Sol” üzerine spekülatif düşünceler
Bu yazının konusu Türkiye solu, ya da bir başka zamanda, bir başka yerdeki sol değil. Bu yazı genel olarak, yüksek bir soyutlama düzeyinde kalarak, sol kavramı üzerine, daha çok felsefenin araçlarıyla düşünmeyi amaçlıyor.
“Böyle bir çabaya neden gerek duydun?” diye soracak olursanız, buna cevabım üç aşamalı olacaktır.
Birincisi, bir süredir, özellikle 2007 kriziyle birlikte (“bu kriz o kriz mi” başlıklı yazımı anımsayabilirsiniz: Cumhuriyet 27/08/2007)) bende “yeni bir dönemin” başladığına ilişkin bir algı oluştu. İçini tarihsel ve teorik olarak da doldurabileceğimi düşündüğüm bu algı bana, 1980’lerde başlayan, benim “Restorasyon” olarak tanımladığım bir gericilik döneminin, bu gericiliğin ideolojik kültürel, siyasi yapılarını destekleyen (ve bu yapılar tarafından meşrulaştırılan) ekonomik modelin iflas etmesiyle birlikte, sona ermeye başladığını söylüyor. Bu gericilik, 1917’de başlatabileceğimiz ve 1968-73 olaylarına kadar uzatabileceğimiz bir devrimci, ilerici dönemin ardından şekillenmişti. Şimdi bu dönem sona erdiğine göre, yeni bir ilerici dönemin başında olduğumuzu söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Bu dönemin bir devrimler çağı, gerçekten ilerici biçimler üretecek bir dönem olup olmayacağını, giderek keskinleşen, çok yönlü, çok katmanlı, karmaşık sınıf mücadeleleri belirleyecek. Bu nedenle, sol kavramını, bu yeni dönemde, yalnızca 1917-1968/73 döneminin (ekonomik, siyasi, egemen öznellik biçimleriyle en önemlisi sınıf yapılarıyla) geride kaldığını düşünerek değil, aynı zamanda 1980-2007 döneminin yarattığı kültürel tahribatı da göz önüne alarak, tekrar düşünmek gerektiğine inanıyorum.
İkinci nedene gelince, “sol” göreli ve çok istikrarsız bir kavram. Diğer bir değişle solun, sağı-solu belli değil. Bu sol kavramı, her sol ve sağ konumun, kendi içinde de sol ve sağ olarak, bölünebilmesine izin veren bir içeriğe sahip. Zaman içinde evrimleşmeye başlamış olması da ayrı bir sorun.
Üçüncü gerekçem de kavramın adeta üzerinde bir mutabakat oluşmuşçasına, çok değişik bağlamlarda tanımlanmaya de pek gerek görülmeden kullanılmakta olmasından kaynaklanıyor. Filozof Alain Badiou 'nun işaret ettiği gibi Platon’da bu yana, felsefenin birinci görevi, üzerinde mutabakat sağlanan düşünceleri yeniden düşünmektir (i).
***
Sol kavramı, yaşamına Fransız Devrimi sırasında, bir rastlantıyla başladı. Fransız devriminin meclisinde, Meclis başkanının sağında ve solunda oturanlar farklı siyasi eğilimlere sahiptiler. Bu koşullarda, “sol” kavramı, daha ılımlı, mülkiyet sahibi sınıflara yakın, temkinli, devrimi yavaşlatmak, bir an evvel bir düzen oluşturmak isteyen sağ kesimin karşısında, daha fazla demokrasi, eşitlik arzulayan, devrimi bu yönde sürdürmeye devam etmek isteyen, “değişimden” yana olan kesimi ifade ediyordu.
Buradan hemen solun eşitlik, demokrasi ve süreci ilerletme eğilimini, değişim anlamlarını içerdiği söylenebilir. Ama zaman ilerledikçe, sol, “sağ ve sol” sapmalar bağlamında, aşırılar, ılımlılar ve muhafazakârları ayırt etmek için de kullanılmaya başlandı. Bir komünist partinin sağ ve sol kanatları olabileceği gibi, bir muhafazakar partinin, hatta bir faşist partinin de, genelde her siyasi akımın bir sağ ve sol kanatlarından söz edilebilir oldu. İkincisi, “değişim” kavramı, özellikle 1980 Restorasyonu’ndan sonra, “ilerleme” kavramından kopartılarak kendi başına kullanılmaya başlanınca, sol kavramı da, soyut bir “değişim” kavramına indirgenebilir hale geldi. Bu indirgemenin sonunda, liberal entelijansiyanın, Restorasyonu (son dönenlerde de İslamcı restorasyonu, AKP’yi) sol olarak sunmayı da içeren hegemonya stratejisi çok kafa karıştıran bir duruma yol açtı.
Benim amacım, bu denemede, bu sorunlardan kurtulmaya yardım edecek bir sol kavramını düşünmeye çalışmak olacak.
Demokrasi kavramı üzerinden “sol”
Bu amacıma ulaşabilmek için, kendime sağlam bir ölçüt bulmam gerektiğinin ayırdındayım. Bu bağlamda “demokrasi” kavramından yararlanabileceğimi düşünüyorum. Ne de olsa “demokrasi” zamanın en popüler kavramı değil mi? Günümüzde herkes demokrat olmak zorundadır. Demokrat olmamak yasaktır, adeta tedavi edilmesi gereken bir akıl hastalığıdır. Ya bu hastalık iyileştirilmeli ya da, demokratik komandoların nezaretinde hasta yeniden eğitilmelidir. Bugün tüm ülkelerin geleceğe ilişkin tek bir arzusu vardır, tüm ülkelerde siyasetin tek amacı ve ufku demokratikleşmedir… falan filan… değil mi?
Demokrasi bir taraftan, “halkın” (demos), kendini yönetmesi (kratia) anlamına geliyor. Böylece demokrasiyi gittikçe genişleyen bir öz yönetim kapasitesi olarak düşünebiliriz. Diğer taraftan, demokrasi, bu özyönetim kapasitesinin, gelişmesi sürecine sınır koyan, bir devlet biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu nedenle eğer demokrasi kavramıyla ilgileniyorsak, birinci seçenekte, araştırma / tartışma, konusu özyönetimin genişleyerek, özgün ve toplumun üzerinde, şiddet uygulama tekeline sahip bir kurum olan devletin alanını da kapsamaya, giderek onu ortadan kaldıracak olan bir sürece, diğer bir deyişle devletin sönümlenmesine, komünizmin sorunlarına ilişkin olmak durumundadır.
İkincisinde ise karşımızda bir devlet biçimi olarak demokrasi olduğundan tartışma / araştırma konusu “iyi devlet” (daha demokratik devlet, ama her zaman devlet) sorunsalı çerçevesi içinde kalacaktır.
İşte bu iki farklı demokrasi kavramı bizlere, sol kavramını düşünmekte yardımcı olabilir. Bu iki kavrama baktığımızda kategorik bir fark görüyoruz. Birincisinde, siyasi süreç verili yapıyla sınırlı değil, aksine onun ötesine geçmekle ilgili. Bu yüzden bu seçenekte felsefe ve siyaset, Kapitalist ekonomi ve devletten oluşan yapının dışındaki bir yerle ilgili olmak, onu düşünmeye çalışmak zorunda. Bu, birinci anlamında demokrasi komünizmle (bir devlet, yada parti ile ilgili olarak değil, bir işlemsel kavram olarak kullanıyorum) ile ilgili. Bu da bizi siyasette çok özgün bir konuma getiriyor. Çok özgün çünkü, bu hem yapının içinde (ama onunla uyumsuz) hem de aynı anda yapının dışında ve yapıya karşı var olan bir duruş/etkinlik.
Bu çok özgün konumda sağ ve sol kavramları yok. Çünkü yapıya karşı olmak durumu, az veya çok olamayacak bir bütünlüğe ve kesinliğe sahip! Dolayısıyla sağı ve solu ayır edecek bir ölçüt söz konu değil.
İkincisi, devlet biçimi olarak demokrasiye, oradan da “iyi devlet” kavramına gelirsek… Eğer amaç yapıyı aşmak, ortadan kaldırmak değilse, o zaman geriye bu yapıyı en yaşanılabilir en sürdürülebilir biçimde şekillendirmeye çalışmak kalıyor. Böylece siyasi pratik yerini düzenleme pratiğine bırakıyor.
Örneğin, devletin iyi bir devlet olabilmesi için, üç alanda egemenliği "iyi" düzenlemesi gerektiğini söyleyebiliriz: Ekonomik alan, ulusal sorun ve haklar, özgürlükler olarak demokrasi. Bu bağlamda, eğer ekonomik bir kriz varsa sorumlusu devlet olacaktır. Devlet, bağlı olduğu ulusu, uluslararası alanda doğru temsil etmeli, bağımsızlığın güvencesi olmalıdır. Üçüncüsü, devlet "demokratik olmak zorunda" oluğunun "bilincinde" olmalıdır. Diğer bir deyişle, hak ve özgürlükler olarak demokrasinin sürekli genişlemesi, evrenselliğini koruması, eşitlik getirici bir süreç olması "iyi devletin" sorumluluğudur. Bu bağlamda, bir topluluğa, dine, etnik özelliğe, bir ırka ve cinse ayrıcalık sağladığı, bu sorunlardan biriyle ilişkilendiği takdirde, devlet demokrasinin evrenselliğini koruyamayacak, soyut vatandaşların eşitliğini ilerletme sürecinin sorumluluğunu üstlenemeyecektir, "iyi devlet" olamayacaktır.
Burada, tüm bu alanlarda, seçeneklerin sınırlarını belirleyen bir yapı (kapitalist ekonomi ve devlet) söz konusudur. Diğer bir değişle, yukarıdaki iyi devlet amacına ilişkin “siyaset” (artık tırnak içinde yazmak durumundayız) söz konusu olduğunda tüm seçenekler yapının içindedir.
Diğer taraftan, yapı çelişkili sınıf ilişkileri üzerinde yükseldiğinden de, bu “iyi devlet” deki “iyi” farklı sınıflar için farklı anlamlar içerecektir. Örneğin kapitalist, ya da toprak sahibi sınıflar açısından ekonomik ve siyasi iktidarlarını toplumun geri kalanına en etkin ve en düşük maliyetle kabul ettirerek güvence altına alan devlet en “iyi devlet” olacaktır. Buna karşılık çalışanlar açısından, sermaye ile pazarlık etme koşularına, toplumsal ücretin (sosyal haklar) düzeyine ve içeriğine, işsizlikle ve pahalılıkla mücadele olanaklarına, örgütlenme özgürlüne refah koşullarına katkısına, göre tanımlanacaktır.
Bu nedenle yapı içinde birden çok, birbirine göre sağ ve sol olarak tanımlanabilecek, duruş noktasının söz konusu olacağını kolaylıkla görebiliriz:
“İyi devleti” konusuyla, amacıyla, ilgilenen küme içinde, önce sermaye ve emek karşıtlığına (ama aynı zamanda birlikteliğine) göre bir sağ sol kutuplaşması düşünmek gerekiyor. Sermaye tarafında liberal demokrasiden faşizme kadar uzanan bir muhafazakar siyaset yelpazesi ve bir çok “sağ” ve “sol” söz konusu. Emek tarafındaysa, kapitalizmin çelişkilerini yumuşatmayı, denetim altına almayı, verili ulusal “yapısını” korumayı, dolayısıyla sürdürülebilirliğini sağlamayı amaçlayan, Sosyal Demokrasiden Halkçılığa (Kemalizm, Peronizm, Nasırcılığa vb… ve “demokratik sosyalizme” kadar uzanan ve kendi içinde birçok sol ve sağ duruşu içeren bir siyasi yelpaze düşünmek olanaklı.
Yeniden vurgularsak, burada egemen paradigma, kapitalizmin aşılması değil, daha insancıl (insan haklarına saygılı), sürdürülebilir, eşitlikçi, çok kültürlü, cinsiyet ayrımlarını azaltmaya çalışan bir kapitalizmin yaratılması, kapitalizmin ebedileştirilmesi, tarihin durmasıdır. Diğer bir değişle, felsefi açıdan metafizik ve ütopya’cı bir “etkinlikle” karşı karşıyayız. Bu duruşu benimsemiş akımların, kendilerini “gerçekçi” komünistleri ise ütopyacı olarak tanımlamalarıysa tam anlamıyla bir saçmalıktır.
Bu mantıksal çözümlemeler, beni sol hareketle (“siyasetle”), komünist hareketin (Siyasetin) aynı kümelere ait olmadığı sonucuna götürüyor. Komünist siyaset, yapıya karsı bir siyaset iken, sol yapı içinde bir siyaset. Komünist hareket yapının dışından yapıya karşı olduğundan, gündemine alabileceği olasılıklar sürecinin ucu tümüyle açıktır. Komünist hareketin siyasi hedeflerini seçerken, bir tek işlevsel kavramı, yönlendirici ilkesi, ölçütü olacaktır: Yapının çözülmesi… Diğer bir değişle tüm tercihler, günlük hedefler, taktikler ve strateji, özgün konjonktürlerin seçimler, savaş vb…) özgün seçenekler hep bu ölçüte, “komünist hipoteze” yapının dışına giden ve orada devam eden yola, göre yapacaktır.
Sol hareketler ise, deyim yerindeyse kapitalist realist bir hipoteze sahiptirler. Yapıyı bir realite olarak kabul eder, bu anlamda realist bir siyasi seçenekler dizini oluştururlar. Bir tarafta egemenin, muktedirin kurup dayattığı iktidara karşı ezilenin, sömürülenin, haklarından mahrum bırakılanın yanında olmaya, onların yaşam koşullarını iyileştirmekten, “iyi devletten” yana olmaya çalışırlar. Böylece egemenler ve ezilenler ilişkisini veri alarak kapitalizmi daha yaşanabilir, devleti daha az baskıcı, temsil ilişkisini, özgürlükleri daha geniş kılmayı amaçlarlar. Ama her zaman yapının içinde kalmak koşuluyla.
Komünizm ise, ezilenler ve ezenler ilişkisini, kapitalizmi ortadan kaldırmaya bu kategorilerin geçerli olmadığı bir yeni ucu açık dinamik bir “yapıya” ulaşmaya ilişkindir.
Özetle ve kabaca, sol, ezenlere ezilenler arasındaki dengeyi ezilenlerden yana kurmaktan, iyileştirmekten yana olmakla ilgilidir. Komünizm bu dengeyi oluşturan ilişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Sol devleti iyileştirmeyi arzular, komünizm devletin olmadığı bir yere ulaşmayı…
Son tahlilde, diğer bir değişle yapının devamının sorgulanmaya başlandığı noktada, sol, toplumsal muhalefeti, protestoyu ve isyanı, örgütler, pasifize eder, yapının içinde kalmasını sağlar. Komünizm, her aşamada, ilk ve son tahlilde bu muhalefetin güçlenmesi, önünü açılması, hızlanması, yapının sınırlarından taşması için çalacaktır.
***
(i) Bu yazıda, özellikle demokrasiyle ilgili bölümlerde Alain Badiou’nun "Demokrasi kavramı üzerine yüksek düzeyde spekülatif akıl yürütmeler" başlıklı denemesi bana çok yardımcı oldu.