Kafalar Fena Halde Karışmış. Kafayı kaldırmanın zamanı
Karışmış derken bizi kastetmiyorum. Bu, bizim kafalarımızda da kimi karışıklıklar olmadığı anlamına gelmiyor tabii. En azından kendimden biliyorum… Ama buradaki karışıklık, geçen 30 yılın egemen ideolojisinin üretildiği ve savunulduğu yerlerdeki insanlarla ilgili.
Bu kafa karışıklığının, bu karışıklıktan doğan şaşkınlığın ilk ve en çarpıcı örneğini, ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’ın Meclis Soruşturma Komisyonu'na verdiği ifadede görmüştük. Adam, “gerçek hayat kafamdaki ideolojiye, modele uymadı çok şaşkınım” diyordu. Greenspan’ın ideolojisine, dünyayı anlama modeline göre piyasalar fazlalıkları temizlemeli, bu mali kriz olmamalıydı. Spekülasyon araçları riski azaltıyor olmalıydı; ama riskleri katlayarak arttırdılar. Bankalar kendi güvenliklerini sağlayacak kadar bu işleri biliyor olmalıydılar ama iskambil kâğıdından kaleler gibi birbiri ardına yıkılmaya başladılar. Bu iki yıl önceydi.
Dahası, son G20 toplantısında izlediğimiz gibi, “krizi atlatmak için ne yapmak gerekir?” sorusuna her kafadan bir başka cevap geliyor. Bu kafalar, devletlere, (belli coğrafyalardaki sermayelerin çıkarlarını, korumaya göre örgütlenmiş siyasi yapılara) ait olunca da, kafa karışıklığı, ekonomik alandan çıkıp siyasi, hatta kültürel alana bulaşıyor, dönüp siyasi iktidar ilişkilerini tehdit etmeye başlıyor.
Bu bağlamda, Çarşamba günü Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşemde değindiğim bir örneği burada yeniden aktarıp üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Çünkü bu örnekteki kafa karışıklığının, zamanında bize de bulaşmış olmasından kuşkulanıyorum.
Gideon Rachman, mali sermayenin, kültürel alanda, vuruş gücü en yüksek amiral gemilerinden biri, Financial Times’ın uluslararası ilişkiler başyazarı. Pazartesi günü “Toplamı sıfır olan dünya” (Zero-Sum World) başlıklı yazısında adeta günah çıkarıyor, “bir zamanlar nelere inanıyorduk” demeye getiriyordu.
Rachman, yazısında, egemen ideolojinin en temel varsayımlarını sorgulamanın risklerini bildiğinden olacak, söze özgeçmişini anımsatarak başlıyor: 1980’lerde, Thatcher yıllarında BBC World Service başlamış, Gorbacev Rusya’sını “değişimi” ve çöküşü izlemiş; 1990’larda The Economist’de, mali sermayenin vurucu gücü yüksek bir başka gemisinde, görev yapmış.1992 Clinton’ın yemin törenine katılmış. 1997 Tony Blair’in seçilmesini izledim diyor. O zaman “Liberal Enternasyonalizm” gibi kavramlar varmış, 1991-2008 dönemi Batı’nın “iyimserlik çağıydı”. “Her şey daha iyi olacak diye düşünüyorduk”… Bu bir “Kazan-kazan dünyasıydı” diyor. Rachman “2008 krizi uluslararası ilişkilerin mantığını değiştirdi”… “Şimdi birinin kazancı öbürünün kaybı olarak algılanıyor” diyor.
Rachman’a göre, 2008 öncesinde egemen ideoloji beş temel sava dayanıyormuş: Birincisi, Fukuyama’nın “tarihin sonuna geldik, bundan sonra yalnızca liberal demokrasi olacak" savı. İkincisi, piyasaların devletler üzerindeki zaferi kaçınılmazdır [Ulus devlet zayıflıyor, etkisi azalıyor-EY] savı. Üçüncüsü, teknoloji; refah, demokrasi ve küreselleşme yönünde dönüştürücü bir güçtür [Teknolojik devrim, yeni ekonomik ilişkiler yaratıyor, kafa kol emeği arasındaki farkı ortadan kaldırıyor, kapitalizm geride kalıyor-EY] savı. Dördüncüsü "demokrasi ve kapitalizm geliştikçe savaş olasılığı azalır. Barış ve demokrasi için serbest piyasanın ve liberal demokrasinin yaygınlaşması gerekir" savı. Nihayet, "Bu düzenin bir güvenlik poliçesi olarak, son tahlilde ABD dünyada yenilmez bir güçtür. ABD tek süper güçtür ve böyle kalmaya devam edecektir" savı. Rachman “Bu düşünceleri yakından biliyorum çünkü o yıllarda The Economist’te her hafta hep bunları savunduk” diyor.
Sonra her şey değişmiş. Bu savlar hayatın gerçeğine çarpmışlar. Rachman gibileri dün “her şey daha iyi olacaktı” diye düşünüyorlardı. Şimdi Rachman, gelecekte insanlığı bekleyen daha tehlikeli ekonomik, siyasi sorunlara, çevre sorunlarına, savaş olasılıklarına değinerek “Bundan sonra daha kötü olacak” temasıyla bitiriyor yazısını.
Buradan üç sonuç çıkarmak gerekiyor bana göre. Birincisi, kriz yönetme modelleri etkisini yitirdiğinden, yerine neyin geleceği henüz belli olmadığından, egemen sınıfların, beklenmedik, olağanüstü politikalara başvurmaları, paniğe kapılıp, anlamadıkları ortamlara yanlış varsayımlarla müdahale (Irak örmeğinde olduğu gibi) ederek büyük acılara yol açma olasılıkları giderek artıyor. İkincisi egemen ideolojinin istikrarını kaybetmeye başladığı dönemlerde sosyalistler açısından büyük olanaklar ortaya çıkar. Ama bu olanakları kullanabilecek durumda olmak, “savunma”, “direniş” kavramlarıyla ifade edilen “edilgenlik” ruhundan çıkıp, pro-aktif, iktidar alanına müdahale etmenin hesaplarını yapan bir ruh haline bir an evvel ulaşmak gerekiyor. Bu gereklilik de çıkarmak gerektiğini düşündüğüm üçüncü sonuçla yakından ilgili.
Üçüncüsü, Gideon Rachman’ın özetlediği savlar sosyalist hareket üzerinde de etkili oldu. Örneğin küreselleşme kavramı, yalnızca emperyalizm kavramını sosyalist literatürden kovmakla kalmadı, “ulus devlet piyasa karşısında zayıflıyor, bir karar noktası olarak anlamını kaybediyor” savıyla birleşerek, "küreselleşen kapitalizme karşı ancak küresek çapta mücadele verilir" savını yarattı. Bu sav, yerel hükümetlere ve devletlere karşı mücadeleyi adeta gereksiz kılarken, emperyalizmden söz açan herkesi ulusalcılıkla, devletlerin, hükümetlerin politikalarıyla uğraşanları da, mücadeleyi ulus ölçeğinde hapsetmekle suçlayan bir söyleme zemin oluşturdu. Küreselleşmeci gevezelik, pasifizme gerekçe oluşturdu. Ulusalcılıkla mücadele, ulusalcılığı, en gerici, etnik ve dışlayıcı biçimleriyle, sınırlayarak, popülist, uluslar arası sermaye karşısında dayanışma ve savunma refleksine ilişkin yanlarını yok sayarak, tarihselliğini [] yadsıyarak tanımlayınca, emperyalizm konuşulamaz hale geldi.
Sosyalistlerin ulusalcı olması gerekmiyor. Uluslararası sermayenin “ulusal ekonomi” deki birikim ve değerlenme süreçlerine ve bu süreçlerin ekonomiye ve siyasete müdahale etme biçimlerine, bu biçimleri taşıyan kurumlara, siyasi yapılara, kişilere karşı çıkmak zaten sosyalistlerin genel etkiliklerinin içinde. Ama bu sosyalistlerin evrensel projesi (Komünist hipotez[]) açısından yetersiz, yetersiz kaldığı, bütünden koptuğu ölçüde, ideolojik ve siyasi çalışmalarda “tali hasar yaratabilecek” bir etkinlik.
Bu sorun şöyle de konabilir, emperyalizm, kapitalizme karşı mücadelede, burada, hemen şimdi (bu konuya aşağıda yeniden döneceğim), ilk karşılaşılan engellerden biri. Bu ekonomik açıdan, ülkenin yerel sermaye grup ve sınıflarının üzerinde yaşadığı sermayenin çok büyük bir kesiminin, yeniden üretim koşullarının, uluslararası (emperyalist) sermayenin yeniden üretim koşullarına bağlanmış olmasıyla ilgili – “içsel olgu” olma esprisi. Kültürel açıdan, emperyalizmin, giriş ve işleyiş süreçlerinin önünü açan savlar, kendilerini daha kabul edilebilir, “demokrasiyi”, “sivil toplumu” geliştirme, ulusalcı, Jacobin eğilimlerle, “toplum mühendisliği” ile mücadele savları gibi aracılar üzerinden sunabiliyor. Bu yolla sosyalist hareketin söylemine nüfuz eden emperyalist kültürel biçimler, Lenin’in “escamotage” (kimi yan, hatta yapay konuların öne çıkarak esas tartışma konusunu ve hedefleri karartma) dediği etkiyi yapabiliyorlar. Böylece sosyalistlerin ulusalcı-antiemperyalist tepkileri geliştiren kesimlere ulaşarak, burayı dönüştürerek kendi enerjilerine katmalarına olanak sağlayacak söylemlerin ve ilişkilerin önü kesilmiş oluyor.
Diğer taraftan "küreselleşen kapitalizme karşı ancak küresel çapta mücadele verilir" savının arkasındaki “ulus devlet etkisini kaybediyor” savı ve bunun sessiz ortağı olan “İmparatorluk” (Hardt &Negri) teorisi, hayatın yeşilliği, inatçılığı karşısında dayanamadılar. Çünkü, uluslararası ilişkiler devletlerarası ilişkiler olmaya devam ediyordu. Devletlerarası ilişkiler ise her zaman güç ve egemenlik-bağımlık ilişkileriydi. Emek disiplini ve mülkiyeti korumak söz konusu olduğunda sermayenin elindeki en etkili araç hala devlet aygıtıydı. Böylece, sömürgecilik, “yeni sömürgecilik”, geri gelmekle kalmadı, yeni emperyalist güçlerin yükselme süreçlerini, doğal kaynakların, minerallerin, piyasaların yeniden paylaşım mücadelelerini izlemeye, gelecekteki büyük savaş olasılıklarını yeniden konuşmaya başladık.
Küreselleşmecilik ve devletin etkisini kaybetmeye başladığına ilişkin savların pasifizme yol açmasının temelinde kapitalizme karşı genel olarak mücadele edilemeyeceği gerçeği yatıyor.
Sermaye bir ilişkidir, ama herhangi bir ilişki değil. O kapitalist toplumun (kapitalist toplumda yaşadığımızı sanırım artik biliyoruz), yaşadığımız toplumun, tüm yerel, kültürel, tarihsel, özelliklerini sildiğimizde, soyutladığımızda, geride kalan, yalnızca varlık olarak Varlığı (Being, Etre, Sein) olan, ilişkidir. Bu yüzden biz onunla ancak aldığı özgün biçimler yoluyla karşılaşırız. Diğer bir deyişle, sermayeyle değil onun toplumun “maddesini” (şeyler ve insanlar; zaman ve mekan) örgütleyerek yarattığı biçimleriyle, burada yaşam alanımızda karşılaşırız. İkincisi, sermaye ilişkisinin bize sunduğu her biçim bizi aynı yeğinlikle (intansite) etkilemez. Bazı biçimlerin yeğinliği çok, hatta azami (maksimum), bazı biçimlerin ki, zayıf hatta asgaridir (minimum).
Bu nedenlerden dolayı, kapitalizmle mücadele her zaman, belli bir zaman ve mekan içinde somut bir şeye (toplumun maddesinin kapitalist bir örgütlenme biçimine) karşı bir mücadele olmak zorundadır. Fabrikada tuvaletin temizliği için mücadeleden, fabrikanın işgaline, gelen polisle uğraşmaktan, askeri darbeye direnmeye kadar ve bir hükümete, hükümetin sosyal ekonomik politikasına, dayatılan bir yaşam tarzına (biyo-politiğe), rejime ve siyasi iktidara karşı…
Dahası kapitalizm ve sermaye salt ekonomik değil aynı zamanda bu ekonomik ilişkileri korumak üzere, onlarla birlikte gelişmiş, bazen eski yapılardan alınarak oluşturulmuş simgesel sistemlerle (ideolojiler) ve siyasi yapılarla birlikte, hatta bunlar olarak var olan bir toplumsal ilişkidir.
Kapitalizm uluslararası bir sistem haline gelmiş olsa bile, karşımıza, deney (varoluş) alanımıza, öncelikle bu ülkede, burada, yaşam alanımızda, bu devletin koruması, onu yöneten hükümetin, ya da cuntanın yürütmesi, yasal sistemi, baskı araçlarının, simgesel sistemlerinin söylemleri, bedenlerimizi, dilimizi, zaman ve mekan kullanma tarzlarımızı her an, her yerde denetleyen, hazlarımıza ve özgürlüklerimize çeşitli engeller, yasaklar getiren, cinsiyet, estetik rejimleriyle birlikte çıkar.
Bu karşı çıkış, bizi burada, somut tercihler yapmaya, öncelikler listesi oluşturmaya, ilk elde temas edilebilecek hedefler seçmeye zorlar. Bu karşı çıkış, bizi vazgeçilemez ve sürekli bir haklar mücadelesinden başlayarak, seçimlere girmeye kadar, boykottan, mitinge, yürüyüşe daha birçok başka mücadele biçimine yönelik taktik adımlar atmaya zorlar.
Kapitalizme karşı ancak böyle mücadele edilebilir: Burada, şimdi ve en uygun hedefi ve aracı seçmek koşuluyla… Ama toplumun sonsuz biçimleri arasında, hangi hedefi, hangi aracı seçeceğiz? Ölçüt ne olacak?
Bu bağlamda, seçimlerimizi yaparken biri teorik biri teknik iki ölçüte sadık kalmaya çalışmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bunlardan biri “Komünist hipotezle” ilgilidir. Her hedef adayını, Komünist hipotezin merceğinden bakarak, oraya gidecek yolun haritasını düşünerek, seçmek gerekiyor. İkincisi, bu seçimin, “zincirin ana halkası” kavramını ödünç alırsak, seçilecek hedefin gittikçe genişleme ve komünist hipotez açısından da gelişme şansına sahip bir hedefler zincirini, hani kumların içinde çekip çıkarırken yavaş yavaş yeni halkaları görmeye başlarsınız ya, işte öyle bir durum yaratması gerekiyor. Seçtiğimiz hedef, bizi, toplumun sonsuz sayıda sorunlarının, potansiyel hedeflerinin oluşturduğu “kaosun” içinde, giderek genişleyen ama hepsi bir yönde gelişen yeni hedeflerden oluşan bir zinciri düşünmeye ve tutmaya olanak vermeli.
Ama her şeyden önce, egemen ideolojinin çözülmeye başlamasının ve buna bağlı olarak ekonomik siyasi iktidarların kendilerini açıklama kapasitelerinin giderek zayıflamasının getirdiği olanakları kullanabilecek durumda olmak gerekiyor. Bunun için öncelikle, “savunma”, “direniş” ruhundan çıkıp, krizin getirdiği tarihsel haklılığa ve etik üstünlüğe dayanarak pro-aktif, iktidar alanına müdahale etmenin hesaplarını yapan bir ruh haline bir an evvel ulaşmak gerekiyor.