Sunday, November 02, 2014

İslam’ı kim/ne temsil ediyor?

(3 Kasım Bigün Pazar Ekinde ayımlandı)

El Kaide, Müslüman Kardeşler, nihayet IŞİD ve benzerleri totaliter niyetli, şiddet tutkunu “radikal” akımlar, hareketler, örgütler bir taraftan,  ABD-Avrupa savaş uçakları diğer taraftan, birlikte, Afrika’dan Afganistan’a halkların yaşamını cehenneme çeviriyorlar.
ABD, Batı uçakları terörist avlarken, çoğu kez kurunun yanında yaş da yanarken, Batı dünyasında, yaşayan Müslüman azınlıklar da iki yönden gelen bir basınç altında bunalıyorlar.  Bir taraftan Müslüman olmayan nüfus arasında Müslümanlara yönelik bir kuşku, korku, hatta bir düşmanlık gelişiyor. Avrupa’daki kimi Müslüman entelektüelin vurguladığı gibi “ adeta her an dini inançlarını savunmak, bir güvenlik sorunu oluşturmadıklarını kanıtlamak zorunda kalıyorlar”
Diğer taraftan,  El Kaide, Müslüman Kardeşler, nihayet IŞİD ve benzerleri, Cihatçı hareket , bu insanları yeterince  Müslüman görmüyor  doğrudan, ya da dolaylı olarak “mürted” ilan ediyor, ölümle tehdit ediyor, hatta öldürüyor.
Hem Afrika’dan Afganistan’a uçakların hedef aldığı topraklarda hem de, çeşitli nedenlerle gelip sığındıkları topraklarda, “terörizme” karşı savaşın getirdiği bu basınç altında bunalan Müslüman halkın içinden çıkan kimi sesler, entelektüeller, “bunlar aşırı akımlar, İslam’ı temsil etmiyorlar. Bunlar gerçek İslam değil, İslam barış, uzlaşma, hoşgörü dinidir” demeye çalışıyorlar.  
Ben bu son derecede zor durumda, kapitalizmin sıradan şiddetinin ötesinde, şiddet üreten bu iki basıncın altında bunalan seslerin savlarının doğrulanmasını, “emperyalizmin” elinden bu “terörizme karşı savaş” bahanesinin alınmasını, İslam’la bireysel özgürlüklerin bağdaşabileceğinin, İslam’ın bireyin tüm yaşamını kontrol etmeye çalışan totaliter biçimlerin dışında da var olabileceğinin  kanıtlanmasını çok istiyorum. Ne yazık ki, bu konuda iyimser değilim.
Şii-Sünni, ayrışmasından bu yana çeşitlenen mezhepler arasında, “Gerçek İslam”ın ne olduğunu, kimin bunu temsil ettiğini bilmek olanaklı değil. Bu soruya akademik / bilimsel bir cevap aramak da boşuna: Bu, aslında “mutlak” olana ilişkin sorunun cevabı, bugüne kadar hemen her zaman kılıçla verilmiş. 
Bu yüzden, bu yazımda bu soruyu yalnızca  anımsatıp  esas olarak,” bunlar ‘aşırı akımlar’ İslam’ı temsil etmiyorlar” savının “temsil etme” kısmı üzerine bir katkı yapmayı denemek istiyorum. Gerçek İslam’ın ne olduğunu bilecek durumda değilim ama, “temsil etmiyorlar” savına, koşullu olarak, katılmıyorum; İslam’ı bugün, bu radikal, totaliter şiddet eğilimli  hareketlerin temsil ettiğini düşünüyorum.

Temsil etmenin iki boyutu

“Temsil etmek”, edilgen olmayan, aktif bir duruma, “bir şey yapma” durumuna işaret ediyor. “Temsil etme” kavramının ise iki anlamı var: Biri, bir şeyin yerine geçerek, o şeymiş gibi davranmak. İkincisi, bir şeyin yerin geçmeden, onun arzularını, söylemek istediği şeyi tasarlayıp dile getirerek, onun adına konuşmak (Spivak’ın Marx’tan gelerek yaptığı yorumdan yararlandım[[i]]).
“Yerine geçmek”, şimdi, burada, var oluş düzleminde, yadsınamaz bir yeğinlikle (intansite) o şey olarak belirmek anlamına geliyor. Bu, zamana, mekana, siyasi, fiziki, kültürel, duygulanımsal etkiye ilişkin bir durum.
“Temsil etmenin” bu anlamından hareketle, özelde Müslüman dünyasına, genelde uluslararası alana bakarsak (bunu medya ve günlük yaşam alanlarında etkileşim olarak tanımlayabiliriz) Afrika’dan Afganistan’a aşırı, radikal, totakiter, terörist vb., olarak tanımlanan, en geniş anlamda siyasal (iktidarı arzulayan) İslam yelpazesi içine sokulabilen, akım ve örgütlerle, bu örgütlerin, akımların çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan taraftarlarıyla, sempatizanlarıyla karşılaşıyoruz.
Yaklaşık bir milyarlık bir Müslüman nüfus içinden çıkan bu akımlar, bugün burada en güçlü, siyasi, fiziki, kültürel, hatta duygulanımsal etkiyi yaratıyorlar, en yüksek düzeyde görünür olmayı başarıyorlar. Kısacası, bu radikal, terörist, totaliter akımlar, Müslüman nüfusun ve İslam’ın “yerine geçiyor”: onun olması gerektiği, ya da olduğu varsayılan yeri dolduruyor.
Bu “yerine geçme”, “olması gereken yeri doldurma”, yalnızca bir coğrafyada, belli özellikleri olan bir grup insan arasında karşımıza çıksaydı, o coğrafyanın özelliklerine ilişkin özel bir durum olarak görebilirdik. Ancak, bu duruma, yaklaşık yüz yıldır farklı sınırlar (ekonomik ve siyasi hatta kültürel yapılanmalar) içinde yaşamakta ve farklı hızlarda değişmekte olan halklar arasında, çok sayıda noktada rastlıyoruz. 
Bu durum ister istemez bizi belli sonuçlara götürüyor. Bu rastladıklarımızı sosyolojik açıdan, anlamlı bir örnekleme (aslında veri noktasının çokluğundan, yaygın dağılımından dolayı, bu gözlemleri doğrudan temel almak da olanaklı) olarak kabul edebiliriz. Bu örneklemeden hareketle bir genelleme yapma, bu genellemeye evrensellik atfedebiliriz: Bugün hem İslam’ı hem de Müslüman nüfusu bu “aşırı”, terörist, totaliter vb., akımların, örgütlerin “temsil etmenin” birinci anlamında, “temsil ettiğini” söyleyebiliriz.
“Temsil etme” kavramının ikinci anlamına, “adına konuşma” edimine gelince, konuşmanın, sözle, simgeyle ve eylemle olduğunu da unutmadan, İslam adına, konuşurken, “gerçek İslam”ın ne olduğu konusunda saptamalar yaparken, sesi en çok duyulanlar, eylemleri en çok gözüken, etki yapanlar gene bu “aşırı”, radikal, totaliter, “terörist” olarak tanımlanan akımlar değil mi?
Boko Haram, El Nusra, IŞİD gibi fiziki şiddeti, devleti siyasi iktidarı ele geçirmek için açık ve etkin biçimde kullanan gruplar var. Müslüman Kardeşler gibi, devleti seçim mekanizmasına dayanarak simgesel şiddetten yararlanarak ele geçirdikten sonra, iktidarlarını konsolide etmek, kendi “Gerçek İslam” anlayışlarını tüm Müslümanlara dayatmak, rakiplerini tasfiye etmek, farklı sesleri susturmak için devletin şiddet araçlarını kullananlar da...
Bu ayrımı yapsak bile, eninde sonunda her ikisinin de “adına konuşma” noktasında, birbirine çok benzer ilkelerde, duyarlılıklarda, şiddet uygulama, korku salma, tüm yaşamı denetim altına almayı arzulayan totaliter rejim eğiliminde buluştuğunu kolaylıkla görebiliyoruz.
El Kaide ve IŞİD türü yapılar şiddeti etkin kullanarak bu “adına konuşma” rolünü gasp ediyorlar. Müslüman kardeşi tipi akımlar, seçim sandığından çıkan bir oy oranından hareketle, azınlığı yok sayarak, “adına konuşma”  hakkını aldığını iddia ediyor.  Her ikisi de “gerçek İslam”ın bilgisinin tekeline sahip olduğunu iddia ediyor, herkesin, günlük yaşamın buna uymasını istiyor.  Kısacası, “adına konuşma” anlamında da İslam’ı ve Müslümanları, bugün, burada,  bu “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
Sonuç olarak, bugün her iki anlamda da, İslam’ı “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
Bu “temsil etme” ilişkisi bir kez oluştuktan, “gösteri toplumunun” ekranlarına yerleştikten sonra, “her insan İslam’a kendi kişiliğini [[ii]] getirir, bu kişiliğe göre orada bir şeyler bulur, sorun İslam’da değil gelenlerin kişiliğinde, önceden bulmaya karar verdikleri şeylerdedir  türünden, çoğu kez mantıklı açıklamaların da pek bir etkisi olmuyor; Bu gelenlerin de aradıklarını buldukları gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Bu “temsil ilişkisinden” kurtulmak “emperyalizmin” bölgedeki “aracını” elinden almak, bireysel özgürlüklerle bağdaşan, hoşgörülü, totaliter eğilimlerle kirlenmemiş “başka bir İslam” olabileceğini kanıtlamak da yine Müslümanlara düşüyor.



[i] Gayatri Chakravorty Spivak, “Can the Subaltern Speak?” in Colonial
Discourse and Post-Colonial Theory, eds. P. Williams and L. Chrisman (New
York: Columbia University Press, 1992).
[ii] Bu “kendi kişiliğini getirir” savında, bu kişiliğin nasıl oluştuğu, bir “Büyük Öteki” olarak İslam’ı benimsedikten sonra neden belli bir yöne gittiği sorunun burada ihmal edelim. Ancak bunun, AKP hükümete geldiğinde, AKP kadrolarının “kimliklerinin” (öznelliklerinin) hangi tarih içinde, hangi ortak “Büyük Öteki”ye göre şekillendiklerini, edinmiş oldukları ortak sadakatleri, görmezden gelerek, demokrasi vaatlerine inananların yanılgısının altında yatan etkene ilişkin çok önemli bir sorun olduğunu da vurgulamadan geçmek istemiyorum.