TKP krizini
aşamadı ve bölündü. Sosyalist hareketin de
en gelişkin, deneyimli kadrolarını bir araya getirme gereksiniminin artık
yaşamsal bir önem kazanmaya başladığı bir dönemde, TKP’nin en deneyimli kadrolarının anlaşamayarak ayrışması, iki
farklı örgüt oluşturmaları sevinilecek
bir gelişme değil. Bu yazı da bu sürecin
değerlendirilmesi ve eleştirisi değil. Bu yazıda daha çok genele ilişkin bazı
konuları tartışmaya çalışacağım.
TKP’de böyle
önemli bir ayrışmaya yol açan görüş farklılıklarının anlayabildiğim kadarıyla
aşılamayacak cinsten olmadığını, en azından azınlık çoğunluk, bir kişiye bir oy
asgari müştereği ve tüzükte belirlenecek kurallar üzerinden yola devam
edilebileceğini düşünmüştüm; hala da düşünüyorum.
“Yarın kışlık
sarayı basalım mı?” gibi acil bir soruyla karşı karşı olmadığımıza göre, hiç
olmazsa geçici olarak, burjuva sınıfının devrimci döneminde canlandırdığı demokratik
yöntemler kullanılarak yola birlikte, karar alma hesap verme mekanizmalarıyla,
devam edilebilirdi. Ne yazık ki edilemedi. Olan oldu.
Ben kendi
hesabıma, şimdi en azından, TKP’nin bu krizi sırasında gündeme gelen
sorunlardan tüm sosyalist hareketin işine yarayabilecek dersler çıkartmaya
çalışmak gerekir diye düşünüyorum.
Bu bağlamda düşünürken de, aklıma ilk önce, Parti
içinde farklı görüşlerin bir arada yaşayabilmesinin, çalışabilmesinin yolunu
bulmaya ilişkin tarihten bize kalan bazı uygulamaların, örgütlenme ilkelerinin,
alışkanlıklarının dayattığı kısıtlamalar geliyor.
Tüm bunlardan
hareketle, artık işçi sınıfının siyasi partisinin biçimi üzerine, sistemli ve teorik bir düşünme
çabasının gerekli olduğuna inanıyorum.
Farklı görüşleri bir arada tutamıyoruz,
sosyalist hareketin parçalarını bir araya getiremiyoruz. “Gezi” gibi
toplumsal patlamalarda, kitle ile Parti/örgüt arasında uygun bir “arayüz”
yaratamıyoruz. Ne sosyal patlamaya, onu hedeflerine doğru hızlandıracak,
genişletecek güçlendirecek biçimlerde gerektiği gibi hizmet edebiliyoruz, ne de
ondan sosyalist hareketi geliştirmek güçlendirmek için yeterince
yararlanabiliyoruz. En önemlisi, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, sınıfla
sosyalist hareket arasında gerçek bir temsil
ilişkisi oluşturabilecek yoğunlukta, biçimde ve hızda partilerimize çekemiyoruz.
Düşündükçe de bu siyasi parti formu, sınıf ilişkisi gibi alanlarda günümüzde genel kabul gören
kimi düşüncelerin anakronist hatta skolastik (zaman ve mekan faktörünü göz önüne
almadan “kitaptaki” bazı formüllere, yerleşik alışkanlıklara bağlı kalmaya çalışmak)
özellikler taşıdıklarından şüphelenmeye başladım.
Beni bu şüphelere
götüren mantıksal denklemi iki aşamada,
şöyle özetleyebilirim.
(1) İşçi
sınıfının partisi, onun siyasi örgütü ve temsilcisi olacağına göre, en temel
özellikleri, sınıfın andaki maddi (ekonomik kültürel) özelliklerine var olan
sınıf şekillenmesinin coğrafi ve kurumsal yapısına, karşısındaki devlet
iktidarının baskı ve propaganda (disiplin
ve cezalandırma, nüfus yönetimi öznellik üretimi) teknolojisine direnmeye, siyasi
mücadelenin yeğinlik düzeyine uygun olmalıdır. Bir başka deyişle, bu örgüt
formu sınıfın maddi koşullarından, sınıf
mücadelesinin yoğunluk /yeğinlik düzeyinden türetilebilecek, burada
karşılığı olan özellikler taşımalıdır. Teorik olarak sınıfın partisi, sınıfın yapısının zaman ve mekana özgün
özelliklerinden türetilebilmelidir.
(2) Sınıfın maddi
koşulları, daha teorik bir dille, bir taraftan kapitalizmin yapısal özellikleri, diğer taraftan işçi sınıfının sınıf
şekillenmesinin özellikleri, çizgisel değil dinamik bir sistem oluştur. Kapitalizmin
yapısal özellikleri, kriz ve istikrarlı birikim dönemleri içinde devinirken
değişir. Bu maddi değişiklikler işçi sınıfının
kimi özelliklerini değiştirir, kimi parçalarını yok eder, kimi parçalarını güçlendirir, hatta yeni parçalar
yaratmaya başlar. İşçi sınıfın siyasi partisi, örgütsel ve kültürel olarak bu
değişimlere uyum sağlayacak biçimde
değişebilecek esnekliğe, teorik birikime sahip olmalıdır.
Bir sosyalist
parti, bir örgütler bütünü oluşturur, bu
“yapı”, kendi yapısal belirleyicilerini üretir. Bu yüzden Rosa Luxemburg’un
anımsattığı gibi, parti, örgüt, her zaman, kendi durumunu korumaya çalışan,
değişime direnen tutucu bir özelliğe de sahiptir. Krupskaya da anılarında,
profesyonel parti üyelerinin özelliklerinden söz ederken bu tutuculuğa ilişkin
ilginç, ama parti deneyimi yaşamış olanların yakından bilebileceği örnekler
verir. Bu tutucu etkiye karşı ancak teorik bir hazırlıkla ve iradi çabalarla,
en önemlisi bu durumun, iyi ya da kötü değil, bir maddi gerçeklik olduğu varsayımından
hareketle direnilebilir.
Bu yüzden tarihte
bazı dönemlerde, “işçi sınıfının” değişerek, siyasi partilerini, siyasi
hareketleri terk etmesi adeta kaçınılamaz
bir durum olarak karşımıza çıkar. O zaman, siyasi parti hızla kendini
yenileyerek, sınıfı yeniden kazanmaya çalışmak gibi bir görevle karşı karşıya
kalacaktır. Tarih bize, kapitalizmin
yapısal krizi 1970’lerde başladığından bu yana, işçi sınıfının yaşadığı
değişimlerin içinde, birçok ülkede siyasi (reformist ya da devrimci) partilerini
terk etmeye başladığını, siyası partilerin bu duruma cevap veremedikleri için
hızla zayıflayarak, etkilerini kaybettiklerini gösteriyor.
Kapitalizmin ve işçi sınıfının yakın tarihine kısa bir bakış
Kapitalizmin yaşadığı
yapısal değişikliklere paralel işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin de
değişeceğine işaret ettim.
Bu değişimi
izleyebilmek için, işçi sınıfının üretim
araçlarıyla egemen teknoloji
altında kurduğu ilişki (emek süreci ve işyeri, sınıfın mekânsal fiziki varlığı
-çalışma ve yaşam alanları, sendikalar, diğer dayanışma kurumlarının
nitelikleri) kültürel özellikleri
(eğitim düzeyi, “gösteri toplumu”ndan aldığı basıncın güncel biçimleri, dini-etnik
etkenlerin ağırlığı, tüketim eğilimleri vb., tüm bunların heterojen olmasından
kaynaklanan ek sorunlar) düşünülebilir. Dahası bu etkenler küresel çapta
düşünüldüğünde ortaya bir görüntü, ülke
hatta bölge çapında düşünüldüğünde bir başka görüntü çıkar. Bu iki görüntü
arasındaki ilişkiyi de iyi anlamak gerekir.
Bu düşüncelerimi, “ kapitalizmin çağdaş durumunu” tanımlayarak
örneklemeye çalışacağım. Kapitalist üretim tarzı 1970’lerin başından bu yana
küresel çapta yapısal bir kriz yaşıyor. Bu şu anlama geliyor: Bir sermaye birikim rejimi artık sermayenin kriz eğilimlerini denetim altında
tutamıyor bastıramıyor, dağılıyor, ama yerine yeni bir sermaye birikim rejimi şekillenemiyor.
Daha kısa dönemli
bir gözlem yaparsak şunu söyleyebiliriz: Thatcher-Reagan dönemi diyebileceğimiz
1980’lerde, sermayenin, azalan kar
oranlarına, buna bağlı olarak oluşan aşırı
birikim, eksik tüketim sorununa karşı, yeni coğrafyalara sermaye, mal ihracını
hızlandırma, emek sermaye arasındaki dengeyi
sermayeden yana bozarak devletin kaynaklarına el koyma, üretimden çıkarak
finansal alana kaçma çabalarının bir sonucu, neo-liberal küreselleşme olarak
adlandırdığımız bir kriz yönetme
modeli şekillenmişti.
Bu kriz yönetim
modeli, 1990’ların sonuna kadar aksayarak da olsa, merkez ülkeleri, egemen
sermayeyi koruyarak krizi, çevrede tutarak (Meksika ve Türkiye krizleri,
1997-98 Asya, Brezilya Rusya krizleri) stabilize etti. Ancak bu göreli istikrar
2000’li yıllarda bozulmaya başladı. Nihayet bu model, 2007 yılında bu kez
“merkezde” patlak veren bir mali krize bağlı olarak iflas etti, tükendi. Aradan
yedi yıl geçmiş olmasına karşın dünya ekonomisi, “Büyük durgunluk” olarak
adlandırılan dönemden çıkamadı. Buna paralel olarak toplumsal patlamalar, siyasi
krizler, savaşlar gittikçe sıklaşamaya
başladı.
Tekrar uzun dönemli
yapısal krize dönersek, önemli değişikliklerin yaşanmakta olduğunu görüyoruz. Sermayenin
bir alanı terk edip bir başka alan gitme,
yeni coğrafyaları kullanıma açma eğilimi artıyor. Emek sömürüsünü yoğunlaştırmak, işçinin pazarlık gücünü azaltmak, sermayenin
atıl kaldığı zamanı kısaltmak, dolaşımını hızlandırmak, tüketimi körüklemek
için yeni gereksinimler ve pazarlar yaratma çabaları içinde, yeni teknolojiler gelişiyor. Bunlara
bağlı olarak yeni üretim ve sermaye birikimi
merkezleri, işçi sınıfı şekillenme
alanları, yeni iletişim, “kültürel
üretim” ve tüketim araçları, alanları şekilleniyor. Teknolojik gelişmeler, yeni
tüketim normları, kültürel değişiklikleri beraberinde getiriyor.
Tüm bunlar, bir
taraftan, sosyalistlerin karşı karşıya kaldığı işçi sınıfının yapısal (fiziki,
kültürel) özelliklerinde, sınıf çelişkilerini anlama ve tepki verme
biçimlerinde; diğer taraftan, devlet yapılarında, disiplin ve cezalandırma
rejimlerinde, hatta “siyaset, sanat rejimlerinde” önemli değişimlere yol açmaya
başladılar.
İşçi sınıfının siyasi partisinin örgüt biçimleri,
bu değişiklikleri ve sınıf şekillenmesi
özelliklerini, yeni teknolojinin getirdiği mekânsal, kültürel, duygulanımsal etkileri göz önüne almadan,
bunlara uyum sağlamaya çalışmadan var olmaya devam edemezler.
Örneğin, 19.
Yüzyıl’ın son çeyreğinden başlayarak, 1970’lere kadar, işçi sınıfı partilerinin
karşısında, büyük, hatta devasa
işyerlerinde (fabrika komplekslerinde) gerçekleştirilen sanayi üretiminin “kitlesel
işçisi”, kitlesel standartlaşmış tüketim biçimleri ve normları, sermayenin merkezi
bürokratik, dikey, hiyerarşik, “nomenklatura” biçimi, esnekliği az iş bölümüne,
zaman yönetimine dayalı yapıları vardı. 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinden, 20. Yüzyıl’ın
ilk yarısına, işçi partilerinin en çarpıcı örneklerine, Alman Sosyal Demokrat
Partisi’ne, Rus Sosyal Demokrat Partisi’ne (daha sonra Komünist)( 20. Yüzyıl’ın
ikinci yarısında Fransız, İtalyan Komünist Partilerine, İngiliz İşçi Partisi’ne
de ayrıca bakabiliriz) baktığımızda işçi sınıfının ve kapitalizmin bu yapısal
özellikleriyle uyumlu, hatta bunları yansıtan özelliklere sahip olduklarını
görüyoruz.
Alman Sosyal Demokrat
Partisi ve Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin karşı karşıya olduğu devlet iktidarlarının,
işçi sınıfının sınıf şekillenmesi açısından oluşan farklılıklarının da bu iki
partinin yapılarına yansıdığını görüyoruz. Alman Sosyal Demokrat Partisi,
yasal, parlamenter araçlarla çalışabilirken, RSDİP, ister istemez gizlilik
koşullarına uyum sağlamak zorunda kaldığı için, farklı bir yapı geliştirmek durumunda
kalmıştır. Her iki partinin de sanayi
proletaryasına dayanıyor olması, dikey
hiyerarşik iş bölümüne göre (bürokratik- rasyonaliteye uygun) şekillenmiş örgütlenmeleri
zamanın sermaye ve işçi sınıfı
örgütlenmelerini ve kültürünü yansıtıyordu. Polis ve devlet saldırısı altında
çalışmak da kimi zaman, RSDİP’de merkezi, hatta askeri disipline, farklı görüşlere sahip grupların varlığına
kuşkuya bakmaya yol açmıştır. Ancak devrimden önce ve devrim sırasında
(devlet olmadan önce) partinin hiziplere, farklı görüşlere olanak veren bir demokratik,
içsel çoğulculuğu yaşattığını, daha doğrusu yaşatmaya mecbur kaldığını da
burada anımsamak gerekir.
Bir ara not: RSDİP, devrim ve demokrasi
Sanılanın aksine
RSDİP, çeşitli akımları, görüşleri, hatta karizmatik, kendine has liderlikleri bir arada tutabilen tarihin
gördüğü en demokratik partilerden biriydi. RSDİP, devrimin en heyecanlı anlarında bile terk
etmediği bu demokratik özelliğini, 1930’lardan başlamak üzere neden ve nasılı
bu yazının konusu olmayan bir süreçte hızla kaybetti. Devrim döneminde egemen
olan parti anlayışından ve yaşamından farklı bir parti anlayışını benimsedi. Aşağıda, bir ara not olarak ve bugünkü
tartışmalarımıza ışık tutması umuduyla, bu demokratik özelliğin devrim ortasında
nasıl özenle korunduğunu gösteren bir örneği aktaracağım.
RSDİP’in
(Boşevik) gerçek çalışma tarzına da ışık tutan bu örnek, Lenin Bütün Eserler 24. Ciltte yer alan, 30 ve
31 Mayıs 1917 tarihli iki belgeden geliyor. Bu belgelerden birinin başlığı, RSDİP (Bolşevik) Petrograd Komitesi
toplantısı (www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/may/30.htm). Bu belge bir konuşmadan iki karar
taslağından oluşuyor. İkinci belge, RSDİP
(Bolşevik) Petrograd Örgütü Bölge Komitesine Mektup başlığını taşıyor (www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/may/31c.htm).
Özetle durum
şöyle: Petrograd komitesi yerel bir yayın organı çıkartmaya karar vermiş. Tam
da Merkez Komitesi’nin Petrograd’da genel bir yayın çıkartmak üzere gereken tüm
teknik hazırlıkları tamamladığı, Troçki’yi, Lenin’in deyimiyle “bu yayının
editörlüğünü üstlenmeye ikna ettiği” sırada. Lenin
bu belgelerde, sürekli Petrograd’ın devrimin
merkezi olduğunu vurguluyor. Ancak, RSDİP (Bolşevik), Merkez Komitesi,
Lenin’in ziyankar ve zararlı bulduğu bu yerel organ çıkarma sorununu çözmek
için Petrograd Komitesi’ne baskı yapmak, hatta komiteyi görevden almaya
kalkmak, bileşimini değiştirmeye çalışmak yerine, ikna etmeye çabalıyor.
Lenin’in
konuşması, karar taslakları ve mektubu, Petrograd
Komitesi’nin kaygılarına cevap vermeye, “biri genel biri yerel iki yayın organı, ama
tek yayın kurulu olsun”, “genel
yayında Petrograd Komitesi’ne danışmanlık, yerel yayında oy hakkı” verelim
gibi, önerilerle bir ortak zemin bulmaya, “MK’nin
asla yerel yoldaşların özgürlüğünü,
bağımsızlığını kısıtlamaya niyetli olmadığına ilişkin” garantiler
vermeye çalışıyor.
Lenin’in
konuşması bana çok ilginç gelen bir konuya daha değiniyor: Petrograd Komitesi,
genel yayın organının yayın komitesine, geçmişte
Bolşeviklerden farklı düşünen “enternasyonalist yoldaşların” doldurulmasından,
bunlara çok fazla güvenilmesinden kaygı duyuyormuş. Buradan yayın
kurulunun, Bolşeviklerle her konuda anlaşanlardan değil, bunu en iyi yapacak
yoldaşlardan oluşturulmaya çalışıldığını, Troçki’nin editörlüğü üstlenmesi için
ikna edilmesinin gerekmiş olduğunu öğreniyoruz.
Lenin, Petrograd
Komitesi’ndeki yoldaşların kaygılarını gidermek için, Petrograd Komitesi’ne, kitlelerle yakın ilişkileri olan işçilerden
oluşan bir “Basın Komitesi” kurun ve çalışma ilkelerini siz saptayın diyor.
İkinci belge, tüm
Petrograd Örgütü üyelerine hitaben yazılmış. Mektuptan, Lenin’in Merkez
Komite’yi temsilen katıldığı, konuştuğu ve karar taslaklarını sunduğu Petrograd
toplantısında yapılan oylamada, Lenin’in MK adına sunduğu taslakların 16’ya 13 oyla
reddedildiğini öğreniyoruz. Ancak
Lenin’in mektubunda en ufak bir öfke ifadesi yok, aksine derdini anlatmak için
uzun sabırlı ayrıntılı bir çaba var. “Eğer
MK’ya güvenmiyorsanız bunu hemen bize ayrıntılı biçimde bildiriniz”... “MK’nin
böyle bir raporu gündemine almak ve
değerlendirmek görevidir”. “Güvensizlik yoksa, Parti Kongresi’nde seçilmiş MK’yı böyle zorlamak
haksızlık olmuyor mu?” diyor. Ekliyor “eğer
MK’dan bazı özel garantiler istiyorsanız, MK’nın önerilerindeki noktalardan
biri veya birkaçını değiştirmek istiyorsanız bize bildiriniz. Gerekeni yapalım.”
MK adına sunduğu
öneri Petrograd Komitesi toplantısında reddedilince Lenin, bu kez bu konunun mümkün olan en yaygın biçimde Petrograd
Örgütü üyeleri arasında tartışılmasını istiyor. “Yoldaşlar bu sorunu çözmemize yardım edin” diyor.
Tüm bunlardan ne
öğreniyoruz? MK, diğer komiteleri,
“yukardan aşağı” canının istediği gibi yönetemiyor. MK, diğer komiteleri, devrimin
ortasında bile siyasi olarak kazanmak,
liderliğini sürekli, teorik ve pratik olarak kanıtlamak zorunda olduğunu
biliyor. Her aşamada uzlaşmaya, güven artırıcı garantiler sunmaya çalışıyor. MK
yerel komiteyi ikna edemeyince, görevden almaya kalkmıyor, üyelere ulaşarak, onları
tartışmaya katarak yardım istiyor, adeta “tabana”,
hukuken, bu komiteyi seçmiş olan “üst
organa” baş vuruyor.
Bu uygulama ve
gelenek, Parti “yukardan aşağı inşa edilir-
hayır aşağıdan yukarı inşa edilir” tartışmasının saçmalığını da gösteriyor.
“Aşağının” neresi olduğu bir yana (çünkü kongre /konferans en yukarısıdır- üye
iradesi en yukarısıdır- Belli ki Petrograd Komitesi’ni ikna etmek, ya da
zorlamak için üyelerini ikna etmek gerekmektedir), bu ikilemin iki tarafından
biri olmadan öbürünün olamayacağını gösteriyor. Bu örnek, parti içinde farklı
görüşlerin var olabileceğini, MK’nin kongrede seçildi diye farklı görüşleri
tasfiye etmeye hakkı elde etmediğini gösteriyor. Hem de devrimin tam
ortasında...
Şimdi bu kısa
notu terk ederek yazının ana yoluna geri dönüyorum.
Yapısal krizin ebeliğinde doğan “yeni proletarya”
Bugün, karşımızda
yapısal krizin başından bu yana, sermayenin dinamiklerine bağlı olarak giderek
değişmekte olan bir işçi sınıfı var. Bu kimilerinin sandığı gibi, sanayi
işçilerinin sayısındaki azalmadan kalkarak işçi sınıfının yok olduğu sonucuna
ulaşma anlamına değil, sermayenin, mekansal teknolojik, hatta kurumsal
örgütlenmesine, krize tepkisine uyumlu
olarak işçi sınıfının yapısının da değişmekte olduğuna ilişkin bir saptamadır.
Bir önceki (kriz
ve değişim öncesi) dönemde şekillenmiş işçi sınıfı partisi ve örgüt biçimlerinin, işçi sınıfının bugünkü
özelliklerine uyum sağlayacağını düşünmek, eski formu değiştirmeden korumakta
ısrar etmek, girişte vurguladığım gibi, anakronik, skolastik bir tutum
olacaktır. Olmuştur ve işçi sınıfının, siyasi partilerinden uzaklaşarak,
burjuva partilerinin etkisi altına girmesine hizmet etmiştir.
Bir sermaye birikim
rejimi krize girince bunun var olan yapıları, hakim öznellikler, (insan
tipleri- alışkanlıkları, beklentileri), bu kez sermaye sınıfının karşısına
değişimin önündeki, tasfiye edilmesi gereken,
engeller olarak çıkar.
1980’lerde, 1968-73 devrimci kabarması tamamen geri
çekildikten sonra, sermaye sınıfı, bu tasfiyede kullanmak üzere, sosyalist
geleneğin kültürünün kavramlarını talan etmeye başladı. Sermaye sınıfı ve
kültür endüstrisi, sermayenin tasfiye edilmesi (temizlenmesi) gereken ekonomik
örgütlenmelerine, mekanlarına ve kurumlarına, özgürlük, değişim, adalet, “öteki”leştirmeye
itiraz, reform gibi kavramlarla,
sıradanlığa karşı özgünlük, farklı olma arzularını savunarak
saldırdı. Kısacası sosyalistlerden
çaldığı kavramlarla saldırdı. Sermaye sınıfı, “isyancı kültürel geleneği”
metalaştırarak adeta “kendi linç
senaryolarını sahneleyip sonra bunları seyretmek isteyenlere bilet satıyordu.”
Sosyalist partiler
bu yeni ortamı zamanında kavrayamadılar, anakronik modellere sarılmaya devam
ederek gelişmelere uyum sağlayamadılar. Bu sırada işçi sınıfı krizin etkisiyle
yeniden şekillenirken, yukarda anlattığım stratejilerin basıncıyla, genel
olarak burjuva ideolojisinin, özel olarak burjuva partilerinin etkisi altına
girdi. Bu dinamik özellikle işçi
sınıfının yeni gelişmekte olan eğitimli, gelir ve tüketim düzeyi yüksek kesimlerini,
henüz bir sınıf olarak kendilerini tanıyamayan kesimlerini etkiledi.
Gerçekten de işçi
sınıfı yapısal kriz içinde, kimi üretim
alanları yok olurken ortaya çıkmaya başlayan alanlar, teknolojiler üzerinde
önemli değişikliler yaşamaktaydı. İşçi sınıfının karşısındaki, devletin
disiplin ve cezalandırma araçları ve yöntemleri gelişiyor, egemen ideolojinin
işleme biçimi de değişiyordu.
Bir taraftan
sanayi proletaryasının çalışma ve yaşam
alanı daralır ve çalışma koşulları değişirken, işsizlik kronik olarak yüksek
bir düzeye takılırken; diğer taraftan, sanayi işçilerinin içinde ve yanı sıra yeni
bir işçi sınıfı fraksiyonu şekillenmeye
başlıyordu.
Sosyalizme ve işçi sınıfına alerjisi olan
sosyologlar, ekonomistler tarafından ısrarla “orta sınıf” olarak tanımlanan bu kesimler
aslında yeni bir sınıf fraksiyonu oluşturmaya başlıyordu. Ancak egemen olan “kapitalist gerçekçilik”,
bu sınıfı işçi sınıfı olarak tanımaya izin vermiyordu.
İşçi sınıfının,
en gelişkin, sermayeye en ağır ekonomik zararı verme kapasitesine sahip kesimini,
19. Yüzyıl’da, o zaman henüz bir azınlık
olmasına karşın, en ileri teknolojiyle çalışan sanayi işçisi oluşturuyordu.
Bugün işçi sınıfının, en gelişkin,
sermayeye en ağır ekonomik zararı verme kapasitesine sahip kesimini bu “yeni” şekillenmekte olan sınıf fraksiyonu
oluşturuyor. Bu, son yıllarda sık sık siyasi
arenada, sokaklarda hareket halinde olmasına bakarak, “proletarya” kavramıyla dahi tanımlayabileceğimiz bir sınıftır.
Bu sınıf, en son
üretim tekniklerine en yatkın, uluslararası benzerleriyle en hızlı ilişki
kurabilen, en yeni iletişim
teknolojilerini kullanarak egemenlerin başına bela olabilen bireylerden
oluşuyor; doğmakta olan örgütlenmeleri bu özelliklerin damgasını taşıyor.
Bu yeni işçi
sınıfı fraksiyonu, 1990’lardan bu yana hızla gelişiyor. Dahası bunun salt ürettiği ürünler, hizmetler ve simgeler
değil tüketim kapasiteleri ve alışkanlıkları da sermaye birikimi sürecinin en
dinamik yanını oluşturuyor.
Bu sınıf,
finansallaşmanın körüklediği hazlara dayalı tüketim modeli gelişirken, hem işçi
sınıfının geri kalanına göre daha yüksek bir refah düzeyini yakalayabildi, hem
de, hazlara dayalı tüketimin içinde kendi bedenine odaklanmış, bireysel
hazlarını maksimize etmeye yönelik “özgürlüğüne” alışmış bir yaşam tarzı ve bu
yaşam tarzını desteklemek üzere bir seri
“özgün olma”, “farklı olma”, “kendi olma” fantezileri de geliştirdi.
Şimdi, mali kriz,
finansal daralma, artan işsizlik bu
sınıfın bireylerinin yaşam tarzının maddi temelini sarsıyor, bireysel
özgürlüklere, “farklı olmaya” ilişkin fantezileri hızla yıkıyor, bir
iktidarsızlık algısı üretiyor.
Bu sınıfın
üyeleri hem topluma, hem de geleceğe ilişkin güvenlerini kaybetmeye başladılar.
Bu sınıfın üyelerinin etkinlikleri yukarda değindiğim gibi, egemen sınıfların
egemenlik sistemlerinin üretilmesinde ve çalıştırılmasında, özellikle bu
süreçlerin simgesel alanında kritik öneme sahiptir. Düzene güvenlerini
kaybedenler hızla ellerindeki silahları kullanarak tepki göstermeye, egemen
sınıfın toplumdan gizlenen yüzünü ortaya dökmeye başladılar.
Wikileaks, Anonymous,
RedHack, Snowdon’un açıkladığı bilgiler, ağlara bağlı sistemleri tehdit eden,
“Die Hard IV” filmindeki gibi tekno-anarşist senaryolara yol açmaya da başladı.
Egemen kültür endüstrisinin bu gelişmelerin toplumda yarattığı anksiyeteden
yararlanma çabaları, güvensizliği daha da arttırdı.
“V for Vendetta”
(2005) filmindeki karakterin bu sınıfın bireysel başkaldırma arzusunun ilk ve
erken bir simgesel dışavurumu olduğunu bile söyleyebiliriz. “V”nin ardından,
Wikileaks, Anonymous, RedHack gibi örgütlü yapılar, Bradley Manning, Snowdon
gibi büyük risk alarak egemen sınıfa “çakan”, bir anlamda gerçek “bireysel
kahramanlar” geldi.
Bu sırada, bu
sınıfın tepkisi bu açıklamalara, kahramanlıklara paralel, Tunus devrimi, Tahrir,
“Occupy” hareketi gibi salt itiraz etmenin ötesinde, özgürlük, eşitlik,
dayanışma gibi evrensel talepler sunmaya başlayan, küresel düzeyde ağlar
üzerinden haberleşen, eylemlerini dünya çapında koordine etmeye çalışan
kitlesel biçimler de üretmeye başladı. Yukarda
vurguladığım gibi artık bu yeni sınıf fraksiyonuna ilişkin proletarya kavramını
kullanmanın zamanı gelmiştir.
Bu proletarya, Türkiye’de
kendini ilk kez “RedHack” ile ama esas olarak “Gezi Parkı” olayıyla gösterdi,
tarih sahnesine “Gezi Olayı”nın “öznesi” olarak çıktı.
İşçi sınıfının siyasi örgütü
İşçi sınıfın
partisi, öncelikle işçi sınıfı içindeki tabakalaşmayı göz önüne alarak örgütlenmeye
başlar. Örgütlenme tüm tabakalardan, sınıfın herhangi bir yerinden değil en
ileri kesiminden, bu kesimin yaşam alanlarından başlayarak gelişen bir çalışma
tarzını gerektirir. Sosyalist parti bu en ileri kesimin diline, kültürüne uygun
bir çalışma tarzı benimsemelidir.
İşçi sınıfının en
gelişkin kesimi, bugün “Gezi Parkı”nda, Tahrir Meydanı’nda, Porto del Sol’da
“Occupy” hareketinde tarih sahnesine çıkan kesimdir. Sosyalist partiler çalışma
tarzlarını, söylemlerini, bu kesimin yalnızca diline ve kültürüne göre değil,
var oluş koşullarına, mekanlarına, bu var oluş koşullarına tepki veriş biçimine
göre, toplumsal reflekslerine göre oluşturmalıdırlar.
Bu kesimin
çarpıcı özellikleri (teknolojiyle olan ilişkilerinin dışında) görebildiğim kadarıyla,
otoriteye, otoritenin her türüne karşı çıkışları, bireysel özgürlüklere
bağlılıkları, buna karşılık yeni
düşünceleri konuşmaya tartışmaya açık olmalarıdır. Bu kesim, önlerine gelen her
türlü düşünceye önce kuşkuyla yaklaşıyor, alaya alıyor, küçümsüyor, sonra, bu
sınavı geçen düşünceleri kimlikleri
benimsemeye başlıyor. Bir kez ikna olduktan sonra, “Gezi”den bu yana
sokaklarda gördüğümüz gibi, bu kesim inatla
ve özveriyle siyasette yerini alıyor.
Ancak bu kesimin
öznelliklerinin en çarpıcı özelliği, çok hızla değişen bir kapitalizmin, bir
anlamda “sıvı modernitenin” hızlandırılmış, haz nesnelerine dönüşmüş tüketiminin etkileri altında şekillenmiş
olması, dikkatini, hemen ve kolaylıkla yoğunlaştırabilmekle birlikte, bir
noktada uzunca tutamamasıdır. Bu, bu kesimle konuşmak isteyenlerin de, mutlaka
dikkate alması gereken bir özelliktir. Bu yeni işçi sınıfı fraksiyonunun
üyeleri, haklar ve özgürlükler mücadelelerine, yatay örgütlenmelere katılmaya
eğilimli olmakla, hatta farklı coğrafyalardaki hareketleri koordine etmeyi başarabilmekle
birlikte, iş siyasi iktidarı hedef alacak yapıları düşünmeye, oluşturmaya
gelince, büyük zorluk çekiyorlar, adeta
sokakta yaşamayı savaşmayı seviyorlar ama buradan öteye gidecek aklı
bulamıyorlar, hatta aramıyorlar.
Sosyalist hareket
bu özelliklere cevap verecek, örgütlenme ve çalışma tarzı, hatta söylem
biçimlerini geliştiremez, uygun kadro birikimini sağlayamazsa, işçi sınıfının
bu en dinamik ve üretimden gelen gücü,
toplumun kültürel yaşamı üzerindeki etkisi anlamında en önemli kesimini
kucaklamayı başaramayacak, bulunduğu yerden daha da gerilere düşme pahasına
patinaj yapmaya devam edecektir diye düşünüyorum.
Bu yazının amacı,
sosyalist partilerin bugün benimsemeleri gereken örgütlenme biçimlerinin olası
somut örneklerini konuşmak değildi. Bu yazı, başlangıçta belirttiğim gibi,
TKP’li dostların tartışmalarını izlerken bende oluşan izlenimler ve sorular
üzerinden şekillendi. Bu tartışmaların içinde, sosyalist hareketin geri kalanının
sorunlarıyla da örtüşen, işçi sınıfının siyasi örgütü, çalışma tarzı gibi
konuları artık teorik olarak ele almak gerektiğine ilişkin düşüncelerimi bu
yazıda paylaşmak istedim.