Hâlâ adı yok
“Sarıkamış’a gelirken fark etmedik. Her yer kar altındaydı
Ama biz dönerken
evladım, karlar erimişti... Yolun iki yanında...
(...?)
Hayır artık konuşmak istemiyorum. Bazı şeyler...”
-I-
“Her lekenin bir rengi olmak zorunda”.
Buradakiler ne renktiler?
Durgun sular kırmızıyla kirlendi. Akarsular
lanetli yükleriyle gittiler.
-II-
Tüfek, dipçik, halat, zincir, namlu, mermi,
kasatura
Bir sabah, hiçbir şey almadan... Belki bir iki
bohça
Kırık kapı, kırık cam, yakılan ev... Kuyu, yosun,
taş, su
Tozlu yol, taşlı yol, susuz yol -başlarken
şaşkınlık, keder...-
Kayış, üniforma, şalvar poşu, çelik ökçeleriyle
çizmeler
-“Deli ... Paşa, seymenleriyle geldi. Elli. Altmış süvari.
Üniformalarını çıkarıp, sonra güneye indiler”-
Yırtık iskarpin, parçalanmış çarık, dağılmış
bohça, panik,
Kamçı, mahmuz. Nagant, Nagant...
Nagant! Sonra kısa bir
sessizlik. Arkasından yine curcuna
Çıplak ayaklar, küçük ayaklar, minik ayaklar,
binlerce
Tozlu yol taşlı yol, at nalı, at salyası, insan
teri, kan,
Kadın, erkek, çocuk, bebek, pusuda yaban köpekleri,
Küllerin renginde, ölüm renginde, bulutsuz...
Kuzgunlar...
Yerde çatlayan kafatası, kırılan kol, kaburga,
bacak
Bayrak, paçavra, moloz, su yok, taş, toz, Tanrı
çok uzak
Yol, sonsuz Stiks Nehri- katran rengidir
bilirsiniz- gibi akan yol...
-III-
Kasım güneşi Üsküdar’dan kalktı yorgun ayaklarını
sürükleyerek
Sularda, karşıya geçti, bir an durdu dinlendi, çekip gitmeden önce
Karanlık öyküler yazarak uzayan ölümsüz
minarelerin arkasından
Sis kentin üzerine çökerken kimliğini silerek,
zorlukla nefes alan ışıklar
Uzanarak parmaklarıyla, unutulmuş bir şeylere
dokunmayı başardılar
Zamanın büyük çabalarla kapatmaya çalıştığı
yaranın derinliklerinde
Aralıkta dolunayın aynası yalan söylüyordu
-yıldız ve bulut yoktu
-Çığlıklarla devirip, besmeleyle kestiler beyaz
boynunu heykelin-
Dağı yansıtıyordu –Bir piramit tersine durmaya
çalışıyordu-
Bir geyiğin kristal soluğu gecenin siyah
tuvalinde bin parça
Donmuş çalıların kuytuluklarında çıtırdayarak
çürüyen zaman
Toprak yolda bunları dinleyerek yürüyen adam
-yaşı belli değildi-
Başını önüne eğmişti, sadece ayaklarına bakmaya
özen gösteriyordu
Yolun
yanındaki hendekleri dolduran kemikleri görmeden geçebilmek için.
Işıklarını kaybetmiş kentlerde “olayın” anlamını
arayan kederli mırıltılar
Sarı köpeklerin ağlamalarına eşlik ediyordu
eflatun gecesinde bozkırın
Yeşil karınlı sineklerin larvaları çoğalıyordu
çürüyen apselerin kıyılarında
Bir çocuk yaşlanmadan öldüğünü görüyordu uzadıkça
uzayan rüyalarında
ve bir adamın hendekte beyazlaşan kemiklerine
bakmadan geçtiğini…
Bir Kaçkar istavrozuna emanetti pirinç başlıklı
karyola. Ayakucunda
Bir çift asker çizmesine sarılmış oturan siyah
saçlı kör kadın
- “Ah!
Baba, Baba, Beni buralarda neden böyle bıraktın?” -
Yalnızca birini parlatıyordu dantel işlemeli
mendiliyle
Ölüler beyaz parmaklarıyla eski bir sessizliği
kazıyordu duvarlardan...
Ocakta bir yıl yeniden başlayacaktı. “Bu kez
mutlaka farklı olacaktı”
Diyerek ısrar ediyorduk yine; kronik histeri halimizdi çünkü
Şubatta bir adam yatıyordu yerde yüz üstü. -
Gözleri açık değildi-
Ayakkabısındaki deliği konuştular günlerce. O
yatmaya devam etti.
Kırmızı bir yılan hâlâ çatlağını arıyordu
asfaltın üzerinde kayarken...