Friday, December 26, 2014

“AKP hükümetine demokrasi ve hukuka dönüş çağrısı”. üzerine bir not


Liberal entelijensiya, “AKP hükümetine demokrasi ve hukuka dönüş çağrısı”. Başlıklı bir metne imza toplanmaya çalışılıyor. 
Bu metne imza koyanlar liberal entelijensiyanın sahtekarlığına ortak olacaklardır. Sahtekarlık sözü ilk anda ağır gelebilir. Onun için kısa bir açıklama yapacağım.
1) Metin işlerin son bir kaç yılda bozulduğunu ima ediyor.
2) Buradan hareketle öncesini, dolayısıyla liberal entelijensiyanın siyasal İslam’ın yükselişine yaptığı katkıyı, hatta suç ortaklığını gizlemeyi amaçlıyor
3) Geçmişte bir dönemde, “geri dönülecek” bir demokrasi ve hukuk düzeni olduğunu ima ederek, AKP’nin aslında demokrasi ve hukuk düzeni getirmeye çalışırken yolda çıktığına inanmamızı istiyor.
4) AKP’nin ve siyasal İslam’ın liderliğinin yanlış yaptığını ve yanlıştan geri dönebileceğini ima ederek Siyasal İslam’ın özgün bir projesi olduğunu ve attığı adımların kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturduğunu görmemizi engelliyor, restorasyon sürecini, bizzat AKP liderliğinin ve siyasal İslam’ın entelektüellerinin avaz avaz bağırarak açıklamaya devam ediyor olmalarına karşın gizlemeye çalışarak, direnişi paralize ederek, devamına katkıda bulunuyor.
Bu noktada liberal entelijensiya, siyasal İslam’ın hegemonya sürecinde üstlendiği “trasformismo” (ortada durarak önce yanına çekmek sonra öbür tarafa  aktarmak) işlevini yeniden yakalamayı amaçlıyor.
Bir zamanlar hata yapılmış olduğunu kabul etsek bile, tüm olup bitenlerden sonra, hala o hatalı tutumda ısrar etmek,  aslında “hatanın” kasıtlı olduğunu, bu anlamda bir sahtekarlıkla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor
Bir Anglosakson deyimini ödünç alırsam, geçmişte bunlar tarafından bir kere dolandırıldıysanız, sizi dolandıranlara ayıp. Şimdi ikinci kez kanarak bu metne imza koyarsanız artık size ayıp.

Sunday, December 21, 2014

ABD - Küba yakınlaşması ile ilgili eski bir yazı


 

 Küba ne yöne gidiyor? 

4 Ekim 2010 (Sendika.org)
Küba’da Raul Castro yönetimi, 500,000 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Biz de kendimizi, ayakta kalmış son devrim için “Küba ne yöne gidiyor?” sorusuyla karşı karşıya bulduk. Bu sorunun cevabının kapitalizm olmasından korkuyoruz. Aslında “Küba ne yöne gidiyor?” sorusunun içinde bir başka ve belki de daha ağır bir soru gizli. Bu soru da bize çok gecikmiş, ama bir o kadar da önemli bir başka tartışmayı öneriyor. Küba bir yöne gidiyorsa, “bu yolculuğa hangi noktadan başlıyor?” Diğer bir değişle nereden geliyor [da belki de kapitalizme doğru gidiyor]?
Bu soruya bu yazıda bir cevap vermeye niyetim yok. Onun yerine aklımdaki kimi soruları sizinle paylaşmaya çalışacağım. Ama önce bizi bu tartışmaya iten en son gelişmelere kısaca bakalım.
Yüzde on’luk tasfiye
Küba’da çalışanların sayısı toplam 5 milyon kişi civarında. Öyleyse geçen ay açıklanan işten çıkartmalar ki, bu günlerde fiilen başlamış olmaları gerekiyor, toplam çalışanların yüzde10’una eşit. Bu gelişmelerin iki garip boyutu var. Birincisi işten çıkartmalara ilişkin açıklamaları işveren (devlet) değil, sendikalar (CTC) yapıyor. İkincisi, bu işten çıkartmalar açıklanmadan önce sosyal güvenlik yasaları değişiyor; işsizlik ödeneği son maaşın yüzde 60’ı ve bir ay olarak sınırlanıyor. Böylece yeni yasalara göre bu işçilerin işten çıkarıldıktan bir ay sonra hiç bir ödenek almadan ortada kalacakları anlaşılıyor. Sizi bilmem ama ben bunu öğrenince dudaklarım uçukladı. “Bu nasıl bir rejim ki işgücünün yüzde onunu bir anda sokağa koymaktan çekinmiyor?” diye düşündüm. Ama tabii ki durum biraz daha karmaşık.
İşten çıkarılacak olanlardan 250,000’ine 178 alanda özel iş kurmaları için lisans verilecek. Diğer bir deyişle bu 250,000 kişi, taksi şoförü, berber, lokantacı, bakkal, veya herhangi bir dalda küçük üretici olabilecekler. Tabii, hangi üretim ve ticaret bilgisiyle, hangi başlangıç sermayesiyle olacakları, gerekli iş aletlerini, ondan sonra gereken yedek parça ham madde vb’yi nereden bulacakları pek belli değil. Raul’un “Sizleri yalnız bırakmayacağız” vaadine güvenmekten başka çaremiz yok bu aşamada. Birilerinin de ABD’deki Kübalı göçmenlerden gelmesi olası kaynaklara umut bağladığı anlaşılıyor.
Geri kalanlardan 200,000’i devlet dışında, var olan ya da kurulacak kooperatiflerde istihdam edilecekler. Geriye 50,000 kişi daha kalıyor. Ama bunların ne olacağını çıkaramadım.
Ama ilk 250,000 kişinin eğer gereken sermayeyi bulabilir (ABD’deki Kübalı göçmenlerden önemli miktarda sermaye gelirse), başarılı olurlar da işlerinde tutunabilirlerse, işçi sınıfı kategorisinden çıkarak, küçük burjuva kategorisine geçecekleri kesin. Başarılı olamayanların işlerini kaybettikten sonra başarılı olanların yanında çalışmak durumunda kalacaklarını (o da şanslıysalar) varsayarak, bu aşamada, sermaye birikimi, merkezileşme ve yoğunlaşma sürecine adım atılmış olacak. Diğer bir deyişle Raul Castro rejimi devlet eliyle (o da destek olduğunu varsayarsak) küçük burjuva yaratmaya ve kapitalistleşme sürecinin önünü açmaya, kapitalist yetiştirmeye başlıyor. Tabii bunu söylerken kendimi şu sorudan koruyamıyorum.İyi de bu kapitalistleşme sürecine giren üretim tarzı ne?
Bu soruya, Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinin bir başyazısındaki “Reformların amacı, sosyalizmi, korumak, sürdürmek mükemmelleştirmeye devam etmektir” saptamalara bakarak “sosyalizm” diye cevap verebiliriz. O zaman da “Egemen sınıfın (Sanayi ve tarım işçilerinin- yanılıyor muyum yoksa), bizzat kendisinin yüzde onluk bir kesimini özel girişimciye (kapitaliste) dönüştürmeye kalkması ne anlama geliyor?” sorusu kafamızın içinde dolaşmaya başlıyor.
Konuya dönersek, daha önce özel sektörde yaklaşık 600,000 kişi çalışıyormuş Bunların sayısı yeni gelenlerle birlikte 850,000’e, diğer bir deyişle toplam çalışanların yüzde 17’sine ulaşıyor.
Peki bu dramatik işten çıkartmaların, piyasa ekonomisini canlandırma reformlarının, hem de dünyada serbest piyasa ekonomisinin iflas ettiğine ilişkin bir kanı genelleşirken, mantığı nereden kaynaklanıyor?
Bir yıldır ortada dolaşan “Bir milyon işçi fazlası var, üretkenlik düşük, devletin yükü çok fazla” söylemi, Raul Castro’nun “Küba’nın, insanların çalışmadan yaşayabildiği bir ülke olduğu imajını tümüyle silmeye kararlıyım” açıklamaları bize ışık tutabilir mi?
İşçi fazlası kavramı tümüyle kârlılıkla ve verimlikle, diğer bir deyişle sermaye birikiminin ölçütleriyle bakınca ortaya çıkan bir durum. Ama Küba sosyalist bir ülke! Böyle bir ülkede, üretici güçler gelişir, toplumsal hizmetler yaygınlaşırken, işçi fazlası kavramı olamaz. Eğer olursa bu sorun çalışma saatleri indirilerek, refah düzeyini yükseltecek hizmet sektörü genişletilerek kolaylıkla aşılabilir.
Prof Vidal‘in, “Bu değişiklikler şayet halk hareketleri yoluyla uygulanırsa adada sosyalizmin güçleneceğine” ilişkin sözlerindeki “halk hareketi”nin nasıl bir şey olacağını ise anladığımı söyleyemem.
Peki, Raul’un açıklaması bize yardımcı olabilir mi? Belki ama önce, kimi kastettiğini anlamak koşuluyla, ayda 20 dolara çalışan işçileri mi, yoksa turizm sektöründe yabancı uyruklu milyonerlere sağlanan lüks konut edinme ayrıcalığından yaralanamadığı için yakınan kimi Kübalıları mı?
Kafam gittikçe karışıyor
Bu konu üzerinde düşünmeye başlayınca, ilk önce Sendika.Org’un hazırladığı Küba dosyasına baktım. Karşıma ilginç bir görüntü çıktı.Petras, Küba’daki rejimi, üstelik de bence çok dostça ve soğukkanlılıkla ve çok iyi anlaşılır savlarla eleştirmiş. Buna karşılık,Castro, Petras’a fena halde bozulmuş, “Sözde aşırı solun süper devrimcisi”, “Hayalci” diyor, “Zehirli neo-liberal mavallar öğütlemekle” suçluyor. Ama ne yazık ki Castro’nun yazısından bu hiddetin nedeni anlaşılamıyor.
Narciso Isa Conde, Kapitalizme giden yolları kapamaktan, prekapitalist seçenekleri yok etmekten, sosyalizme açılmaktan söz ediyor (500,000 işten çıkarma kararından önce mi yazıyor acaba sonra mı?). CastroThe Atlantic Monthly‘ye “Küba modeli artık bizim için bile işlemiyor” demiş, sonra düzeltmiş, aslında ironi yapıyormuş.
Ali Ergin Demirhan‘ın yazısıCastro-Petras tartışmasına büyük ölçüde açıklık getiriyor. “Gerçekten çok yararlı ve aydınlatıcı” diye düşünürken, Guillermo Almeyra‘nın yazısındaki “Yatırımcıları çekmek için devrimin kalıntılarını gömmek intihardır“. “Aksine özgür örgütlenme, özyönetim ve demokrasi temeli üzerinde, üreticilerin iktidarını maksimum düzeye çıkararak otokrasi ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak büyük bir değişimle onu yeniden canlandırmak lâzım“, uyarısını görünce yine kafam karıştı. Pardon! Nasıl yani?Devrimin artık yalızca kalıntıları mı var karşımızda? Otokrasi kim?
Sonra İnternet’te Kübalı sosyalist Sam Faber ile yapılmış bir söyleşiye rastladım (‘Küba Devriminin Kaynaklarına Yeniden Bakarken’ başlıklı kitabın yazarı). Faber Küba rejiminin uzun süredir bir gerileme yaşamakta olduğunu, bunun ekonomik kriz nedeniyle daha da derinleştiğini, işten çıkarmaların bu zeminde gündeme geldiğini ileri sürüyordu. Faber, Küba’da bu işten çıkartmalara karşı pek bir direniş beklemediğini söylüyor. Buna karşılık son yıllarda gençlik, özellikle siyah gençlik arasında bir yabancılaşmanın, polis tacizine karşı tepkinin yükselmekte olduğuna dikkat çekiyor; adeta buradan bir radikalleşme bekliyor. Çok iyimser diye düşündüm. Gençliğin bu kesimini etkisi altına almış olan müzik ve gangster kültürünü düşününce…
Bir moment daha mı geliyor
Acaba, 1989 -1993 dönemini andıran bir tarihsel moment mi geliyor? Küba bir ekonomik ve siyasi rejim değişikliğinin, toplumsal altüst oluşların eşiğinde mi?” Bu sorular önümüze geliyor. Bu kez bunlardan kaçmamak gerekiyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılması, SSCB’nin dağılması, tarihimizin en önemli olaylarından biriydi. Ama o zaman Türkiye solu bu olayı tartışmak bir yana, görmezden gelmeyi seçti, üstelik de o zaman elinde Kuruçeşme Toplantıları gibi bir araç varken.
Türkiye solu, 1989-93 arasında yaşanan o “olayı” kimi siyasetçilerin hatalarına, ihanetine, uluslararası komplolara bağlayıp geçmeyi tercih etti. Sokaklara toplanan, duvarın üzerinden atlayan, ondan sonra da kendini neo-liberalizmin, haz ve tüketim toplumunun kucağına bırakan on milyonlarca insanın arzularını, tepkilerini görmezden geldi, bunların nedenlerini, köklerini sorgulamadı, devrimden 80 yıl sonra ortaya çıkan bu durumu anlamaya çalışmadı, böyle yaparak da iyice anlaşılmaz, karanlık, gizemli bir olaya dönüştürdü
Türkiye solu, burada sorunun Stalin’i suçlamaktan veya aklamaktan çok daha öte, tarihimize ve geleceğimize, bugünkü sosyalizm anlayışımıza ilişkin bir anlamı olduğunun ayırdına varamadı.
Şimdi Küba benzer bir süreci adeta yavaş çekilmiş bir tren kazası filmi gibi yaşıyor. Ya da öyle görünüyor. O zaman kaçırdığımız fırsatı şimdi yakalamak gerekir diye düşünüyorum. Fidel’i, Raul’u aklamak ya da mahkum etmek için değil. Onların da son tahlilde yapısal belirleyicilikler altında hareket eden birey olduklarını unutmadan olup bitenleri anlayabilmek ve dersler çıkartabilmek için.

Tuesday, December 16, 2014

Demokrasinin gizlediği diktatörlük

(Birgün Kitap ekinde yayımlandı)


Francis Fukuyama, yatırım bankası Merril Lynch’in, 1990’lerde Küreselleşme üzerine düzenlediği  bir toplantıda konuşurken, Amerika’nın en gelişmiş kapitalist ülke olmasından hareketle, modelinin her yerde benimsenmesinin kopyalanmasının mantıken uygun olduğunu savunuyordu. Bu saptamadan hareketle bugün kapitalist/parlamenter demokrasinin en gelişmiş biçiminin de Amerika’da olduğunu varsayabiliriz.
Öyleyse, Marx’ın “bir türü anlamak için en gelişmiş örneğine bakmak gerekir” uyarısından hareketle, kapitalist/parlamenter demokrasiyi anlayabilmek için Amerika’daki örneğine bakmayı deneyebiliriz.
Bu konuda,  Anayasa Profesörü Michael Glennon’un, geçtiğimiz aylarda yayımlanan, “Ulusal Güvenlik ve Çifte hükümet” başlıklı kitabı bize yardımcı olabilir. Glennon Amerikan devletine kadro yetiştiren okullardan birinde çalışıyor olmanın ötesinde, on yıllardır Washington’da Senato-Meclis  Komisyonlarına,  her iki partiden senatörlere danışmanlık yapan, Financial Times’ın deyimiyle “içerden” biri. Glennon’un ayrıntılı, akademik açıdan mükemmel kitabı, ilk kez içerden birinin elinden liberal demokrasinin üzerindeki “seçimlerle gelen halkın temsilcileri” örtüsünü kaldırarak özünü görmemize olanak veriyor.
Glennon, Amerikan devletinde kararları, yasama-yürütme-yargı organlarının başına seçimlerle gelip gidenlerin, televizyonlarda, merasimlerde, uluslararası gezilerde, görünen politikacıların değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, halkın cahilliğinden, iradesinin ifadelerinden adeta nefret eden üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatının aldığını, onaylanması ve yasalaştırılması için politikacıların önüne konduğunu örneklerle sergiliyor. Senato komisyonlarına seçilen “politikacıların”  hemen hepsinin daha önce bu güvenlik aparatında çalışmış yada bu aparatla çalışmış insanlardan oluşuyor olması da bu yapılanmanın bir başka özelliği.
Dahası Glennon’un esas kalkış noktası, İngiltere devleti üzerine 19. Yüzyılda, bir Anayasa uzmanı olan Walter Bagehot tarafından yapılmış bir çalışma. Bu çalışma İngiltere, Glennon da Amerika için, aslında biri ötekini gizleyen, biri göstermelik diğeri gizlenen esas, iki hükümetin (yönetimin) olduğunu ortaya koyuyor. Bunlardan biri halkın ilgisini üzerinde tutuyor, kamu oyunu oyalıyor, şekillendiriyor, kendi seçtiği temsilcileri tarafından yönetildiğine ikna ediyor. Bu sırada tüm önemli kararlar, halkın gözünden uzak, Anayasal kısıtlamalardan yalıtılmış, yalnızca kendi içinde, kendisi tarafından denetleneni kendi içinde hesap veren bir güvenlik bürokrasisi tarafından alınıyor.
Glennon, bu durumu gizlemeye yetecek kadar istisnanın da her zaman söz konusu olduğunu, bu konunun asla ihmal edilmediğini de vurguluyor.
Kararlar, yasa taslakları bu aparatın uzmanları tarafından formüle ediliyor, bu uzmanlarla birlikte çalışan komisyonlarda elde geçiyor, Başkanın, yasamanın önüne geliyor. Glennon hiç bir başkan Ulusal Güvenlik konseyinde yapılan önerileri göz ardı edemez, kulağına fısıldanan öneriyi geri çeviremez, CIA her istediğini her zaman alır diyor. Bu yüzden hükümetler geliyor ve gidiyor güvenlik politikaları değişmiyor. Örneğin Bush’tan Obama’ya ulusal güvenlik konusunda tam bir süreklilik ve aynı eğilim üzerinde gelişme gözleniyor. Obama  seçim kampanyasında Bush’un dış politikasını, iç güvenlik, izleme gözleme dinleme pratiklerini sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçildikten sonra bu uygulamalara devam etmekle kalmadı bunları daha da geliştirdi, güçlendirdi.
Glennon İngiltere’de, burası en ileri kapitalist ülkeyken, hegemonyasının zirvesindeyken gözlemlenmiş bu gizli yönetimin, esas devlet-iş yapan devlet yapısının, Amerikan devletinde de, II. Dünya savaşından sonra, ABD hegemonyası  kurulurken, Truman döneminde oluşmaya başladığını anlatıyor. Glennon’un bu oluşma sürecine ilişkin anlattıkları, sürecin bir komplo biçiminde değil, devleti oluşturan güvenlik ağının karşısına gelen gereksinimlere verdiği tepkilerden, iç ve dış tehlike, risk algısından kaynaklandığını gösteriyor. Kısacası karşımızdaki kapitalist sınıf-kapitalist ekonomi-hegemonya süreci gibi parametrelerin altında şekillenen yapısal, adeta kendiliğinden bir süreç.
Truman dahil, her iki partiden birçok temsilci, senatör, “başımıza polis devleti gelecek”, CIA- FBI “gestapo olacak”, Pentagon “Alman genel kurmayına benzemeye başladı” gibi ifadelerle kaygılarını dile getiriyorlar ama, gelişmeleri engelleyemiyorlar. Dahası o günden bu yana seçilmiş politikacıların kaygıları eleştirileri, bu güvenlik aparatının, daha da yayılarak, merkezileşerek denetimden daha da uzaklaşarak adeta bir otokrasiye dönüşmesini de engelleyememiş.
Washington Post’un 2011 yılında yayımlanan bir araştırmasına göre bugünlerde, bu güvenlik aparatı en azından 46 federal bürodan, 2000 özel şirketten, milyondan fazla çalışandan oluşuyor ve yılda bir triyon dolar harcıyor. Glennon  Savunma Bakanlığının yaklaşık 700.000 personelinden yalnızca 250’sini devlet başkanının atayabildiğini vurguluyor.
Tüm bunlar beni “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür” saptamasının ötesine, parlamenter demokrasi, seçimler, seçilmiş yöneticiler aslında, devletin özünü, gerçek yöneticileri, güç merkezlerini gizleyen bir örtüdür düşüncesine, oradan da, muhafazakar kesimler arasında gelişen “demokrasi özgürlükleri (kapitalist özgürlükleri) sınırlıyor” tartışmasını anımsayarak, artık kapitalist demokrasinin hiç bir biçimi mümkün değil galiba sonucuna götürdü.

Sunday, December 14, 2014

Zaman gazetesine yönelik "operasyon" üzerine bir not

-->

Bir Bağlam Sorunu

Zaman gazetesine yönelik operasyonlar karşısında tavır almak gibi bir sorun ortaya çıktı. Bu bir “sorun” çünkü, Zaman gazetesi, Taraf gazetesiyle birlikte, AKP rejimi kurulurken “değişim”, “darbe tehlikesi” söylemi altında tüm muhalefete karşı harekete geçirilen sınır tanımaz bir simgesel şiddetin en önemli kaynaklarından biriydi, hatta belki de, liberal entelijensiyanın demokrasi fantezilerine, “stratejik cahilliğine” en uygun yayın olmasından dolayı dolayı en önemlisiydi. Şimdi, bu “simgesel şiddet odağı” siyasal İslamin içinde yaşanmakta olan iktidar savaşı bağlamında devleti doğrudan kontrol eden kesimin saldırısı altındadır.
Düşünsel dünyalarının sınırı yüzey biçimlerinin ötesine geçemeyen liberal entelijensiya, gözlerinin önündekilere bakarak, “saldırı altındaki gazetecilere sahip çıkmamız gerekiyor, bunlar dün bize faşizm uygulamış bile...” tavrını benimsiyor ve  yaymaya çalışıyorlar.  Bu “madem ki bazı gazeteciler saldırı altındadır öyleyse, bu gazetecilere sahi çıkmak gerekir” saptaması, kendini yüzey biçimlerine hapseden, analiz birimi olarak bireyi alan, liberal dünya görüşüyle belirlenmiş bir bağlam içinde tavır almayı önererek, hem yaşananların esas anlamını gizliyor, hem de aslında liberal dünya görüşünün yayılmasına da hizmet ediyor.
Zaman gazetesine yönelik operasyona ilişkin alınacak tavrı liberalizmin önerdiği bağlamın dışından düşünmek gerekiyor. Bu bağlam, bugün hedef olanların dün simgesel şiddetin araçları ve uygulayıcıları, siyasal İslam’ın militanları olduğu gerçeğinin üzerini örtmemeli, bugün yaşananların bir hegemonya ve iktidar pekiştirmesi hamlesi, totaliter bir yönetime doğru yeni bir adım olduğu gerçeğini konuşmaya da olanak sağlamalıdır.
Bu bağlam ülkede konuşulabilen şeylerin, meşru siyasi eylem sayılabilen etkinliklerin sınırının hızla daraltılıyor olmasına karşı çıkma bağlamıdır. Bu bağlam, bu daraltma adımının sınırının nihayet rejimin ortaklarını ve işbirlikçilerini de kapsayacak noktaya kadar daraltılmış olduğunu, daraltılmaya mutlaka devam edeceğini de göstermeye olanak verir; tavır alma sorununu  sıkıntılı bir “bunlar faşist ama sahip çıkmak zorundayız” gibi bir ideolojik “intihar” eyleminden uzak tutar.
İlk bakışta pratikte aynı sonuca ulaşıyor olmakla birlikte bu iki bağlam  teorik ve tarihsel olarak taban tabana zıttır. İkincisi rejimin karakterini ve gelecekte yaşanabilecekleri konuşmaya izin verirken, birincisi,  sorunu bireylere indirgeyerek bu tartışma kapılarını, düşünme olanaklarını kapamaktadır.
Kısacası, Zaman gazetesine yapılan operasyona karşı çıkmanın uygun bağlamı, siyasal İslam’ın ifade ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlamaya, hatta yok etmeye yönelik, pratik ve simgesel şiddetine karşı çıkmaktır, dünün “teröristlerine” sahip çıkmak değil...