CHP’nin ABD
ziyareti ve temasları beni iki konuda düşünmeye zorladı. Birincisi. CHP, uzun
yıllar sonra ilk kez seçim kazanabileceğine, AKP’nin yerine hükümet
olabileceğine gerçekten inanmaya başlamış. Bu sosyalistler açısından ne anlama geliyor. İkincisi İktidarı ilk kez
kendi ufku içinde gören CHP’nin, bu bağlamda ABD’ye bir kendini anlatma çabası
Türkiye’ni devleti, siyasi iktidarı ve muhalefeti açısından neleri gösteriyor.
Ben ikincisinden
başlamak istiyorum. Uzun dönemdeki olası gelişmeler açısından bu çok daha
önemli bir konu
.
Türkiye toplumsal
formasyonu ve Cumhuriyeti, bir sömürge geçmişe sahip değil ama, bir çok açıdan
1950’lerden başlamak üzere adeta “post-kolonyal” devlet özellikleri sergileyerek
şekillenmiştir. Sanırım bunu ilk kez Mahir Çayan fark etmiş, “emperyalizmin
içsel olgu olması” savıyla tanımlamaya çalışmıştı.
Bu “post-kolonyal
devlet” yapısını kabaca iki özelliği
ve iki işleyiş ilkesiyle tanımlamaya
çalışabiliriz.
1) Franz Fanon sömürgeciliği
en soyut anlamda, “ulusal mekanda
ötekinin iktidarı” olarak tanımlıyordu. Bu siyasi ekonomik ve kültürel bir
iktidardı. Sömürge devletlerin siyasi bağımsızlıklarını kazanma sürecinde, kimi
durumlarda, bu “ötekinin iktidarını” devlet aygıtında ve devleti işleten
ideolojide içselleştirmiş devletler ortaya çıktı.
2)Bu yeni
bağımsızlığını kazanmış ülkelere, salt dışarıdan, zorla dayatılan, giren
tecavüzcü bir iktidar değildi. Bu aynı zamanda, egemen sınıfların, devlet
sınıflarının iktidarlarına destek, devlete, ekonomiye kaynak sağlama, sermaye
birikim sürecini stabilize etme gereksinimine bağlı olarak özellikle arzu ettikleri, çağırdıkları bir
iktidardı.
3) “Post-kolonyal”
devletin işleyişi iki ilkeye bağlanmıştı
a) Bu devletin denetlediği ekonomik
coğrafya dünya ekonomisine, uluslararası sermayenin hareketlerine, yatırım, kar
transferi, mülkiyet gereksinimlerine açık tutulacaktır
b) “Post kolonyal” devlet, uluslararası
düzeyde egemen sermayenin yada devletin (devletler blokunun) bu “ötekinin iktidarında”
kendini ifade eden jeopolitik, çıkar ve projeleriyle uyumlu içinde olacaktır.
“Post-kolonyal”
devletlerin yönetimlerinin istikrarı bu iki ilkeyi ve varsayımı yerine
getirdiği ölçüde güvende olacaktır. Bu
devletlerin rejimleri bir tarafta temsili demokrasi öbür tarafta otoriter hatta
totaliter rejim olan seçenekler ekseni üzerinde gidip gelecek; yönetici sınıf
halkının rızasını ne kadar kolay alarak yönetiyorsa ibre temsili demokrasiye, bu rızayı almak zorlaştıkça da otoriter hatta
totaliter uca doğru gitmeye başlayacaktır. Bu modeli tamamlamak için ulusal
mekandaki yerel iktidarın rıza alma, kurumlarının ideolojisinin desteklediği
geçerli “hakikat” ve “disiplin rejimlerinin” özelliklerini de resme eklemek
gerekiyor.
AKP’nin iktidara
gelirken bu “ötekinin” iktidarını çağırmak ve arzulama pratiklerine çokça
başvurduğunu hatta kendi durumunu “iç ve
dış dinamiklerin örtüşmesi” olarak tanımladığını, jeopolitik projelere ne
kadar uyumlu olduğunun sürekli vurguladığını biliyoruz.
Daha önce bir çok
kez tartışıldığı hala da sıkça anımsandığı gibi, zaman içinde AKP’nin içerde
rıza alma, dışarda jeopolitik projelere uyum sağlama kapasitesinin ya
yetmemesine ya da giderek azalmasına bağlı olarak, şiddete daha çok baş
vurmaya, otoriter eğilimler sergilemeye, kendi ideolojik evreninin, “hakikat
rejimimin” varsayımlarını topluma aceleyle dayatmaya başladığımı gördük, Gezi
olayı bu sürecin devam edemeyeceğini, rıza
alma kapasitesinin hızlanarak gerilemeye devam edeceğini , buna karşın şiddeti
arttırma kapasitesinin de sınırlarını ortaya koydu.
“Post-kolonyal”
devletin içine kurulu iktidarın dilini telaffuz eden organlar, kurumlar giderek
AKP’den yakınmaya, otoriter, anti demokratik, radikal dinci, özelliklerini
vurgulamaya başladılar.
Bu noktada
CHP’nin giderek, “post-kolonyal” devletin yönetimi devralmaya aday bir siyasi
özne olarak şekillenmeye başladığı söylenebilir. CHP’nin önce Sosyalist
Enternasyonal diyalogunun, şimdi de Amerika ziyaretinin, “post kolonyal devletin”
içine kurulu “ötekinin iktidarına”,
toplumdan rıza alma, bölgedeki jeopolitik projelere uyum sağlama, ekonomiyi
açık tutma ve yönetebilme kapasitesini anlatmaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz.
Bu, Türkiye
sosyalist hareketinin, görmesi anlaması ve “post kolonyal” devletin işleyiş
dinamikleri açısından kabul etmesi gereken “yapısal
olarak gerekli” bir süreçtir de. Bunu derken, sosyalist hareketin kendi siyasi
mücadelesinde, katılması, kopyalaması
gereken bir süreçtir demek istemiyorum. “Yapısal” kavramı buna işaret etmek
içindir. İkincisi Sosyalist hareketin, CHP’nin bir düzen partisi olduğunu
artık gerçekten kabul etmesi
gerekiyor.
Sosyalist hareket
parlamentarist bir stratejiyi
(taktik demiyorum) benimsemediği (CHP’nin yerini alarak, “sol”dan muhalefet
yapan düzen partisi olmayı) planlamadığı ölçüde, CHP’nin, ABD ziyareti
karşısında sinirlenmesi, ben demiştim havalarına girmesi, AKP dururken, CHP’ye, “emperyalizm işbirlikçisi”
filan gibi kavramlarla saldırmasına da, bence gerek yoktur.
Sosyalist
hareketin, eğer parlamentarist bir hesabı yoksa, yaklaşan seçimlerde, tam
anlamıyla pragmatik ve taktik bir
tutum benimsemesi gerekiyor. Sosyalist hareket bu seçimlerde tutumunu
belirlerken, “hangi sonuç benim çalışma alanımı genişletmemi, etkinliğimi arttırmamı
kolaylaştıracaktır? Özgürlüklerde
bir
genişleme olasılığını kim sunmaktadır? Nasıl bir sonuç, “ibreyi”, otoriter
eğilimleri biraz olsun sınırlayabilecek yönde itebilir?” Sorularıyla
yaklaşmalı ve tutumunu ona göre belirlemelidir.
Zaten kendi
stratejik hedefleri doğrultusunda kendi
günlük etkinliklerini, seçimlerden önce ve sonra sürdürmeye devam edecek
olan sosyalistler açısından, CHP’nin ABD
ziyaretinin, bu soruların dışında pek fazla bir anlamı yoktur.
No comments:
Post a Comment