Wednesday, April 23, 2014

Hâlâ adı yok

“Sarıkamış’a gelirken fark etmedik. Her yer kar altındaydı
Ama biz dönerken evladım, karlar erimişti... Yolun iki yanında...
(...?)
Hayır artık konuşmak istemiyorum. Bazı şeyler...”

-I-
“Her lekenin bir rengi olmak zorunda”. Buradakiler ne renktiler?
Durgun sular kırmızıyla kirlendi. Akarsular lanetli yükleriyle gittiler.

-II-
Tüfek, dipçik, halat, zincir, namlu, mermi, kasatura
Bir sabah, hiçbir şey almadan... Belki bir iki bohça
Kırık kapı, kırık cam, yakılan ev... Kuyu, yosun, taş, su
Tozlu yol, taşlı yol, susuz yol -başlarken şaşkınlık, keder...-
Kayış, üniforma, şalvar poşu, çelik ökçeleriyle çizmeler
-“Deli ... Paşa, seymenleriyle geldi. Elli. Altmış süvari.
Üniformalarını çıkarıp, sonra güneye indiler”-
Yırtık iskarpin, parçalanmış çarık, dağılmış bohça, panik,
Kamçı, mahmuz. Nagant, Nagant...
Nagant! Sonra kısa bir sessizlik. Arkasından yine curcuna
Çıplak ayaklar, küçük ayaklar, minik ayaklar, binlerce
Tozlu yol taşlı yol, at nalı, at salyası, insan teri, kan,
Kadın, erkek, çocuk, bebek,  pusuda yaban köpekleri,
Küllerin renginde, ölüm renginde, bulutsuz... Kuzgunlar...
Yerde çatlayan kafatası, kırılan kol, kaburga, bacak
Bayrak, paçavra, moloz, su yok, taş, toz, Tanrı çok uzak
Yol, sonsuz Stiks Nehri- katran rengidir bilirsiniz- gibi akan yol...

-III-
Kasım güneşi Üsküdar’dan kalktı yorgun ayaklarını sürükleyerek
Sularda, karşıya geçti,  bir an durdu dinlendi, çekip gitmeden önce
Karanlık öyküler yazarak uzayan ölümsüz minarelerin arkasından
Sis kentin üzerine çökerken kimliğini silerek, zorlukla nefes alan ışıklar
Uzanarak parmaklarıyla, unutulmuş bir şeylere dokunmayı başardılar
Zamanın büyük çabalarla kapatmaya çalıştığı yaranın derinliklerinde

Aralıkta dolunayın aynası yalan söylüyordu -yıldız ve bulut yoktu
-Çığlıklarla devirip, besmeleyle kestiler beyaz boynunu heykelin-
Dağı yansıtıyordu –Bir piramit tersine durmaya çalışıyordu-
Bir geyiğin kristal soluğu gecenin siyah tuvalinde bin parça
Donmuş çalıların kuytuluklarında çıtırdayarak çürüyen zaman
Toprak yolda bunları dinleyerek yürüyen adam -yaşı belli değildi-
Başını önüne eğmişti, sadece ayaklarına bakmaya özen gösteriyordu
Yolun  yanındaki hendekleri dolduran kemikleri görmeden geçebilmek için.


Işıklarını kaybetmiş kentlerde “olayın” anlamını arayan kederli mırıltılar
Sarı köpeklerin ağlamalarına eşlik ediyordu eflatun gecesinde bozkırın
Yeşil karınlı sineklerin larvaları çoğalıyordu çürüyen apselerin kıyılarında
Bir çocuk yaşlanmadan öldüğünü görüyordu uzadıkça uzayan rüyalarında
ve bir adamın hendekte beyazlaşan kemiklerine bakmadan geçtiğini…

Bir Kaçkar istavrozuna emanetti pirinç başlıklı karyola. Ayakucunda
Bir çift asker çizmesine sarılmış oturan siyah saçlı kör kadın
- “Ah! Baba, Baba, Beni buralarda neden böyle bıraktın?” -
Yalnızca birini parlatıyordu dantel işlemeli mendiliyle
Ölüler beyaz parmaklarıyla eski bir sessizliği kazıyordu duvarlardan...  

Ocakta bir yıl yeniden başlayacaktı. “Bu kez mutlaka farklı olacaktı”
Diyerek ısrar ediyorduk yine; kronik histeri halimizdi çünkü
Şubatta bir adam yatıyordu yerde yüz üstü. - Gözleri açık değildi-
Ayakkabısındaki deliği konuştular günlerce. O yatmaya devam etti.

Kırmızı bir yılan hâlâ çatlağını arıyordu asfaltın üzerinde kayarken...