Tuesday, May 03, 2011

“Devrim mi, değil mi?” tartışması üzerine düşünceler


(Sendika org, 1 Mart 2011)

Kuzey Afrika’da bir şeyler oluyor. Kitleler sokaklarda, meydanlarda, eşitlik, özgürlük, demokrasi taleleriyle, rejime, devlete karşı isyan halindeler. Tunus’ta ve Mısır’da devlet başkanları bu dalga karşısında tutunamadı. Bu dalga başka ülkelerde de yankılanır ve tekrarlanırken, işçi sınıfının da, bu hareket halindeki “çokluk” içinde “özgün” bir varlık olarak kendini göstermeye başladığı görülüyor. Bir başka deyişle, toplum içinde var olmakla birlikte, bu varlığı asgari, hatta göze görülemeyen bir düzeyde devinirken, işçi sınıfının bu varlığının düzeyi hızla yükselerek hareketin içinde öne çıkmaya başladığı, Mısır’da fark yaratıcı bir düzeye ulaştığı görülüyor.

Bu dalganın nereye, ne kadar gideceği henüz belli değil, ama daha şimdiden çok önemli etkiler yarattığı kesin. Kitlelerin gücünü, işçi sınıfının belirleyici olduğunu anımsadık, on yıllar sonra “devrim” kavramı yeniden, gerçek ve güncel bir olasılığa ilişkin olarak günlük yaşama girdi. Girdi ama aynı anda da sosyalistler arasında “garip” bir tartışma patlak verdi. Elimize bir “nalıncı keseri” alıp, bu kitlesel hareketlerin, işçi sınıfının eylemlerinin, devrim kavramının yeniden güncelleşmesinin yarattığı iklimi kendimize “yontmak” ve yıllardır yerlerde sürünen moralleri ayağa kaldırmak için yararlanmak yerine, adeta eziyet çekerek günahlarından arınacağını düşünen keşişler gibi, yükselen heveslerimizi kırmaya başladık: Devrim mevrim yok... Bunlar devrim değil...

Aslında ne tartışıyoruz?
Ben bu tartışmanın “nesnel” bir durumun tanımlanmasıyla sınırlı olmadığını düşünüyorum (ne diyeyim “günahım boynuma...”).

Bence tartışma bir düzeyde şu sorulara verilen cevaplarla ilgili:
(i) Devrim olabilir mi? Şöyle de sorabiliriz: Tarihin, düzenli, birbirini izleyen zaman birimlerinin, yönü belli gibi görünen akışı, kırılabilir mi? Bu akış kırıldığında, zaman başka bir duruma geçer, zamanda bir çatlak açılır, “sonsuzluk” içeri girer; daha önce görülmeyen olasılıklar ortaya çıkar. Bu çatlak açık kaldığı süre içinde insan eylemi zamanın akışının tahakkümünden kurtularak, zamanın akışının hızını ve yönünü belirleyen bir güce ulaşır. Bu anda, daha önce kendilerini sunmayan olasılıklar ortaya çıkmaya başlayınca da bunların üzerinde, bu olasılıkların kimilerini güçlendirmek, kimilerini de yeniden görünmez kılmak için şiddetli bir siyasi ideolojik çaba (mücadele) patlak verir. Bir keskin ve etkin “nalıncı keserine” sahip olmak, işte bu nedenle büyük öneme sahiptir.

(ii) Devrimi (yeni zamanı) kim yapar? Kitleler mi yoksa kahramanlar (örgütler ve bireyler anlamında) mı? Aslında devrimi ikisi birlikte yaptığından, soruyu yeniden şöyle sorabiliriz sanırım: Devrim olurken kitleler mi kahramanların elinde bir araçtır? Yoksa kahramanlar kitlelerin devrimi yaparken kullanacağı bir araç mı? Birinci durumda, kitleler ne yaparsa yapsın onları kullanacak bir örgüt (lider) yoksa karşımızdaki durumun bir devrim olmadığı sonucuna ulaşmak gerekecektir. İkinci durumda kitlelerin devrimi yapmaya başladığını, ama henüz sürecin sunduğu olasılıklardan tümüyle ve en etkin bir biçimde yaralanmalarına olanak verecek araçtan yoksun olduklarını düşünmek söz konusu olabilecektir. Diğer taraftan, hareket halindeki kitleler hiç bir zaman tümüyle örgütlerden, “kahramanların” etkilerinden yoksun değillerdir. Ancak bunlar, sürekli doğan sınanan, oluş süreçlerini tamamlamadan, yerine yenilerini bırakarak yok olan akışkan şekillenmeler olarak kalırlar, hareket devrimi tamamlamasına olanak verecek aracını yaratana kadar...

Ben devrimlerin olabileceğini, devrimi kitlelerin yapmaya başlayacağını ancak kimi koşullarda onlara gerekli aracın ya bu süreçte yaratılabileceğini yada var olan bir yapının gelişerek, belki mutasyona uğrayarak bu aracın işlevini üstlenebileceği bir düzeye yükselebileceğini düşünüyorum. Rosa Luxemburg gibi ben de “önce hareket vardı” diye düşünüyorum.

Bu soruların yanı sıra, bir başka düzeyde bu tartışmanın arkasında, bir ölçüde Türkiye sosyalist hareketine özgün bir durum da var diye düşünüyorum. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin hafızasını taşıyan, bir çok noktada liderlik konumunda olan bireylerin, bir yaşam (kuşak) içinde iki büyük travma yaşadıkları kolaylıkla söylenebilir: “12 Eylül”, “1989-91”. Ben bu travmaların yarattığı sarsıntıyı henüz aşamadığımızı düşünüyorum.

12 Mart Askeri darbesinde en parlak lider kadrosunu kaybetmekle birlikte, 70’ler boyunca yenilenerek, TKP, Devrimci Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu gibi karmaşık (gelişkin anlamda) ve kitlesel yapılar oluşturabilen (koruyabilen) Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül darbesiyle kesintiye uğradı. Bu kesintinin arkasında, fiziki baskı ve imhanın yanı sıra, postmodernizm kanalıyla, liberalizme kadro kaybetmesi, ideolojik “yenilgi” propagandasıyla hafızasını silmeyi, geleneğini yeni bir kuşağa aktarmasını önlemeyi hedefleyen bir saldırıyla çok olumsuz koşullarda, en yetkin kadroları tutsak olarak, yüzleşmek zorunda kalmış olması yatıyordu.

Sosyalist hareket ikinci travmayı, tam 12 Eylül travmasından kurtulmasına olanak verecek Bahar Eylemleri’nin yarattığı ortamdan, Kuruçeşme Toplantıları yoluyla da, yararlanmaya hazırlanırken, 1989 sonbahar, kış aylarında Doğu Bloku’nun, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına ve Çavuşesku’nun devrilerek öldürülmesine yol açan kitle eylemlerine şahit oldu.
Bugün, Mısır ve Tunus’ta yaşananları devrim olarak nitelemekten çekinen yaklaşımın bu travma ile yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Ama, derdimi anlatabilmek için önce “travma” kavramından ne anladığımı kısaca, ilgi çekeceğini de umarak, açıklamaya çalışmam gerekiyor.

Travma üzerine bir ara not
“Travma, bir durum içinde tehdit edici etkenlerle, bireyin bunların üstesinden gelme beceriler arasında oluşan yaşamsal bir uyumsuzluktan (farktan) kaynaklanıyor.”... “Bu nedenle travmanın etkisini, travmayı yaratan olayla ve onun zamanıyla sınırlamamak; Travmanın etkilerini zaman içinde tamamlanması gereken sosyo-psikolojik bir süreç olarak görmek gerekiyor. Birden fazla travma sürecinin üst üste gelmesiyse, bu sürecin tamamlanmasını daha da zorlaştırıyor.” Travma süreci bireyin, salt travma karşısında oluşan duruma uyum sağlayamamasıyla değil, aslında yanlış bir uyum (maladaptive) geliştirmesiyle ilgilidir”.

“Travma durumunun aşılması, bireyin travma yaratan durumda, travmaya yol açan yaşam deneyimine yeterli bir biçimde tepki gösterebilmesiyle yakından ilgilidir. Bu bağlamda travma yaratan duruma yönelik üç yaklaşım söz konusudur. Birincisi: Birey travma yaratan durumdan kaçarak etkilenmekten kurtulur. İkincisi: Birey bu durumu bir çözüme ulaştırana kadar işler ve süreci tamamlar. Üçüncüsü: Birey travma yaratan olayın bazı yanlarının varlığını inkar eder... Bu, inkar travma deneyimi ile ortaya çıkan sorunu çözüme ulaştırma sürecinin yetersiz bir biçimde ilerlemesine, tamamlanmadan kalmasına yol açar. Birey, travma deneyiminin üzerinden bir süre geçtikten sonraki yaşamında travmayı işleyerek çözebilme sürecine aşırı bir enerji harcar. Bu süreç boyunca travma yaratan olay bireyin aktif anlığında, bugünkü zaman bağlamında, kendini tekrarlayan bir biçimde her seferinde yeniden ele alınır. Bu tekrar kaçınılmazdır ve her seferinde, farklı psikolojik realitelerin oluşmasına neden olur. Bu farklı psikolojik realiteler, bu travmanın yarattığı çıkmazı aşmaya yönelik tasarlanmış algılar içerir. Ancak bu algılar genel olarak ‘öz-yıkıcı’ özelliklere sahiptirler, travmanın yarattığı çıkmazı aşacak bir çözüme ulaşamazlar.”
Normal zamanlarda, bireyin anlamlandırma sistemlerinin/modellerinin, iç dünyasında, kendilerini yeniden üretmeye, dış dünyanın direnciyle karşılaşmadan devam ettiklerini görüyoruz. Travma yaratan olaya baktığımızda, bu yeniden üretim süreçlerinin, dış dünyadan gelen sert bir dirençle kesintiye uğradığını görüyoruz.

“Travma yaratan olay, bireyin anlamlandırma sistemine uymayınca, ortaya birey açısından iki seçenek çıkar. Birincisi: Birey dış dünyayı, kimi özelliklerini inkar ederek, bastırarak, kendi anlamlandırma sistemine /modeline uyduracak biçimde yeniden tanımlar. İkincisi: Birey kendi anlamlandırma sistemini, travma yaratan olaydan gelen direnci işleyerek anlamlandıracak, böylece iç dünya ile dış dünya, realite (toplumsal realite) ile bireysel anlamlandırma modelleri arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırmaya yardımcı olacak biçimde yeniden yapılandıracaktır. Bu sayede birey, travma yaratan süreci çözümleyerek sonuçlandırma şansına kavuşacaktır”.

“Travma yaratan olay bireyin anlamlandırma süreçlerine olumsuz yönde müdahale eder, realiteyle ilişki kurma kapasitesini azaltır, bireyde geçici bir kontrol kaybına yol açar. Bu kontrolü kaybetme, bireyde bir nesneleşme durumuna yol açar. Bu nesneleşme, tehdit edici durumun, travma yaratan bir olaya dönüşmesinin ana nedeni olarak görülebilir.” ... “Metabolize edilemeyen (içerideki modele uydurulamayan) travma olayı zaman içinde sürekli tekrarlandıkça giderek travmadan kaynaklanan kimi saplantıların ortaya çıkmasına da neden olur.”

Kitle eylemi mi? Acaba arkasında kim var?
Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül darbesi karşısında kontrolü kaybetti ve bir travma olayıyla karşı karşıya kaldı. Ancak, Türkiye sosyalist hareketi aslında, bu darbeyi bekliyor olmanın da getirdiği psikolojik avantajlarını da kullanarak, bir taraftan kontrolü kaybetmeyi güçler arasındaki dengesizlikle doğru bir biçimde açıklarken, diğer taraftan güçlerin 1970’ler boyunca bu kadar dengesiz kalmasının nedenleri üzerinde düşünerek, geçmiş değerlendirmeleri yaparak, yapılarını, kadrolarını ve anlamlandırma sistemlerini yeniden kurarak kısa sürede travmayı aşmaya başladı. 1989 yılının baharında başlayan işçi olayları, yazın başlayan birlik toplantıları (Kuruçeşme) sosyalist hareketi bu aşma sürecinin tamamlanmasına doğru, Polonya’daki “Solidarnoş” olgusunun gündeme getirdiği ve anlamlandırma sistemlerini/ modellerini zorlamaya başlayan, az sonra travma yaratacak bir olayın gelmekte olduğunu haber veren, belirtileri görmezden gelerek de olsa, ilerleyişini hızlandırdı. Tam bu noktada sosyalist hareket yeni bir travma yaratan olaylar dizisiyle karşılaştı. Doğu Avrupa’da kitleler, özgürlük, demokrasi gibi taleplerle “Sosyalist” rejimlere, “işçi devletlerine”, “halkın devletine” karşı ayaklanmaya başladılar. Bu rejimler kısa sürede yıkıldı, 1991 yılında da SSCB dağıldı. Dahası bu rejimler şaşılası bir kolaylıkla parlamenter burjuva devletlerine dönüştüler.

Bu gelişmeler, sosyalist hareketin karşısına anlamlandırma sistemlerinin kendini yeniden üretmesine direnen “karanlık, anlaşılmaz bir felaket” koydu ve travmaya yol açan bir durum yarattı. Sosyalist hareket bu travmadan kendini kaçarak kurtaramadı. Kendi anlamlandırma sistemlerini, bu “felaketi” açıklayacak biçimde yeniden yapılandırmaya yönelemedi. Buna karşılık bu “felaketin” kimi yanlarını yadsıyarak, eski anlamlandırma modellerinin yeniden üretimine olanak verecek biçimde bastırmaya, böylece oluşan eksiğin yerine koyacak, örneğin emperyalist komplolara, kimi siyasilerin ihanetine dayanan alternatif senaryolar (destekleyici fanteziler) üretmeye yöneldi. Daha da ilginci, Kuruçeşme Toplantıları’nda bir araya gelenler, bu “felaketi” gündemlerine almamayı, dolayısıyla çözümlemeden bırakmayı da tercih etiler.

Ancak en azından (salt travma anına ilişkin) şu sorular cevapsız kalmaya ve bir hayalet gibi başlarımızın üzerinde dolaşmaya, kabuslarımızı doldurmaya devam ettiler:
Neden bu, işçi ve/veya halk devleti olarak tanımlanan, dolayısıyla bu sınıflar ve kitleler gözünde meşruiyete sahip oldukları iddia edilen rejimler, sahip oldukları muazzam şiddet araçlarına karşılık bu ayaklanmaları bastıramadılar, dahası bastırmaya dahi kalkışamadılar? Neden iradesini temsil ettiklerini iddia ettikleri halk, işçi sınıfı, harekete geçerek “kendi rejimi” olduğu ileri sürülen yapıları korumaya kalkışmadı? Bu rejimler neden bu kitleleri hareket geçirerek “emperyalizm tarafından maniple edilen” azınlığı etkisizleştirerek kendilerini koruyamadılar? Bu rejimler neden bu kadar zayıftı? Bu rejimlerin halkla, çalışanlarla ilişkisinin niteliği neydi?

Bu sorulara tatmin edici, anlamlar sisteminin (sosyalizm) kendini yeniden üretmesine olanak verecek cevaplar verilemediğinden, sosyalist hareket bu travmayı işleyerek çözümleyip aşamadı, dahası, anlamlar sistemi verimliliğini her kaybettiğinde ortaya çıkan çaresizlikle yakından bağlantılı paranoya (ipleri kim çekiyor; adamın arkasındaki adam kim; tüm bunları nasıl da planlamışlar...) halinin zaman zaman sol hareket içinde de başını kaldırmasına zemin hazırladı. Böylece sosyalist hareket içinde kitlelerin kendiliğinden eylemlerine (tarihin maddesinin hareketine) şüpheyle ve korkuyla yaklaşan, bilinçli müdahaleyi, yapısal sınırlılıklarından sıyırılarak, etkisini adeta “kadiri mutlak” düzeyine yükselten, belki de kadroları ne pahasına olursa olsun korumak kaygısından da beslenen, düpedüz idealist duyarlılıklar oluşmaya başladı. Rosa Luxemburg’un “önce hareket vardı” uyarısı adeta unutulmuştu.
Bugün Tunus ve Mısır’daki kitle eylemleri, bu eylemlerin bir önceki dalgalardan, ekmek ayaklanmalarından farklı olarak, özgün taleplerden evrensel taleplere geçmiş, devleti ve rejimi hedef almış, devlet dışında kendi yaşamının düzenlenmesini kendi eline almaya çabalamış, bu anlamda tarihin düzenli, sıradan akışını kırarak, daha önce olmayan olasılıkları gündeme getirmiş olmalarına, getirmekte de ısrar ediyor olmalarına karşın, hala devrimci niteliğini görmezden gelme çabalarının arkasına, bu “unutma” var. Bu “unutma” da kendiliğinden hareketleri, daha önce sesini duyuramayan, “iktidarsız” çokluğun olasılıklar yaratma alanı olarak görmek yerine, güçlülerin provokasyon alanı olarak görme eğiliminin ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor. Bu olasılıkları (devrimci süreci) yadsımakta ısrarlı tutumun arkasında da hala işlenmesi tamamlanmadan kalan, her yeni durumda, bu durumun özelliklerine bürünerek yeniden gündeme gelmeye devam eden bir travma sonrası sürecin olduğuna inanıyorum. Travma yaratan olayın inkar edilen, bastırılan kimi özelliklerinin gündeme alınarak işlenmesi tamamlanmadan da bu travmanın etkilerinden kurtulmamız mümkün olmayacak diye düşünüyorum.

No comments:

Post a Comment