Sunday, March 26, 2017

Önce “Hayır” sonra da “Hayır”

(Birgün Pazar eki 26/03/2017)

Şu durumun absürtlüğüne bakar mısınız? Tüm demokratik hakları (ne kadar kaldıysa  o kadarını), insan haklarıyla ilgili kaygıları, bizzat bir anayasaya sahip olma durumunu ortadan kaldıracak bir anayasa için referanduma gidiyoruz. Dahası, bu referandumdan çıkacak “Evet” ile ülkenin tek mutlak yöneticisi, belki de “halife” olmayı arzulayan bir lider, referandumdan sona idam cezasını geri getirmeyi de vaat ediyor.

“Hayır”a baskı, terör, “Evet”e hizmet...

Bu referanduma sunulan anayasaya “Evet” diyecek olanlar adeta bir sultanlık ve hatta halifelik düzenine de evet demiş olacaklar. Çok mu abarttım? Güçler ayrılığını (yasama yürütme yargı), meclisleri kapatma, kanun kuvvetinde kararname çıkartma, meclisi kapatma yetkilerini kendinde birleştirmeyi amaçlayan bir liderin, kendilerini 2 milyar ümmetin temsilcisi olarak gören, 90 yıllık  cumhuriyet parantezini kapatacağını söyleyen, bir kadronun arzularını, bir sultanlık, halifelik kurma arzusu olarak yorumlamak çok mu yanlış? Bu arzulara, referandumdan, “Evet” çıksa bile “Hayır” demek gerekmez mi?  
Bir referandumun, düzenli genel seçimlerin, yapıldığı bir ülkede bu sorular, halkın iradesini yok sayan, anti demokratik bir refleks olarak görülebilir. Peki ya sultanlığa ve halifelik arzusuna karşı demokrasiyi korumak istiyorsak, ya gerek referanduma giden süreci gerekse de oylamaya sunulan anayasayı, adaletsiz buluyorsak? Dahası referanduma giden sürecin kimi özellikleri bu referandum açısından ciddi bir meşruiyet sorunu yaratıyorsa?
Örneğin, referandumdan “Evet” çıkmasını isteyen Siyasal İslam’ın liderliği, partisi- hareketi, geçmişte bir çok kez bir tramvaya benzettiği demokrasiden artık kurtulmayı, devleti ele geçirme, hegemonyasını kurma süreci içinde, Batı’nın baskısıyla mecburen kaldırmayı kabul etmek  durumunda kaldığı idam cezasını geri getirmeyi vaat ediyor.  Demokrasiyi, hukuk düzenini kaldırmayı oylayan bir referandumdan çıkacak bir “evet” sonucunu, hangi ahlaki nedenlerle ve adalet ilkesine göre meşru kabul edeceğiz. Toplumun bir yarısı “evet” dediği için mi? Ya toplumun “hayır” diyen öbür yarısı?
Öyle ya referanduma, “Evet” isteyen bir iktidarın OHAL yönetimi altında gitmiyor muyuz? Siyasal İslam’ın elindeki devlet aygıtları, yerel yönetimler “Hayır” diyenlere fiziki ve simgesel şiddet uyguluyor; “Hayır” kampanyasına saldıran sivil milis bozuntuları korunuyor, böylece “Hayır” diyenler, terörist, FETÖ üyesi olmakla, suçlanarak, referandumdan sonra iç savaşla tehdit edilerek, silah gösterilerek  korkutulmaya, yıldırılmaya çalışılarak, kampanya yapmaları, hatta düşüncelerini açıklamaları engelleniyor. Buna karşılık, devletin tüm vatandaşlarından, dolayısıyla “Hayır” diyenlerden de topladığı vergi gelirleri, maddi ve mali olanakları, uçaklar, otobüsler, makam arabaları, meydanlar, salonlar “Evet” kampanyasının hizmetine veriliyor. AKP’nin elindeki yerel yönetimler, “Evet” karşılığı seçmene, çeşitli rüşvetler dağıtıyorlar. Valiler OHAL’i bahane edip “Hayır” kampanyasının toplantılarını engelliyorlar. Güvenlik güçleri afişlerini indiriyor, bildiri dağıtanları, dövüyor gazlıyor tutukluyor. Bu arada Mecliste grubu olan HDP’nin liderliği hapiste; susturulmaya, Kürtlerin “Hayır” demesi engellenmeye çalışılıyor. Hayır kampanyasının sesi olacak  entelektüeller çoktan tutuklanarak susturuldular, bunlara her gün yenileri ekleniyor.
Bir genel seçimlerin, referandumun meşruiyetini korumanın en önemli araçlarından biri de, olası hile ve yolsuzlukları önleyecek tarafsız kurumların, güvenli oy sayma sistemlerinin varlığıdır. AKP liderliğindeki Siyasal İslam’ın rejiminin Türkiye’sinde bir genel seçimlerin veya referandumun güvenliğini sağlayacak, sonuçları denetleyecek kurumlar tarafsızlıklarını çoktan kaybettiler; bunlar Siyasal İslam’ın denetimi ya da etkisi altındadır. Oy sayma sisteminin teknolojisi üzerinde  önemli soru işaretleri vardır.
Bu koşullarda gidilmekte olan referandumda olası yolsuzlukları, bunlara ilişkin itirazları soruşturacak, oy sayımının güvenliğini sağlayacak tarafsız bir kurum yoktur. Bu koşullarda, güçler dengesi ve süreçteki ağır adaletsizlikler göz önüne alındığında, bu referandumdan çıkacak tek güvenilir, meşru, kabul edilebilir sonuç, tüm olanaksızlıklara karşın çıkabilecek bir “Hayır” olacaktır. “Evet” çoktan kirlenmiştir!

Demokrasi mi dediniz?

Bu referandumdan çıkacak bir “Evet” sonucunun “demokrasiyi”, “hukuk düzenini” ortadan kaldıracağını söylerken şu gerçeği aklımdan hiç çıkartmıyorum: Bu topraklarda kapitalist demokrasi, Batı’daki örneklerine göre her zaman çok sınırlı, hukuk düzeni hep çok kırılgan, istikrarsız oldu.
Diğer taraftan, AKP rejimine gelene kadar, 1930’lardan, 2000’li yıllara kadar, siyasetin egemen söylemi hep bu demokrasinin sınırlarının tartışılması, genişletilmesi, devletin, toplumun demokratikleştirilmesi, hatta insan haklarının savunulması bağlamında  şekillenmişti.
Doğru bu ülkede sık sık askeri darbeler yaşandı. Ancak, ülkedeki, emperyalizme bağımlı sermaye birikim modellerinin krizlerini aşma çabaları, demokratik hakların sınırlarına dayandığında, bu sınırları kapitalizmin andaki gereksinimlerine göre yeniden düzenlemek için gündeme gelen askeri darbeler bile “demokrasi” söylemini korumak, demokrasiyi restore etmek amacını daha baştan belirtmek gereksinimi duydular. Kürtlerin etnik kültürel talepleri, LGBTQ bireylerin hakları da bu demokrasinin sınırları içinde kendilerine pek bir yere bulamadılar. Yine kapitalist demokrasi, insan hakları söylemi, vaatleri, hem egemen ideolojinin hem de vatandaşın bilişsel haritasının en önemli bileşeni hatta “ana göstergesi” olageldi.
Askeri darbeler hep bu, sermayenin gereksinimleri-demokrasinin sınırları ilişkisini  hatta sermayenin özgürlük (liberté) talebiyle, halkın eşitlik (égalite) talepleri arasındaki çelişkiyi yöneten kapitalist devlet tipine ait rejimlerdi. Bu nedenle, askeri darbeleri laikliği korumak için konmuş, kaynağı, toplumsal desteği belirsiz bir “vesayet” fantezisiyle açıklamaya kalmak, tarihi geriye doğru, darbelerin arkasındaki gerçek gücü (sermaye ilişkisini) gizleyerek yazmaya yönelik sığ bir liberal çabadır.
 Anımsarsanız, Siyasal İslam da AKP önderliğinde iktidara yükselirken, hegemonyasını kurma sürecinde, devleti eline geçirme projesini, liberal entelijensiyanın da katkılarıyla, bu demokratikleştirme, “vesayeti kaldırma” söylemine dayanarak ilerletmişti. Sermayenin, AKP’ye destek verdiği noktada “askeri vesayet” diye bir şeyin aslında olmadığı da ortaya çıktı. Gerçekte, emperyalizme bağımlı kapitalist sınıfın bir tercihi olmaktan öte bir “askeri vesayet” olmadığı için, askeri müdahale kapitalist sınıfın bir tercihi olmaktan çıktığı noktada, AKP de olmayan “vesayeti”, hiç bir gerçek direnişle karşılaşmadan, tereyağından kıl çeker gibi “kaldırıverdi”...
Şimdi, bu referanduma giderken, iktidar partisinin liderliğinin, destekçisi kanaat önderlerinin “demokrasi söylemini”, insan haklarını koruma demokratik hakları genişletme vaatlerini, karanlık bir imparatorluk nostaljisi uğruna tamamen terk etmiş olduklarını görüyoruz.

Yasa düzenine karşı bir anayasa

Pazartesi Cumhuriyet gazetesinde Orhan Bursalı, yükselen burjuvazinin demokrasi anlayışının gelişmesinde en önemli köşe taşlarından biri , despotizmin karşıtı ve önleyici çaresi olarak, güçler ayrılığı kavramının kurucusu Montesquieu’den de yararlanarak oldukça açık bir biçimde sergiledi; ben tekrarlamayacağım: Güçler ayrılığı yoksa Anayasa da fiilen yoktur. Öyleyse artık sınırlı bile olsa demokratik bir rejimden söz edilemez, AKP rejimini “despotizm” bağlamında konuşmak gerekir.
Bu referanduma sunulan ‘anayasa’ “Evet” oyu alırsa, tüm yetki – güç tek bir kişinin elinde toplanacaktır. Montesquieu’nün “despotizm” tanımı da bu noktadan başlar. Öyleyse, yeni anayasa da aslında, onaylandığı anda, dinci-despotik, dolayısıyla totaliter bir rejimin (artık bu rejim için İslamo-faşizm kavramını kullanmaya başlayabiliriz) kurulmasının aracısı olarak, kurulan rejimde fiilen yok olacaktır.
Bu yeni rejime, en azından, anayasal bir bağlayıcılığı (hukuk devletini) ortadan kaldıracağı için “Hayır” demek, eğer “Evet” çıkarsa da referandum öncesindeki sürecin adaletsizliklerinden dolayı “Hayır” demeye devam etmek gerekiyor.  Evet, referandumda oy verecek bireyler vardır; bu oylara saygı da göstermek gerekir ama, bir yere kadar çünkü hakikatler de vardır. Adalet ise bunların başında gelir. Adalet arzusunu tatmin etmeyen her rejime direnmek, bu rejimi arzulayanların sayısal üstünlüğünden bağımsız olarak, insan olmanın gereğidir.
Ancak, bu direnme momentinde, “en azından anayasal bağlayıcılık” hedefi artık “hayır” demeye devam edebilmek için yeterli olmayacaktır. Aksine, bu hedefe takılmak, haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin genişletilmesinin, devlet olarak demokrasinin (‘kimin için?’ sorusuyla birlikte) giderek ortadan kaldırılması mücadelesinin önünde önemli bir engel oluşturacaktır.

Bu direnişin, artık İslamo-faşist biçimi almaya başlamış bir devletten gelecek saldırılar karşısında ayakta kalabilmesi için, teorik ekseni kadar taktiklerini, tekniğini ve teknolojisini de daha şimdiden -ne kadar geç kalmış olsak da- hızla praxis konusu yapmaya başlamak gerekir.

Monday, January 16, 2017

Emperyalizm ve Jeopolitik -Kısa bir tarihsel teorik giriş- Yazılmakta olan bir kitabın 9. Kısmından bir bölüm. Yorum yazmak isteyenler olursa sevinirim

Bir önceki bölüm:

9.2.2 Bağımlılık ve Azgelişmenin gelişmesi

(...)

9.2.3 Frantz Fanon- emperyalizme karşı mücadele

Frantz Fanon’un (1925-1961) önemi, hem emperyalizme karşı bağımsızlık, hem de bağımsızlığı kazandıktan sonra bunu emperyalizme karşı koruma, mücadelesinin sorunları üzerine değerli analizler üretmekle kalmamış aynı zamanda Cezayir bağımsızlık savaşına da doğrudan katılarak devrimci teori ile pratiği birleştirmiş bir siyah radikal entelektüel ve siyasi militan olmasından kaynaklanıyor.
Fanon’un, sömürgelerin emperyalizme karşı mücadelesinin pratik siyasi ve kültürel hatta psikolojik sorunları üzerinde düşünen yazarların, bir anlamda 1980’lerda canlanan “post-colonial” çalışmaları alanının öncüsü olduğu söylenebilir. Diğer taraftan, Ortadoğu’da son 15 yılda, özellikle “Arap Baharı” olarak nitelenen  olaylara sahne olan 2011 yılından bu yana yaşanan gelişmeleri göz önüne aldığımızda, Fanon’un,  düşüncelerinin bizim zamanımızda da önemini korumaya devam ettiğini de kolaylıkla söyleyebiliriz.
Fanon 1925’de Martinique’de doğdu. Lise yıllarında, Avrupa sömürgeciliğinin önemli eleştirmenlerinden yine Martinique doğumlu, Aimé Cesaire’in görüşleriyle, “Negritude”, “siyahlık durumu” kavramıyla tanıştı. Fanon 18 yaşında, 1943 yılında Martinique”i terk ederek, Alman Faşizmine karşı savaşmak üzere Özgür Fransa ordusu saflarına katıldı. Savaştan sonra Fransa’da kaldı, Lyon Üniversitesinde tıp ve psikiyatri okudu. “Siyahların yabancılaşmadan (disalienation) kurtulması” konulu bir deneme yazdı; bu denemenin genişletilmiş hali 1952’de  Siyah ten beyaz maske başlığıyla yayımlandı. Fanon 1953’de Cezayir’e giderek Blida-Joinville hastanesinde Psikiyatri bölümünde çalışmaya başladı. Ertesi yıl Cezayir Bağımsızlık savaşı patlak verdi. Fanon 1956 yılında  hastanedeki görevinden ayrılarak bağımsızlık mücadelesine katılmak üzere Tunus’a gitti, Orada Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) yayın organı Mücahit’in  editörlüğünde çalıştı. Fanon’un Cezayir halkının bağımsızlık mücadelesini anlatan yazıları 1959’da Cezayir Deviminin beşinci yılı başlıklı bir kitapta toplandı. Fanon’a 1960 yılında Lösemi kanseri teşhisi kondu. Fanon, 1961 yılında ölene kadar tüm enerjisini Dünyanın Lanetlileri başlıklı son derecede büyük bir öneme sahip eserini tamamlamak için harcadı.
Fanon’un deneyimi ve görüşleri, en önemlisi katkıları sömürgeciliğe karşı mücadele edenler için büyük ilham kaynağı oluştururken, eleştirileri son derecede önemli uyarılar olmaya bugün de devam ediyor. Edward Said Fanon için, “ortodoks ulusalcılığın, emperyalizmin açtığı yoldan gittiğini, emperyalizmin iktidarı bunlara terk eder görünmekle birlikte aslında hegemonyasını yaygınlaştırdığı gerçeğini,  görebilen ilk önemli anti-emperyalizm teorisyenidir”[[1]] diyordu.
Fanon’un, kendini Marksist olarak tanımlamamış olmasına karşın Marksizm’den, Varoluşçuluk’tan psikanaliz teorilerinden de yararlanarak emperyalizm teorilerine katkılarını üç kategoride toplayabiliriz. (1) Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının pratik ve kültürel sorunları. (2) Bağımsızlıktan sonra gündeme gelen sorunlar; ulusalcılığın kimi çıkmaz sokakları. (3)  Emperyalizme karşı bağımsızlıktan önce ve sonra mücadelenin kültürel, psikolojik (psikanalitik) boyutu.
1- Ulusal bağımsızlık, ulusal burjuvazinin entelektüellerin sömürgeci devletle pazarlıklarının sonucunda değil, kitlelerin  örgütlü ve silahlı mücadelesiyle kazanılmalıdır. Ulus, kitlelerin aydınlanması, eğitimi, “yeni” insan, “yeni kültür ancak bu mücadele içinden çıkabilir,  bu mücadele ile şekillenebilir.
Sömürgeci devletle yapılan pazarlıklar yoluyla elde edilecek bağımsızlık kısa sürede,  beyaz tenli sömürgecinin kitleler üzerinde uyguladığı baskının, sömürü rejiminin yerine, bu kez yerli siyah tenli bir sınıfın, ulusal burjuvazinin, entelektüellerin uyguladığı baskı, sömürü rejiminin almasına yol açar.
Bağımsızlık mücadelesi ve şiddet (silahlı mücadele), sömürge yönetiminin, beyaz adamın kültürünün asırlar boyunca kitlelerde yarattığı aşağılık, iktidarsızlık duygusunun kırılmasına, özgüvenin kazanılmasına hizmet eder, hatta bu özgüvenin kazanılması için gereklidir.
2- Kitlelerin, kendi temsilcileri olan parti ve entelektüeller yoluyla sürdürdüğü mücadele, bağımsızlık  sürecinde ulusal burjuvazinin çıkarlarının egemen olmasını engellemeli,  bu sömürgecilikle uzlaşmaya hazır, toplumsal olarak gereksiz orta sınıfın ortadan kalkmasını sağlayacak  toplumsal koşulları inşa etmelidir.
Ulusal burjuvazi kendi ekonomik siyasi çıkarlarının belirleyiciliği altında,  kitlelere ihanet ederek ulusal kurtuluşu yarıda kesme ve bir baskı rejim kurma eğilimi taşır. Dahası ulusalcı bilinç kolaylıkla “donup katılaşarak” bir taraftan, giden beyaz efendilerin yerine yeni renkli (coloured) efendilerin geçmesine yol açabilir, diğer taraftan, kolaylıkla aşırı milliyetçiliğe, ırkçılığa, aşiretçiliğe dönüşerek dejenere olabilir. Bu duruma tek çare, ulusalcı “yerlici” bilincin aşılarak gerçek kurtuluşa, toplumsal bilincin ulusalcı bilinci ötesine geçilmesidir.
Ulusal kurtuluş mücadelesine kadınların katılımı, ataerkin kültürün, peçenin, çarşafın baskısını kırmaya başlar. Bu sürecin ulusal kurtuluştan sonra devam etmesi son derecede önemlidir.
3) Gerek sömürgecinin egemenliği, gerek sömürgeciliğe karşı mücadelede, gerekse de ulusal kurtuluştan sonra önemli kültürel sorunların başında, Fanon’un “siyah ten beyaz maske” olarak tanımladığı marazi öznellik biçimi gelir.
Fanon’a göre ulusalcılık ne bir siyasi doktrindir ne de siyasi bir program. Devrimci bir partinin kitlelerin çıkarlarını ifade etmesi ve mücadeleyi bunun etrafında örgütlemesi esastır. Bir ulus, devrimci liderliğin tasarladığı kitlelerin anlayarak kabul ettiği bir sosyoekonomik programdan başka bir şey değildir.
Kurtuluş bir armağan değildir. Kitlelerin kendi eylemleriyle elde ettikleri bir şeydir. Bu aynı zamanda bir kültürel özgürleşme, yüzyılların bilinçlerde yarattığı siyahlık, eksiklik ikinci sınıf olma duygusundan kurtula mücadelesidir. Bu mücadele aynı zamanda emperyalist kültürün egemenliğine ve sızmalarına karşı bir direniş mücadelesidir de.
Fanon’un, kendi zamanının çok ilerisindeki bu savına göre, sömürgeleştirme döneminde, sömürgecinin kültürü, yerel sömürge halkın kültürünün yerine geçtikçe, sömürgeci ırkçılığın psikopatolojik etkileri, sömürge halkın bireylerinde ruhsal davranış bozukluklarına yol açar. Bu etkiler sömürge halkın bireylerinin bağımsız kimlikler geliştirmesine olanak vermez. İkincisi, sömürgeci Batı kültürü “beyazı” saflıkla, temizlikle,  iyilikle, siyahlığı da kirle kötülükle özdeşleştirdiğinden, sömürge halkı da siyahlığı kötülükle özdeşleştirmeyi öğrenir. Böylece sömürge çocukları beyaz olmayı arzulayarak büyür, kendi siyah kimliğini yadsımaya çalışır, kendi halkına beyazların gözüyle bakmaya alışır. Bu çocuklar, entelektüeller siyah insanı,  eksik, gelişmemiş, aşağı insan olarak algıladıklarından siyahlığı kabullenemez,  kendi halkını beyazların gözünden görmeye devam eder: bu konumda kaldıkça da asla özgürleşemez.
Ancak Fanon sömürgecinin kültürünü tamamen inkar etmez, asimile olmaya direnen aynı zamanda iki kültür arasında köprüler kuran ve bu yolla bir karşıt hegemonya söylemi inşa etmeyi amaçlayan “hibridliği” savunur.
Yeryüzünün Lanetlileri kitabında Fanon, bu durumu üç aşamada betimler. Birinci aşamada sömürgenin entelektüeli sömürgecinin kültürünü özümser. İnançları sarsılmaya başlar. İkinci aşamada, inançları sarsılan entelektüel, halkın içine döner, anıların, öykülerin, folk mitolojilerinin içine gömülmeye  başlar. Üçüncü aşamada, entelektüel halkın ataletinin, dinginliğinin kendisini teslim almasına izin vermez. Sömürge entelektüeli, bir ulusun varlığının bir kültürle değil,  ancak halkın işgalci sömürgeciye karşı gerçekleştirdiği mücadelesiyle kanıtlandığının bilincine varır.



[1] Edward Said. Culture and Imperialism, Vintage, 1994 sf. 329. Aktaran Hamza Hamouchene, “The Legacy of Frantz Fanon”, CounterPunch, 13/03/2015