Şu durumun absürtlüğüne bakar mısınız? Tüm
demokratik hakları (ne kadar kaldıysa o
kadarını), insan haklarıyla ilgili kaygıları, bizzat bir anayasaya sahip olma
durumunu ortadan kaldıracak bir anayasa için referanduma gidiyoruz. Dahası, bu
referandumdan çıkacak “Evet” ile ülkenin tek mutlak yöneticisi, belki de
“halife” olmayı arzulayan bir lider, referandumdan sona idam cezasını geri
getirmeyi de vaat ediyor.
“Hayır”a baskı, terör, “Evet”e hizmet...
Bu referanduma sunulan anayasaya “Evet”
diyecek olanlar adeta bir sultanlık ve hatta halifelik düzenine de evet demiş
olacaklar. Çok mu abarttım? Güçler ayrılığını (yasama yürütme yargı),
meclisleri kapatma, kanun kuvvetinde kararname çıkartma, meclisi kapatma yetkilerini
kendinde birleştirmeyi amaçlayan bir
liderin, kendilerini 2 milyar ümmetin temsilcisi olarak gören, 90 yıllık cumhuriyet parantezini kapatacağını söyleyen,
bir kadronun arzularını, bir sultanlık,
halifelik kurma arzusu olarak yorumlamak çok mu yanlış? Bu arzulara, referandumdan,
“Evet” çıksa bile “Hayır” demek gerekmez mi?
Bir referandumun, düzenli genel seçimlerin,
yapıldığı bir ülkede bu sorular, halkın iradesini yok sayan, anti demokratik
bir refleks olarak görülebilir. Peki ya sultanlığa ve halifelik arzusuna karşı
demokrasiyi korumak istiyorsak, ya gerek referanduma giden süreci gerekse de
oylamaya sunulan anayasayı, adaletsiz
buluyorsak? Dahası referanduma giden sürecin kimi özellikleri bu referandum
açısından ciddi bir meşruiyet sorunu yaratıyorsa?
Örneğin, referandumdan “Evet” çıkmasını
isteyen Siyasal İslam’ın liderliği, partisi- hareketi, geçmişte bir çok kez bir
tramvaya benzettiği demokrasiden artık
kurtulmayı, devleti ele geçirme, hegemonyasını kurma süreci içinde,
Batı’nın baskısıyla mecburen kaldırmayı kabul etmek durumunda kaldığı idam cezasını geri getirmeyi vaat ediyor. Demokrasiyi,
hukuk düzenini kaldırmayı oylayan
bir referandumdan çıkacak bir “evet” sonucunu, hangi ahlaki nedenlerle ve adalet
ilkesine göre meşru kabul edeceğiz. Toplumun
bir yarısı “evet” dediği için mi? Ya toplumun “hayır” diyen öbür yarısı?
Öyle ya referanduma, “Evet” isteyen bir
iktidarın OHAL yönetimi altında gitmiyor muyuz? Siyasal İslam’ın elindeki
devlet aygıtları, yerel yönetimler “Hayır” diyenlere fiziki ve simgesel şiddet
uyguluyor; “Hayır” kampanyasına saldıran sivil milis bozuntuları korunuyor,
böylece “Hayır” diyenler, terörist, FETÖ üyesi olmakla, suçlanarak,
referandumdan sonra iç savaşla tehdit edilerek, silah gösterilerek korkutulmaya, yıldırılmaya çalışılarak,
kampanya yapmaları, hatta düşüncelerini açıklamaları engelleniyor. Buna
karşılık, devletin tüm vatandaşlarından, dolayısıyla “Hayır” diyenlerden de
topladığı vergi gelirleri, maddi ve mali olanakları, uçaklar, otobüsler, makam
arabaları, meydanlar, salonlar “Evet” kampanyasının hizmetine veriliyor. AKP’nin
elindeki yerel yönetimler, “Evet” karşılığı seçmene, çeşitli rüşvetler
dağıtıyorlar. Valiler OHAL’i bahane edip “Hayır” kampanyasının toplantılarını
engelliyorlar. Güvenlik güçleri afişlerini indiriyor, bildiri dağıtanları,
dövüyor gazlıyor tutukluyor. Bu arada Mecliste grubu olan HDP’nin liderliği hapiste;
susturulmaya, Kürtlerin “Hayır” demesi engellenmeye çalışılıyor. Hayır
kampanyasının sesi olacak entelektüeller
çoktan tutuklanarak susturuldular, bunlara her gün yenileri ekleniyor.
Bir genel seçimlerin, referandumun
meşruiyetini korumanın en önemli araçlarından biri de, olası hile ve
yolsuzlukları önleyecek tarafsız kurumların, güvenli oy sayma sistemlerinin
varlığıdır. AKP liderliğindeki Siyasal İslam’ın rejiminin Türkiye’sinde bir
genel seçimlerin veya referandumun güvenliğini sağlayacak, sonuçları
denetleyecek kurumlar tarafsızlıklarını çoktan kaybettiler; bunlar Siyasal
İslam’ın denetimi ya da etkisi altındadır. Oy sayma sisteminin teknolojisi üzerinde önemli soru işaretleri vardır.
Bu koşullarda gidilmekte olan referandumda
olası yolsuzlukları, bunlara ilişkin itirazları soruşturacak, oy sayımının
güvenliğini sağlayacak tarafsız bir kurum yoktur. Bu koşullarda, güçler dengesi
ve süreçteki ağır adaletsizlikler
göz önüne alındığında, bu referandumdan çıkacak tek güvenilir, meşru, kabul edilebilir sonuç, tüm olanaksızlıklara
karşın çıkabilecek bir “Hayır” olacaktır. “Evet” çoktan kirlenmiştir!
Demokrasi mi dediniz?
Bu referandumdan çıkacak bir “Evet” sonucunun
“demokrasiyi”, “hukuk düzenini” ortadan kaldıracağını söylerken şu gerçeği
aklımdan hiç çıkartmıyorum: Bu topraklarda kapitalist demokrasi, Batı’daki
örneklerine göre her zaman çok sınırlı,
hukuk düzeni hep çok kırılgan, istikrarsız oldu.
Diğer taraftan, AKP rejimine gelene kadar, 1930’lardan,
2000’li yıllara kadar, siyasetin egemen söylemi hep bu demokrasinin sınırlarının tartışılması,
genişletilmesi, devletin, toplumun demokratikleştirilmesi, hatta insan haklarının
savunulması bağlamında şekillenmişti.
Doğru bu ülkede sık sık askeri darbeler
yaşandı. Ancak, ülkedeki, emperyalizme bağımlı sermaye birikim modellerinin
krizlerini aşma çabaları, demokratik
hakların sınırlarına dayandığında, bu sınırları kapitalizmin andaki
gereksinimlerine göre yeniden düzenlemek için gündeme gelen askeri darbeler bile “demokrasi” söylemini korumak, demokrasiyi restore etmek amacını daha
baştan belirtmek gereksinimi duydular. Kürtlerin etnik kültürel talepleri,
LGBTQ bireylerin hakları da bu demokrasinin sınırları içinde kendilerine pek
bir yere bulamadılar. Yine kapitalist
demokrasi, insan hakları söylemi, vaatleri, hem egemen ideolojinin hem de
vatandaşın bilişsel haritasının en önemli bileşeni hatta “ana göstergesi”
olageldi.
Askeri
darbeler hep bu, sermayenin
gereksinimleri-demokrasinin sınırları ilişkisini hatta sermayenin özgürlük (liberté) talebiyle, halkın eşitlik (égalite) talepleri arasındaki çelişkiyi yöneten kapitalist devlet tipine ait
rejimlerdi. Bu nedenle, askeri darbeleri laikliği korumak için konmuş, kaynağı,
toplumsal desteği belirsiz bir “vesayet” fantezisiyle açıklamaya kalmak, tarihi
geriye doğru, darbelerin arkasındaki
gerçek gücü (sermaye ilişkisini) gizleyerek yazmaya yönelik sığ bir liberal
çabadır.
Anımsarsanız,
Siyasal İslam da AKP önderliğinde iktidara yükselirken, hegemonyasını kurma
sürecinde, devleti eline geçirme projesini, liberal entelijensiyanın da
katkılarıyla, bu demokratikleştirme, “vesayeti kaldırma” söylemine dayanarak
ilerletmişti. Sermayenin, AKP’ye destek verdiği noktada “askeri vesayet” diye
bir şeyin aslında olmadığı da ortaya çıktı. Gerçekte, emperyalizme bağımlı
kapitalist sınıfın bir tercihi olmaktan öte bir “askeri vesayet” olmadığı için,
askeri müdahale kapitalist sınıfın bir tercihi olmaktan çıktığı noktada, AKP de
olmayan “vesayeti”, hiç bir gerçek direnişle karşılaşmadan, tereyağından kıl
çeker gibi “kaldırıverdi”...
Şimdi, bu referanduma giderken, iktidar
partisinin liderliğinin, destekçisi kanaat önderlerinin “demokrasi söylemini”,
insan haklarını koruma demokratik hakları genişletme vaatlerini, karanlık bir imparatorluk nostaljisi uğruna
tamamen terk etmiş olduklarını görüyoruz.
Yasa düzenine karşı bir anayasa
Pazartesi Cumhuriyet gazetesinde Orhan Bursalı,
yükselen burjuvazinin demokrasi anlayışının gelişmesinde en önemli köşe
taşlarından biri , despotizmin karşıtı ve önleyici çaresi olarak, güçler ayrılığı kavramının kurucusu Montesquieu’den
de yararlanarak oldukça açık
bir biçimde sergiledi; ben tekrarlamayacağım: Güçler ayrılığı yoksa Anayasa da fiilen yoktur. Öyleyse artık
sınırlı bile olsa demokratik bir rejimden söz edilemez, AKP rejimini “despotizm” bağlamında konuşmak gerekir.
Bu referanduma sunulan ‘anayasa’ “Evet” oyu
alırsa, tüm yetki – güç tek bir kişinin elinde toplanacaktır. Montesquieu’nün “despotizm” tanımı da bu noktadan
başlar. Öyleyse, yeni anayasa da aslında, onaylandığı anda, dinci-despotik, dolayısıyla totaliter
bir rejimin (artık bu rejim için İslamo-faşizm kavramını kullanmaya
başlayabiliriz) kurulmasının aracısı
olarak, kurulan rejimde fiilen yok olacaktır.
Bu yeni rejime, en azından, anayasal bir bağlayıcılığı (hukuk devletini) ortadan
kaldıracağı için “Hayır” demek, eğer “Evet” çıkarsa da referandum öncesindeki
sürecin adaletsizliklerinden dolayı “Hayır” demeye devam etmek gerekiyor. Evet, referandumda oy verecek bireyler vardır; bu oylara saygı da
göstermek gerekir ama, bir yere kadar çünkü hakikatler de vardır. Adalet
ise bunların başında gelir. Adalet
arzusunu tatmin etmeyen her rejime direnmek, bu rejimi arzulayanların sayısal
üstünlüğünden bağımsız olarak, insan olmanın gereğidir.
Ancak, bu direnme momentinde, “en azından anayasal bağlayıcılık” hedefi
artık “hayır” demeye devam edebilmek için yeterli olmayacaktır. Aksine, bu
hedefe takılmak, haklar ve özgürlükler
olarak demokrasinin genişletilmesinin, devlet
olarak demokrasinin (‘kimin için?’ sorusuyla birlikte) giderek ortadan
kaldırılması mücadelesinin önünde önemli bir engel oluşturacaktır.
Bu direnişin, artık İslamo-faşist biçimi
almaya başlamış bir devletten gelecek saldırılar karşısında ayakta kalabilmesi
için, teorik ekseni kadar taktiklerini, tekniğini ve teknolojisini
de daha şimdiden -ne kadar geç kalmış olsak da- hızla praxis konusu yapmaya
başlamak gerekir.