Sosyal Demokrasi’den sadaka toplumuna
Geçen hafta Wall Street Journal’ın aktardığına göre Amerika’nın en zenginlerinden, 40 milyarder, ölene kadar, yada öldükten sonra servetlerinin yarısını hayır kurumlarına bağışlamaya karar vermişler. Aralarında Bill Gates, Warren Buffet, Barron Hilton, Ted Turner, Larry Ellison, Michael Bloomberg’ün bulunan milyarderler grubu, spekülatörlerin (pardon mali piyasaların diyecektim) duayeni Warren Buffet’ın önderliğinde bir araya gelip, bağlayıcı olmayan bir niyet belgesi imzalamışlar. Buffet ve Gates, birlikte Çin’deki ve Hindistan’daki milyarderlere de başvurarak projelerine katılmalarını isteyeceklermiş. Bu projeye katılanlar, bundan böyle zaman zaman akşam yemeklerinde bir araya gelip, bu projeyi geliştirmenin yollarını da birlikte tartışacaklarmış.
Bu ilk anda insanın içini ısıtmaya aday (“Ah! Bak onlarında kalbi var” filan…) haber, aslında kapitalizm altında yaşanan toplumsal çürümenin hangi müstehcen boyutlara ulaştığını gösteren çok güzel bir örnek oluşturuyor.
Hayır severlik değil hırsızlık…
Bill Gates’in serveti, bilindiği kadarıyla 53 milyar dolar. Buffet, Ellison, Blloomberg’in servetleri sırasıyla 47, 28, 18 milyar dolar. Toplam 40-80 milyarder düşündüğümüzde, yüzlerce milyar dolar bir servet çıkıyor karşımıza.
Olacak iş değil ama diyelim ki bu insanlar servetlerinin yarısını gerçekten hayır işlerine ayırdılar, Amerika’da hayır işlerine yapılan bağışların %65’i vergiden muaf tutulduğuna göre, yüzlerce milyar doların yarısından fazlasının vergi havuzuna girmesi engellenmiş olacak.
Böylece milyarderler, vergi yoluyla devlete transfer ettikleri ve toplumsal harcamalara gitme olasılığı olan büyük bir mali kaynağın denetimini, seçilmiş (artık boku çıkmış olan bu seçim süreçlerine pek bir anlam atfettiğimizden değil ama) siyasetçilerin denetimine terk etmek, kamusal alana transfer etmek yerine ellerinde tutmuş olacaklar. Böylece bu serveti hayır işlerine harcama kapasitelerine bağlı olarak, muazzam ekonomik güçlerine, hatta hükümetleri etkileme kapasitelerine ek olarak, toplumsal, hatta siyasi bir prestij, güç kazanmaya başlamış olacaklar. Tabi bu arada ekonomik etkinliklerine, sermaye ilişkisine devam ettiklerinden, servet biriktirmeye, hatta bu hayırseverlik imajı sayesinde ek olanaklar da elde ederek, devam edecekler.
Bu kepazeliğin çok önemli bir boyutu daha var. Vergi kavramına kısaca bakarsak bu kepazeliği görebiliriz.
Toplumda zengin insanlar, gerektiğinde, sağlık hizmetinden, eğitime kadar kendi gereksinimlerini, kendi kaynaklarından sağlayabiliyorlar. Bu yüzden kapitalizm gelişirken bu kesim, toplumun geri kalanının bu konularda nelere yaptığıyla ilgilenmediler. Feodal toplumun sadaka ve dilencilik kurumlarının alışkanlıklarıyla bu alan, zenginlerin bireylerin vicdanına hayır ve yardım cemiyetlerine, dini kuruluşların hamiyetine bırakılmıştı.
Halbuki, bir tarafta, piramidin tepesinde servet birikirken, diğer taraftan toplumun geri kalanında, yoksulların (işçiler, emekçiler, küçük esnaf, köylü vb…) sayıları giderek artıyordu. Toplumun büyük çoğunluğu sağlık, eğitim, konut, ulaşım hatta asgari beslenme gibi alanlarda gereksinimlerini tek başlarına, bireysel kaynaklarla sağlayacak, mali olanaklardan yoksundu.
Bu yoksulluk bir taraftan kapitalizmin gereksinimi olan emek arzının istikrarlı bir biçimde tedarikini, asgari talebin sağlanabilmesinin koşullarını olumsuz etkilemeye başlarken, alt sınıfların, gerek suç yoluyla, gerekse de toplumsal isyan yoluyla itiraz etmeye başlamasına yol açıyordu. Böylece 19. Yüzyılın başında o zaman “Toplumsal Sorun” olarak adlandırılan olayla karşılaşıyoruz.
Toplumsal sorunun iki boyutu, kapitalizme ve liberal demokrasiye muhalefet dinamikleri ve emekçi sınıfların, yeniden üretimini, emek piyasasının istikrarını tehdit eden yaşam koşulları birleşerek “sosyal reform” kavramını üretti ve sınıf eksenli siyasetin başlamasına yol açtı.
Kapitalist sınıf özellikle İngiltere’de ve Chartist hareket’in ve 1848 devrimlerinin yarattığı korkunun da etkisiyle, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye, emekçileri seçim sürecine katmaya ilişkin reformları gündeme getirmeye başladı. Böylece kapitalist devlet, emek piyasasını düzenlemeyi ve toplumsal çelişkileri yönetmeyi üstlenmeye başlıyordu. Hayır kurumlarının, sadaka düzeninin işlevini, devletin vergi gelirlerine dayalı sosyal harcamaları almaya başlıyordu. İkinci Dünya savaşından sonra, sosyalist/komünist hareketin gücüne de bağlı olarak, gelişen “refah devleti”, sadaka toplumu anlayışına toptan son verecekti.
Kapitalist devlet 1980’lere kadar bu sorunsalın içinde kaldı. Kapitalist sınıf, 1980’lerden başlayarak öncelikle ABD ve İngiltere’de “Piyasa devleti” kavramıyla sosyal reform öncesi dönemin sorunlsalına geri dönmeye başladı. Ben bu yüzden 1980’lerde başlayan sürecin, Aydınlanma karşıtı kültürel yankılarıyla birlikte “Restorasyon” olarak nitelenmesinden yanayım.
Liberal demokrasinin çalışanlar açısından yetersiz kaldığına ilişkin saptamaları, giderek kapitalizme yönelik eleştirilerle birleştirerek kapitalizmin ufkunun ötesine, bakmaya başlayan, “Komünist Hipotezi” yeniden canlandıran bir hareket 19. Yüzyılın 2. yarısında Sosyal Demokrasi adıyla şekillendi: Liberal Demokrasiye karşı Sosyal Semokrasi…
Sosyal demokrasinin II. Dünya Savaşı ertesinde Bad Godesberg konferansıyla birlikte “Komünist Hipotezi” terk ederek bir reform partisinden, bir düzenleme partisine dönüştüğünü gördük. Ama bu başka bir yazının konusu…
Burada kısaca vurgulamak istediğim 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “Toplumsal Sorun” kavramı giderek gündemden çıktı, sosyal reform, sınıf mücadelesi, ya da uzlaşması kavramları siyasi ontolojinin merkezine oturdu. Sadaka ve hayır cemiyeti geleneği de, bir toplumsal düzenleme ve meşrulaştırma aracı olarak tarihin çöplüğüne atıldı.
Şimdi “vergi” konusuna dönersek, Restorasyon öncesi dönemde egemen mantık, bu bölüme başlarken değindiğim sorun etrafında şekilleniyordu.
Zenginler, sağlık, eğitim, konut, ulaşım gibi sorunları bireysel düzeyde, kendi olanaklarıyla çözebilirler. Bu sorunları kişisel olanaklarıyla çözme kapasitesine sahip olmayan geniş halk kitleri, emekçiler ise, vergiler yoluyla kaynaklarını birleştirir, bir fon oluşturur, seçtikleri hükümetlerden bu fonu, zenginlerden alınacak (Sosyal reform ve uzlaşmanın gereği) vergilerle de besleyerek, toplumsal gereksinimleri karşılamasını isterler.
Restorasyon bu fona giden vergileri büyük ölçüde ve giderek artan oranlarda keserek sermaye sınıfının kriz yönetim süreçlerine aktardı. Şimdi kimi büyük zenginler, yardım kurumlarına para aktarma adına, toplumsal fona vergi olarak gitmesi gereken kaynakları, yeniden kendi denetimleri altına alıyor, böylece toplumsal fondan kaynak kaçırmış, çalmış oluyorlar. Böylece Restorasyon 1867 Benjamin Disraili reformlarının bile öncesine dönmeye başlıyor. Böylece, egemen ideolji (simgesel sistem) yoksulları emekçi, potansiyel iş gücü, hatta dikkate alınması gereken siyasi grup, toplumsal dinamik olarak anlamlandırmak eğiliminden vazgeçmeye başlıyor. Şimdi yoksullar yeniden, nüfus fazlası, “toplumsal atık” olarak tanımlanıyor, zenginlerin insafına terk ediliyor dilenci konumuna indirgeniyor.
Toplumsal sorunun geri dönüşü
Restorasyon’un emekçi sınıfların yaşam koşulları, örgütlenme olanakları, yasal hakları ve sınıf bilinçleri üzerinde yarattığı tahribat, mutlak ve göreli yoksulluğun gezegenin hemen her noktasında hızla artmasına yol açtı. Emekçiler halk toplulukları bu basınca yerel ve küresel düzeyde cevap vermeye başladılar. Bu bağlamda, MAI karşıtı muhalefeti, Küreselleşme karşı gösterileri, Porto Allegre olayı’nı düşünebiliriz. Latin Amerika’da 1990’larda şekillenen yeni emekçi hareketlerini ve yeni popülizmi de…
Refah devleti, ve toplumsal yardım fonları tasfiye edilir, kaynaklar sermayeye aktarılırken, 1990’larda Sivil Toplum Örgütleri’nin, yeni şekillenmeye başlayan sadaka toplumunun ilk kurumları olarak karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Aynı dönemde, büyük ölçüde sadaka kültürüne dayanan Siyasal İslam’ın da Müslüman Kardeşler örneğinde gördüğümüz gibi, devletin çekildiği alanlarda derinleşen yoksulluk ve sefalet üzerinden toplum içinde hızla yayılmaya ve güçlenmeye başladığını görüyoruz.
Hardt ve Negri’nin İmparatorluk başlıklı çalışmalarında dikkat çektikleri gibi (bu çalışmanın temel yaklaşımına ilişkin eleştirilerim saklı kalmak koşuluyla), Sivil Toplum Örgütleri, küresel kapitalizmin (İmparatorluk’un- H&N) meşrulaştırılmasında, aynen geçmişte, Orta Çağlar’da imparatorlukları meşrulaştıran sadaka/dilencilik kurumları gibi işlediler. Konuya ilişkin çeşitli çalışmalardan da yararlanarak şu gözlemlerin yapılabileceğini düşünüyorum.
STÖ’ler neoliberalizmin parçaladığı sosyal dayanışma ağlarının sancılarını hafifletecek, ama genelde sistemi meşrulaştıran bir seçenek sundular. STÖ’ler refah devleti, toplumsal kontrat, devletin sosyal sorumlukları gibi konularda egemen ideolojinin ve ahlakın çürümesine katkıda bulundular. STÖ’ler yüksek ücretli işler üreterek, orta sınıf entelektüellerini kendilerin çekerek, onların geleneksel muhalefet kapasitelerini kırdılar; ayrıca varsıl bir orta sınıf oluştururken, “duygulanımsal emek” (affective labour) üzerinde şekillenmeye başlayan yeni sınıfa yönelik pasifikasyon sürecinin bir parçası oldular. STÖ’ler yerel ve ulusal düzeyde katılıma katkıda bulunan Demokratik Kitle Örgütleri’nin yerine geçtiler, demokratik (seçme, seçilme, hak ve sorumluluk) dinamiğe dayanmayan yapılarıyla, yerel katılımın, öz yönetim çabalarının önüne yeni engeller koydular. ST’ler kaynak elde etmek içi varsıl sınıflara, Çok Uluslu Şirketlere, AB fonları gibi emperyal (mekan düzenlemeye-yönetmeye yönelik) kaynaklara başvurduklarından, her zaman bunların yörüngesinde kaldılar; kapitalist sınıfın küresel yönetim sisteminin parçası olarak işlediler.
STÖ’ler hizmetlerini ve mali kaynaklarını “halkın, seçmenin hakları, denetimi” sorunsalı içinde değil fon sağlayan kurumlara sundukları projeler bağlamında, sadaka, hayır kurumu sorunsalı içinde dağıttılar, dağıtmaya da devam ediyorlar.
Özetle bu kez “toplumsal sorun” geri döndüğünde, Restorasyon’un siyasi ve ideolojik ikliminde, egemen sınıfları soruna sosyal reform refleksiyle değil, emekçi sınıfları güçsüzleştiren, pasifleştiren ve sessizleştiren, sadaka - dilencilik sorunsalı içinde cevap vermeyi seçtiler.
Kimi milyarderlerin servetlerinin bir kısmını hayır işinde kullanmaya karar vermeleri, bu kararı bir medya olayına dönüştürerek “güler yüzlü”, “vicdanlı” kapitalistler imajına yatırım yapmaya başlamaları, bu yukarda işaret ettiğim çürümenin ürünü. Batı kapitalizmi, 19 yüzyılda, krizlere rağmen refah yaratabiliyor, Cecile Rhodes’in “Devrim istemiyorsanız emperyalizmi kabul edeceksiniz” sözlerinde ifade ettiği gibi sömürgeleri talan ederek kendi halkına toplumsal hizmetler sunabiliyordu. Şimdi ne üretici güçleri geliştirebiliyor ne de bölüşülebilecek bir refah yaratabiliyor. Bu yüzden, iyice parazitleşen ve gericileşen egemen sınıf tek çare olarak sadaka toplumuna geri dönmeye çalışıyor. Bu zenginler böylece sadaka toplumunun dinamiklerine uygun olarak, kimlerin, hangi sorunların, hangi Sivil Toplum Örgütleri’nin destekleneceğine kendileri karar vermek, böylece yeni iktidar alanları oluşturmak istiyorlar. Düzenli toplantı yapma niyetlerini de bir kurumlaşma çabası, kapitalizmin yeni bir oligarşik sınıf örgütü, komplo merkezi kazanması olarak yorumlayabiliriz.