
Discourse and Post-Colonial Theory, eds. P. Williams and L. Chrisman (New
York: Columbia University Press, 1992).
[ii] Bu “kendi kişiliğini getirir” savında, bu kişiliğin nasıl oluştuğu, bir “Büyük Öteki” olarak İslam’ı benimsedikten sonra neden belli bir yöne gittiği sorunun burada ihmal edelim. Ancak bunun, AKP hükümete geldiğinde, AKP kadrolarının “kimliklerinin” (öznelliklerinin) hangi tarih içinde, hangi ortak “Büyük Öteki”ye göre şekillendiklerini, edinmiş oldukları ortak sadakatleri, görmezden gelerek, demokrasi vaatlerine inananların yanılgısının altında yatan etkene ilişkin çok önemli bir sorun olduğunu da vurgulamadan geçmek istemiyorum.

Thursday, September 25, 2014

"Bu bir 'Türban' değildir!"

Cumhuriyet 20.02.2008
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR


Türban tartışmaları bana Magritt 'in, bir pipo resminin altında " Bu bir pipo değildir " yazan tablosunu anımsatıyor. Bence, "gösteri toplumunun" sahnesindeki "türban" görüntülerinin altına da "Bu bir türban değildir" yazmak gerekiyor.

"Türban" , türban değil başka bir şey! Başbakan da simge olduğunu düşünüyor: Soyut bir kavramın, bizim somut durumumuzda, siyasal İslamın "hakikat rejiminin" (yaşamı düzenleme, belirleme ilkelerinin), yerine geçen bir gösterge .

Ama, Ortega Y Gasset 'in bir keresinde metafor üzerine söylediklerinden hareketle, türbanı metafor olarak da görebiliriz. Gasset, yanlış anımsamıyorsam, " dile getirmek istemediğimiz, uzaklaşmak istediğimiz bir kavramın yerine kullandığımız bir başka kavram" diyordu metafor için. Türbanın biçimi üzerinde de bir anlaşmaya varamadığımıza göre onu bir giysi parçası olarak değil de "kavram" olarak görmek daha doğru olabilir.

Eğer "türban" bir kavram ise, metafor olarak işlevi ne? Hangi, kavramın yerine kullanılıyor? Sağda ve solda, liberal entelijansiyanın üzerinde iyice düşünmesi gereken bir soru bu. Aslında düşünmeye gerek de kalmıyor giderek; "bireysel özgürlüklerin" simgesi olarak türbanın giderek siyasal İslamın "hakikat rejimine" özgürlük istediklerini açıkça söylemek istemeyenlerin , sığındıkları bir metafor olduğu ortaya çıkıyor. Bir toplumda iki "hakikat rejimi" birden egemen olamayacağına ( "yaşam dünyasının" tümünü düzenlemeyi amaçlayan İslamın "relativist" veya postmodern olduğu da ileri sürülemeyeceğine ) göre, bu özgürlük talebi, diğer "hakikat rejimlerinin" özgürlüklerinin boğulmasından başka bir anlama gelmeyecek. Bu aşamada bunu açıkça talep etmekten - mahalle baskısı dışında- kaçınmak isteyenler, bir metafor olarak türban kavramına sığınıyorlar...

Bir metafor olarak 'ortaçağ'

Söz metafordan açılmışken, siyasal İslamın, "gösteri toplumunun" sahnesindeki, "organik entelektüellerinden" Fehmi Koru 'nun, "çok bilmiş" , bir yazısına da değinmeden geçmeyelim.

Fehmi Koru, "Dönmeyelim tamam da, hangi ortaçağa dönmeyelim?" başlıklı yazısında Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker 'in "Ortaçağa dönülemez" sözlerine takılmış, bu bahaneyle bir taşla birçok kuş vurmaya kalkmış: Hem İlhan Selçuk ve Özdemir İnce ile hesaplaşmaya çalışıyor, hem de aynı anda " bir zamanlar Batı'dan daha ileriydik " fantezisini satmaya... Selçuk ve İnce bir başkasının savunmasına gereksinimleri olmayan iki güçlü yazar. O nedenle, " bir zamanlar kartaldık" havası üzerinde durmak bence çok daha yararlı olacak.
Fehmi Koru yazısında, iki kuşu birden vuramıyor ama, bir paragrafta iki açığı birden veriyor: " Demek böylelerinin aklına 'ortaçağ' denildiğinde İslam geliyor. Batı'nın 'karanlık çağlar' yaşadığı o dönemlerde İslam dünyasının pırıl pırıl parladığını, Müslümanlar sayesinde bilim, mimari, sanat ve felsefe alanlarında büyük ilerlemeler kat edildiğini; ortaçağdan çıkışı, Batı'nın, İstanbul'un fethi ile Martin Luther 'in büyük çapta İslamdan etkilenmiş 95 maddelik reform paketine borçlu olduğunu bilmiyorlar."

Fehmi Koru, "ortaçağ" kavramından, "karanlık çağlar" kavramına atlayarak, önce, tarihsel bir dönemden değil aslında bir "durumdan" söz edildiğini itiraf etmiş oluyor. İkincisi, "Peki İslam dünyası o zaman bu kadar ileriydi de neden şimdi bu kadar geride kaldı" sorusunu da tüm can alıcılığıyla gündeme getiriyor.

Kimi tarihçilere göre "karanlık çağlar" gerçekten karanlıktı, ama kasıt aslında bu değil. "Karanlık çağlar" , Batı'da yükselen yeni kentsoylu sınıfın, çözülmeye başlayan feodal düzenin dini dogmalara dayanan "hakikat rejimine" karşı başlattıkları özgürlük mücadelesinin ürünü ve aracı olarak üretilen bir metafor. "Karanlık çağların" aşıldığının, geride kaldığının kanıtı tam karşıtı "Aydınlanma" ! Bu bağlamda sorunun da cevabı, ya da cevabın en azından bir parçası kendiliğinden ortaya çıkıyor: İslam dünyası bu "ileri durumunu" koruyamadı çünkü, insan aklının eleştirel kapasitelerini özgürce kullanmasına olanak veren bir "hakikat rejimine" karşı inatla direndiği, "içtihat kapılarını" sıkıca kapattığı için elindeki "hazineleri" kaybetti da ondan...


"Ortaçağa" dönmek istemeyenler, işte buraya, İnsan aklının özgürlüğünü ve eleştirel kapasitelerini sınırlayan bir dini "hakikat rejiminin" egemen olduğu bir döneme dönmek istemiyorlar. Türban, buraya dönmek isteyen, ama bunu açıkça savunmanın henüz, uygun olmadığı bir aşamada dile getirmeye cesaret edemeyenlerin başvurduğu bir metafor. Çünkü, bu amacı, bugünün Türkiyesinde açıkça dile getirmeye olanak verecek, psikolojik, siyasi, kültürel yıkım henüz yeterince gerçekleşemedi, "mahalle baskısı" , henüz "yaşam dünyasında" , "ekolojik egemenliğini" kuramadı. Ama yarın? Böyle giderse mutlaka...

Monday, August 04, 2014

Pablo, Samuel ve de Turgut

ESKİ BİR YAZI AMA OLSUN....


Diyelim ki Turgut Uyar’ın şiirini ilk defa ve ilk şiirlerinden başlayarak sırasıyla okuyorsunuz. Başlangıçta, Arz-ı hal ve Türkiyem’de duru bir Türkçe, kolayca izlenebilen ve anlaşılabilen bir anlatı yanı sıra sağlam bir yapı ile de karşılaşınca “iyi” bir şairle karşı karşıya olduğunuzu hemen anlayacaksınız.

Gerçi sık sık, “şimdi taştan çıkardığım ekmekle”, “vatanımsın ekmeğimsin”, “Dadaloğlundan bir koçaklama dilimde”, “Kars’tan Ardahan’a ...”, ya da “Bir Türkü çal yol üstüne, gurbet üstüne...” gibi klişelerle karşılaşacaksınız. Kolaya kaçan ayaklar ve zaman zaman ritmi, armonisi aksayan satırların yani sıra “Turnam, Bir gün Bırakmayacağım”ı okuyunca, ozanın becerisi üzerine belki de erken karar vermiş olduğunuzu düşünebilirsiniz. Orhan Veli’yi, Cahit Külebi’yi, hattâ Nazım’ı hatırlatan dizeler de varmaya başladığınız bu sonucu güçlendirebilir: Zamanın şiir ortamından iyi beslenen yetenekleri sınırlı, belki de sıradan bir ozan... Tamam, oldukça karmaşık, ama de biraz zorlanan, bir ozan.

Ama acele etmeyin. “Cin dağlarının arkasıdır./ Bir Anadolu vardır, Anadolu,/ Bir lüks banyo sabunu markasıdır” dizilerindeki başarılı ironiyi değerlendirin. “Trahomlu ve sıtmalı bir viski içerim” deki dışavurumculuğu yakalayın, ya da “Sırtlarında tatlı düşlere benzer yüklerle köylüler”deki romantik tonları göz önüne alın.... Ondan sonra yargınızı oluşturun.
Ama ne kadar dikkatli okursanız okuyun ve bu olağan çoğu yerde yeknesak şiir kumsalı içindeki bütün mücevherleri bulup çıkarın, bu iki kitaptaki şiirlerin hiçbiri sizi şuna hazırlayamayacaktır: “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar.”
Bu satırlarla, o ana kadar, ilk iki kitaba dayanarak kurmuş olduğunuz şiir evreni ve gördüğünüzü sandığınız yönelim birdenbire büyük bir patlama ile darmadağın oldu. Artık yeni bir şiir evreninde olduğunuz kesin.
Bu yeni şiir evreninde, serbest bağlantıların, metaforların ve çok boyutlu, adeta kübist perspektiflerin saldırısı altında yüzey biçimlerinin tek boyutlu yeknesaklığı havaya uçar. Gerçeklik çok çeşitli boyutlarıyla ve akıcılığı içinde size konuşmaya baslar. Mandeltsam’in sözleriyle “toprağı alt üst ederek altındaki o kara maddeyi gösterme” çabasının yarattığı anlam zenginliği karşısında gözleriniz kamaşır.

Dünyanın En Güzel Arabistanı ya da Tütünler Islak kitaplarındaki şiirler kendilerini size hemen teslim etmezler, direnirler. Bunlar, sizden kendilerine layık olmanızı bekleyen, şiirlerdir. Bunlara öncekilerden faklı olarak, uzun soluklu, derinlemesine ve hatta her türlü teorik ve linguistik alet çantanızı, yaşam birikiminizi ve tüm hafızanızı kuşanarak yaklaşmak zorundasınız. Ancak o zaman bu söylediklerinden fazlasını düşündüren, dışarıda bıraktıklarıyla zenginleşen şiir evreninin tadına varabilirsiniz.

Evet, muazzam bir anlam zenginliği vardır ortada ama onu elde edebilmek için artık bir niyet bir çaba ve “tavır” gereklidir. Alışkanlıkları yıkarak, yerleşmiş biçimlerin, imgelerin ve düşünce kalıplarının sıkıcı yeknesaklığını bir kenara atarak kendisini ciddiye almanızı isteyen bir şiir var karşınızda. Bu sizinle bir söyleşiye girmeye hazır, bu söyleşiye etkin bir biçimde ve belli bir tavırla katılmanızı bekleyen bir şiirdir. Ve bu çabayı göstermeye hazırsanız ödülünüz de büyük olacaktır hele şiirle edebiyatla özel olarak ilgilenen biriyseniz.
Bütün bunlar iyi de, sunu sormaktan da kendinizi alamazsınız: Peki ne oldu? Uyar’ın şiiri neden aniden yön değiştirdi ve nasıl?
X
Bu soruyu sorar sormaz aklıma iki farklı nedenden dolayı iki sanatçı ve iki eser geliyor: Picasso ve Beckett; Les Demoiselles D’Avingnon (Avinyonlu kızlar) ve En Attendent Godot (Godot’yu Beklerken).

Picasso’nun sanat yaşamının gelişmesini kronolojik olarak izleyecek olursanız, mavi dönemin serinliği ve yumuşaklığının ve pembe dönemin karasızlığının ardından Les Demoiselles’in sertliği, hattâ yırtıcılığı ve parlaklığı, kendisinden önceki hiçbir şeye yeterince benzememesi, sizde, Arz-ı hal ve Türkiyem’den sonra Dünyanın En Güzel Arabistanı’nın getirdiği şaşkınlığı ve belki de tepkiyi yaratacaktır. Ve sorarsınız: “nereden çıktı bu şimdi?” ve ekleyeceksiniz “bu şimdi ne?” Ama yine de sanat tarihinin bir dönemecinde, önemli bir kopuşla karşı karşıya olduğunuzu fena halde bileceksiniz.

En Attendant Godot ise bir başka serüvendir. İlk sergilendiğinde Demosilles gibi büyük tepki çeken bu eser tüm olumsuz tepkilere “Asla anlaşılamaz” denmesine rağmen ilk sergilenişinden sonra, bir kaç sene içinde dünyanın birçok yerinde yüzlerce defa sahneye konmuş ve 1950 sonrasının egemen tiyatro geleneğinin bir anlamda “Canon’un” oluşmasında Artaud ve Brecht’i de bu noktada hatırlasak da, başkalarıyla karşılaştırılamaz bir rol oynamıştır.
Her iki eser de farklı dönemlerin duyarlılığına (“sensibilitiy”-T.S. Eliot) karşılık geliyor. Demosielles gerçek anlamda ilk modernist resim, kübizmin başlangıcı vb... Beckett ise son modernist, ve bazen de ilk anti-modernist... Bu açıdan aralarında önemli farklar bulmak mümkün. Ancak, her iki sanatçı ve eserin, ortalığı temizleyerek, yeni bir paradigma kurarak, yeni sanatçıların ve genel olarak sanatın daha hızlı gelişmesine olanak sağladıkları da bir gerçek.

Turgut Uyar ve Dünyanın En Güzel Arabistanı ve Tütünler Islak kitapları Türkiye şiiri açısından benzer bir özelliğe sahip. Bu iki kitapla Uyar, tabiî tek başına olduğunu ileri sürmeyeceğim, şöyle elinin tersiyle şiir ortamının var olan takım taklavatını bir kenara itmiş ve yeni araçlarla ve malzemeyle bir şeyler yapmaya girişmiştir. Başarılı olup olmamasından bağımsız olarak bu nokta, Tüm İkinci Yeni “olayı”, bence önemli bir kopuşa ve dönüm noktasına karşılık geliyor. 1970’lerde sosyalist gerçekçiliğin boğucu ve muhafazakar havasına rağmen, yaşayan ve dönemin duyarlılığına cevap arayan ozanlar açısından Uyar hep yol açıcı, kaynak olma özelliği gösteren biri ozan olarak kalmıştır.

Pablo Picasso ve Les Demoiselles D’Avignon

1900’ların başından Primitiv’lerden Cezanne’a kadar hemen bütün modern ressam ve heykeltıraşlar, kendisi de bir ressam olan Jean Metzinger’in[[1]] ifadeleriyle “hâlâ gizliden gizliye Yunan ritimlerine boyun eğiyorlardı.” Aynı dönemde yazan Daniel-Henri Kahnweiler’e[[2]] göre Braque, Derain, Matisse ve daha birçokları, hâlâ kendilerini, renk yoluyla, hoş arabeskler kullanarak ve nesnenin biçimini tümü ile eriterek ifade etmeye çalışıyorlardı... Resim bir süs eşyası olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Aynı dönemde kendini gerçekçi olarak tanımlayan Picasso ise başka bir yola gitmeye karar verdi. Yumuşak yuvarlak konturlar köşeli sert biçimlere dönüşmeye, narin pembe, soluk sarı ve parlak yeşil, beyaz gri ve siyahla yüklenmiş kocaman figürler olmaya başladı. 1906 yılının sonuna doğru Picasso daha önceki resimlerine hiç benzemeyen yeni ve “garip” bir resme Les Demoiselles D’Avignon’a başladı. Sonuçta resim, üzerinde altı aydan fazla çalışılmasına, bazı kısımların yeniden ve yeniden boyanmasına rağmen bitmeden kaldı. Ama bu resim o kadar radikal bir etki yarattı ki, resim sanatında muazzam ve tarihsel bir dönüşüm başlattı.

1900’larda modern sanat kritiklerinin hemen hepsi resmin artık chiaroscure metodu ile gerçekleştirilen bir simülasyon olmaktan çıkarak nesnenin üç boyutunun da çizim yoluyla düz zemin üzerinde betimlenmesinin; hoşa giden komposizyonlara değil tavizsiz organik bir şekilde eklemlenmiş bir yapıya sahip olmasının, buna uygun renk sorununun ve nihayet bunların hepsinin birden bir araya konması sorunlarının sanatçının önünde durduğunda anlaşıyor gibiydiler.

Aynı dönemde Jack Riviere[[3]] resmin amacının nesneleri, göründükleri gibi değil, gerçekten oldukları gibi bize sunmak olduğunu düşünüyordu. Böylece kurulan bir imaj resmin görüntüsüne benzemeyecek ama duyumsanabilir bir özünü bize verebilecekti. Öyleyse, belli bir yönden gelen ışık yok edilmeli, nesnelerin arasındaki göreli ışık aranmalı, ışığın yarattığı kabartma duygusunun yerini hacim almalıydı. Nesnenin değil sadece gözlemcinin durumunu belirten perspektif de kalkmalı, yerine nesnelerin aralarındaki ilişki konmalıydı. Nesne en çok kapsanabileceği bir açıdan verilmeli hatta zaman zaman bizim göremediğimiz yönleri “bakış açıları” da betimlenmeliydi.

Picasso bu sorunların hemen hepsine birden saldırıya geçti, ancak, “Les Demosielles Davignon’da” başarılı olamadı resim yarım kaldı. Resim yarım kaldı ama tüm eksikliğine rağmen yeni bir zemin yarattı. Bu zemine basanlar, başta Picasso olmak üzere Guillaume Apollinaire’in ifadeleriyle[[4]] “kendisinden önce gelen tüm resim okullarından bir taklit sanatı olmamakla ayrılan ve yaratıcılığa eğilimli bir kavramlaştırma sanatı olan Kübizm’i geliştirdiler”.

Kübizm, organik bütünlüğünü kaybetmiş dağılmakta olan bir dünyanın resmiydi. Artık gerçekliği eski biçimlerle, gerçekliği göreli gölge ve ışıkla yaratılan (chiaroscuro) aldatıcı bir taklidini sunan tekniklerle betimlemek yeterli değildi. Gerçekliği görüntüleri aşacak şekilde parçalamak ve yeniden kurmak gerekiyordu. Bu çok yönlü, egemen bakış açısı (perspektifi ve ışığı) kavramını[[5]] reddeden ilerici bir yaklaşım oldu[[6]].

Kısaca geçerli resim anlayışı ve grameri ile başlatılan bir hesaplaşmanın ürünü oldu Demoiselles D’avignon ve de hızla geçmişten kopan yeni bir sanat anlayışının, Kübizm ilk işareti...

Dünyanın En Güzel Arabistan’ı da hem Uyar’ın sanatı içinde ve hem de, Türk şiiri içinde (bu noktada ifadenin kapsamını İkinci Yeni’yi içine alacak biçimde genişletmek gerekir sanırım) D’avignon’u anımsatan bir özelliğe sahip.

Dünyanın En Güzel Arabistanı ve Tütünler Islak’taki şiirler de, belirgin bir biçimde gerçekliğin birçok yönlerinin birden birbirine yapıştırıldığını, “normal olarak” görülmeyen, söylenmesi beklenmeyen ve duyulmayan yanlarının birlikte sunulduğunu görür ve okuruz. Uyar’ın şiirleri, bu göreve uygun olarak geleneksel gramerin yapısını da kırmaya, cümleleri kesmeye, bitirmemeye, konuşma diline, ancak gerçek hayattaki, kesik kesik, “bilinç akışı” (stream of concioussness) biçiminde yapılan alışverişlere benzeyen biçimlerle karşımıza çıkmaya başlarlar. Şiir zaman zaman düz yazıyla karışır, hatta birden fazla şiirin iç içe girdiğini birbirine karıştığını düşündürecek biçimler ortaya çıkar. Şiir dilinde o güne kadar rastlanmayan, günlük eşyalar, cinsel yasamın en derin köşelerine ilişkin açık yürekli itirafları andıran ifadeler, nylonlar, anlamsal olarak birini izlemeyen satırlar, dipnotlar, parantezler, tırnaklar, orospular, döner kebaplar, kopçalar, destansı anlatımlar... kısaca özgürleşen ve dünyanın kaos ve karmaşasını bize anlatma sorumluluğunu üstlenmeye hazırlanan, ama bu arada emeğe, bireyin yalnızlığına ve yabancılaşmasının getirdiği acılara ve mücadelelere yakın duran, metalaşmaya, sermayenin yarattığı alt üst oluşa ve acılara karşı tavırlı, kalbi “solda” “gerçekçi bir şiir”...

 Samuel Becket ve En Attendent Godot

1953’de ilk defa sahneye konulduğundan bu yana Godot çok sık “Bu ne? Hiçbir anlamı yok” ... “kendi kafa karışıklığını örtmek için kapalılığı, içi bos bilgiçliği, çirkinliği ve inkarcılığı kullanan bazı aydınların üretebileceği türden tipik bir öz-yanılsama örneği”[[7] olarak özetlenebilen bir eleştiriyle karşılaştı.

Ancak oldukça farklı ve ne ilginçtir çok daha yaygın bir başka tepki daha var. Godo’yu izleyenden önemli bir kısmı pek kavrayamadıkları bir nedenden dolayı heyecanlandıklarını söylüyor ve tiyatroyu çok memnun ve estetik anlamda bir doygunluğa ulaşmış bir havada terk ediyorlar; yapıt üzerinde konuşmaya ve düşünmeye devam ediyorlardı.

Uyar’ın Dünyanın en Güzel Arabistanı ve Tütünler ıslak kitaplarındaki birçok şiir için de benzer bir durum söz konusu. “Geyikli Gece”yi geleneksel anlamda anladığınızı söylemeniz kolay mı? “Geyikli Gece” daha çok bir duygu bir hava değil mi. Doğru “Geyikli Gece” betimlemesinin yerine konduğunda çok güzel “iş gören” kavramlar koyarak, anlamı sınırlamak pahasına “tespit etmek”, olanaklı. Ama bu güzel bir kelebeği her zaman görebilmek için bir iğneyle duvara tespit etmekten ne kadar farklı?

Benzer nedenlerle, anlamını ele vermediği için çok sık eleştirilen hatta Brecht’in kötümser bularak bir karşı metin yazmaya giriştiği –bunun arkası gelmedi– Godot, hapishanelerde, Güney Afrika, Polonya, gibi diktatörlüklerin altında, Avustralya’da sömürgeciliğe karşı mücadele edilen birçok yerde, yeniden ve yeniden sahneye konmaya ve ilham kaynağı olmaya devam etti.

Plotu, belli bir dramatik climax’ı, başı ve sonu olmamasına, bir hikâye anlatmamasına karsın neden Godot böyle bir etki yaptı? Godot’da bir karakterin dediği gibi “hiçbir şey olmuyor, kimse gelmiyor, hiç kimse gitmiyor, berbat bir şey”di bu tiyatro oyunu.

Oyunun ne anlattığını bir kere bir kenara bırakıp, hangi hikâyeyi değil hangi durumu ifade ettiğine bakarsak (ne de olsa bizzat Beckett değil mi hikâye değil durum üzerinde çalıştığını söyleyen), yüzey biçimlerinin ardına geçersek (yüzey yaşamının gerçek dışılığı) Godot’nun, Beckett’in kendisiyle yapılan bazı söyleşilerde dile getirdiği gibi, “Bir kafa karışıklığına biçim vermek”le ilgili olduğunu Godot’nun bir tiyatro oyunu değil belki de bir durum, “bir duygunun biçimi” olduğunu görebiliriz.

Godot Modern kapitalizmin hiçbir yere gitmeyen, hiçbir kurtuluş vaat etmeyen, insana anlamsız bir yalnızlık, yabancılaşmışlık hissi veren durumunu karşımıza koyar, bu durumun ifadesi olan duyguya bir biçim verir. Alışkanlıktan dolayı artık hissedilemez hale geleni (Bakınız Beckett: Proust-1931) tekrar hissedilir hale getirir. Böylece bizi sarsar, uyandırır. Artık farkında olmamak mümkün değildir.. Godot, “Bu durumu neden kabul edelim?”, “Neden umut olmasın?”, “Bir şey yapmak gerekmez mi?” vb... en azından bu soruları gündeme getirir. Tabiî tepkisiz kalmak ya da kalmamak... bu da başka bir soru.

Bu nedenledir ki baskı ve sömürüye karşı mücadele etmekte olanlar Godot’yu bir umut kaynağı olarak görürler: Moralini bozma hırsızlardan biri kurtuldu ama başarıyı kurtuluşu garanti sanma hırsızlardan biri mahkûm oldu.” Godot durumumuzu bize yansıtan bir aynadır. Ve Godot bu durumun, kaotik, çıkmazlığının hemen yerde farklı coğrafya da, faklı sınıf ve tabaklar tarafından ve farklı ulusal koşullarda farklı yaşanmasından dolayı, tek evrensel biçimde, en soyut ve sadece duyguya biçim vermek üzere kurulmuştur. Başarısı da buradadır. Burada Beckett “Şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Ama bütün sorun bu çıkmazın bilincine varmakta” diyen Turgut Uyar’la buluşmuyor mu?

Beckett de Uyar gibi, acemilikten yanadır. Beckett, Joyce gibi “adeta bir Tanrı tavrıyla” görkemli, her şeyi kapsayan dünyalar yaratmayı amaçlayan ustaları taklit etmek istemez, onların izinden yürümek istemez, Beckett “ben bir iktidarsızlıktan, bir cahillik noktasından ve var olma alanından yazıyorum” der. Burası hemen hepimizin durumuna denk düşer. Uyar’ın acemilikten yana olması ne kadar bir ustalığın ürünüyse, Beckett’in de cahillik noktasından yazmaya başlaması büyük bir entelektüel birikimin sonucudur. Bu tutum biraz da Picasso’nun kübizme giderken primitif sanattan geçmesi, “bir çocuk saflığıyla çizebilmek için 30 sene uğraştım” demesine benzer.

Picasso’nun Demoiselles d’Avignon’u, Beckett’in Godot’su, kendini var olan, kabul görenden kurtarmak, gelenekten ayrılmak ve yeniden bu gelenek içinde kendine geriye doğru değil, ileriye doğru yeni bir yer bulmak anlamına gelmiştir. Uyar’ın da Arz-ı hal ve Türkiyem’deki biçim ve anlatımı ve popülist-romantizmi bırakarak, “yeni durumu” anlatmaya yönelen bir gerçekçiliğe ve buna uygun araçlara yönelmesi de benzer bir çabadır. Çünkü “insan yeni şeyleri ancak yeni biçimlerle söyleyebilir, ya da insani, yeni biçimler, yeni şeyler söylemeye zorlar”. Nitekim “Geyikli Gece”deki “Korkacak bir şey yoktu/her şey naylondandı o kadar” ya da “Övgü, Ölüye” deki Bir Arabistan ve karşılıksız bir çek/ Bir Para ile dengesi/ korkunun sonsuz gelgiti kanında/ Külotlar Korseler ve Adamlar”, “Terziler Geldiler”deki imajların cümbüşü artık, bir görüntüyü değil, bir hikâyeyi değil, bir durumu değil, bir durumun ifadesi olan duyguyu biçimlendirmektedir....

Turgut Uyar

Turgut Uyar Türkiyem’den, Dünyanın En Güzel Arabistanı’na geçerken ortaya çıkan kopuşu, artık buna bir derinleşme de diyebilirim sanırım, söyle gerekçelendiriyor:

Şiirin kendi özgül organikliği, yaşarlılığı yanında Demokrat Partin’nin yarattığı para patlamasının değinmek gerek. Para patlamasının getirdiği değerler değişmesine, sarsılmasına. Ben kendi adıma, bir subay olarak Terme’den Ankara’ya geldiğimde büyük bir sarsıntı geçirdim. Bir hesaplaşmaya girme gerek duydum.”(93)... KENDİ adıma beni yazdığım şiiri yazmaya iten neden çevremin değiştiğini görmemdi. Birdenbire kentleşen dünya, birdenbire karşılaştığım neon lambalar, büyük oteller, bir takım yeni gelişmeleri haber veren durumlar beni artık Orhan Veli şiiri yazmakla kurtaramıyordu.”(107)

Bu satırlar bence iki açıdan önemli. Birincisi hızlı bir kapitalist gelişmenin, alt üst oluşun ve şehirleşmenin yaşandığına ve aynı anda değerlerin değişmeye başlamasına ilişkin. Dört dörtlük bir modernist konjonktür ve baş dönmesiyle karşı karşıyayız. Orhan Veli’nin “küçük olayların alelade anlatılması” pratiği bu çok yönlülüğü, her dakika rengi değişen kaleydoskopu ifade etmeye yeterli değil.

İkincisi, Turgut Uyar bir subay olarak bu kaosun içine düşüyor. O ana kadar, duyarlılığı modernleştirici Kemalist Ordunun bir üyesi olarak kapitalizm öncesi ilişkilere ve emperyalizme karşı tutumlu olmaktır. Kemalist ordunun üyesi olmak, aynı zamanda kapitalizmin gelişmesine aktif olarak katılan, bir anlamda devlet sınıfı, daha teorik bir ifade kullanırsak devlet kapitalisti bir sınıfın üyesi, aynı zamanda de egemen iktidar ilişkilerinde olumlu bir konumda olmak demektir.

Uyar’ın duyarlığının dışa vuruşunu, ilk iki kitaba egemen olan, kırsal temalarda, imgelerde, yoksulluk, gurbet ve cinsel bastırılmışlık gibi sorunlarda, ulusalcı-romantik ve kır sınıflarına biraz “ağabeyce”, yukarıdan bakan; zaman zaman dini kozmolojiyi sorgulayan söylemde görmek mümkün. Bunlara bir düzen arayışı, çağdaş burjuva cumhuriyete ve kültüre böylece belki de hem birey hem de ulusal olarak mutluluğa ulaşma istemi ve eklenebilir. Tabiî bu ilk iki kitaptaki tüm şiirlerde ve her satırda egemen olmaktan daha çok genel bir karakter yönelik, bir havadır. Oysa yukarda aktardığım “Bir Anadolu vardır, Anadolu,/Bir lüks banyo sabunun markasıdır...” gibi genel gidişe aykırı dizileri, ender de olsa , bulmak mümkün.

Terme’den Ankara’ya’ döndüğünde Uyar sadece kapitalizmin gelişmekte olduğunu görmez. Gerek bu dönemde gerekse de Kemalist “folklorda” sık sık kendini dışa vuracak olan iki gelişme daha vardır: Hacıağalık ve ABD-NATO bağlantısıyla emperyalizmin geri gelmesi. Bunlardan birincisi egemen sınıfın bileşiminde bir değişmeye ve ordunun özellikle alt kesimlerinin egemenlik matrisinin dışına atılmaya başlamasıdır. ürünüdür. İkincisi ise yeni tüketim normlarının, ve yeni tüketim kapasitesine sahip olan “sonradan görme” burjuva sınıfının yükselmesi ve “kompradorlaşmasıdır”.

Bu manzaraya önemli bir bileşen daha katmak gerekir. 1958’den itibaren başlayan ekonomik kriz ve “baskının sivilleşmesi”. Bu hızla uluslararası sermayeye açılan çevre kapitalizminin hızlı bir sıçrama yaşadıktan sonra aniden tökezlemesi ve egemen olmaya çalışan yeni sınıfsal kesimlerin devlet aygıtını siyasal istikrarı sağlamak için kullanmaya kalkmasıdır.

Bu, artık kırın, köylü-ağa ve modernleştirici asker/aydın denkleminden çok daha karmaşık, çok sınıflı, çok kültürlü, özetle çok yüzeyli, dünya ekonomisi içinde dinamik bir yere oturmaya başlayan bu yüzden de son derecede akışkan bir ülkenin toplumsal denklemidir. Üstelik, bir ekonomik kriz zeminin de sınıflar ve kültürler birine girmeye, çatışmaya da başlamıştır.

Bu ortamda Turgut Uyar yeni bir duyarlılık geliştirir. Bu artık kapitalizm öncesi ilişkilere karşı çıkan romantik-popülist bir duyarlılık değildir. Uyar’da birdenbire baş veren, bir anti-kapitalist ve anti burjuva bu anlamda modernist bir duyarlılıktır.

Ancak bu antikapitalist duyarlılık aynı zamanda, II. Dünya Savaşı sonrasındaki bir dünyada yaşanmaktadır: Atom bombası, ABD hegemonyası, Soğuk savaş, İhanete uğramış bir işçi devrimi ve bunun üzerinde yükselen Leviatan, bir diktatörlük.

Bu yüzden Uyar, Beckett’i andıran bir duyarlılık da gösterir. Bu iki duyarlılık birbirine karışır ve ilginç bir varoluşçuluk ortaya çıkar “Niçin umutlu olayım! Çünkü umutsuzluğun insanı umuttan daha güçlü bir, bir şey yapmaya zorlayan bir duygu olduğuna inanıyorum”(108) ve “Asıl olan mutsuzluktur... Her şeyi bitmiş insanın bağımsızlığından daha kutsal, daha insani ne var” ve “şiir bir bakıma bu saçmalığın mantığıdır” (132)...

Ancak yine bu çelişkili oluşumun bir ürünü olarak Uyar’ın sanatı umutsuz değildir. Örneğin “Şiir mutluluğa değil direnmeyedir.” şiir bir şeyi korumaz. Tersine bir korumayı dağıtır. İnsan doğasına en uygun sanat olması her şeye aykırılığından gelir.”

Uyar Terme’ den geldiğinde kendini bir kaos içinde bulur, ne dil ne de var olan şiir bu kaosa uygun değildir. Ancak o Rimbaud gibi umutsuzluğa düşerek, şiiri bırakıp silah satmaya gitmez. Uyar kolları sıvar ve mücadeleye girişir. Korkulacak bir şey yoktur ortalıkta, her şey naylondandır o kadar. Çaresizliğe ve hüzne öyle o kadar önem vermez.. Çok sıkıştığında Geyikli Geceye gider ve özgürlük rüyaları görür ve sonra tekrar kolları sıvar şiiri ve dili ve dünyayı yeniden yapmaya girişir...     




[1] Jean Metzinger, (1910), “A Note on Painting. Cubism (Ed. Eward Fry-1966) içinde.
[2] Daniel-Henri Kahnweiler, (1916), “Rise of Cubism, Documents of Modern Art (Ed. Robert Motherwell-1949) içinde.
[3] Jack Rivieres, (1912), “Present Tendecies in Painting”, Cubism age.
[4] Guillaume Apollinaire, (1912), “Cubist Painters”, Cubism age.
[5] Büyük diğerinin gözünde olumlanma zorunluluğunu hissetmeyen özgür bir tutumdu bu…
[6] Modernizmin Kübist teknikleri benimsemekle birlikte, egemen bakış açısı kavramından (anlayışından) vazgeçemeyen sağ kanadı, kübizmi statik olmakla suçlayarak Vorticism’i yarattı. Bu akımın kurucusu Wynham Lewis ve edebiyattaki izdüşümü Ezra Pound faşizme yakın siyasal tercileriyle bilinirler.
[7] Lawrence Grawer (1989), Beckett - Waiting for Godot, Cambridge Univeristy Press, Cambridge, sf, 15