Sunday, August 03, 2014

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelk, karar vermeye çalışırken, bazı düşünceler

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine üç adayla giriyoruz. Sosyalistler açısından bu adaylardan yalnızca ikisi tartışma konusudur. Bir de, adayları yetersiz buldukları, kendileri de aday çıkaracak durumda olmadıkları, bu nedenlerle de seçimlerde oy vermeyi  düzeni onaylamak olarak gördükleri için boykot çağrısı yapanlar var.

Bir “silah” olarak boykot

Boykot çağrısı yapanların ileri sürdükleri gerekçelere yakınlık duymamak, bu arkadaşların kaygılarını hatta duygularını paylaşmamak elde değil. Ancak, boykot da sosyalistlerin bir protesto, tavır koyma biçimi değil,  siyasi mücadelenin bir aracıdır (Lenin kimi zaman “silah” sözcüğünü de kullanıyor). Bu yüzden bu aracı kullanmaya karar vermek için aracın işçi sınıfının, halk sınıfları blokunun taleplerinin ilerletilmesine yapacağı katkıdan emin olmak gerekir.
Bu bağlamda geleneğimiz bize her şeyden önce iki ölçüt sunuyor. Birincisi boykot halkın genel talepleriyle, andaki mücadele düzeyiyle, kısacası “kitle çizgisiyle” uyumlu bir araç mıdır? Diğer bir deyişle, kitlelerin tepkisi bu çağrıya cevap verecek düzeyde midir? Bu “silah” çekildiğinde patlayacak ve hedefini vuracak mıdır? İkinci ölçüt boykot aracının kullanımına ilişkindir. Boykot pasif bir protesto değil, aktif bir mücadele aracıdır. Boykot çağrısının bir araç/silah olarak kitlelerin düzenin birçok kurumunda, sokaklarda kendini gösteren, düzen karşıtlığı temelinde patlak vermeye başlayan eylemleriyle birlikte, aktif boykot olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Pasif boykot sosyalistler açısından “ben katılmıyorum” demenin ötesine geçmez!
Lenin,  Sol Komünizm Çocukluk Hastalığı başlıklı çalışmasında bizi (sosyalistleri), bizim aklımızda açık olan konuların, henüz kitlelerin aklında açıklığa kavuşmamış olabileceğini görmemiz ve bu gerçeği göz önün alarak davranmamız gerektiği konusunda uyarır.
Boykotun gerekçeleri bugünkü konjonktürde kitlelerin aklında açıklığa kavuşmuş konulara ilişkin değildir.
Tüm bunları göz önüne aldığımızda, “boykot” çağrısının cevapsız kalacağını kolaylıkla görebiliriz.  Boykot çağrısı, bugünkü konjonktürde etkisiz bir “silah”tır, siyasi açıdan yanlış bir seçimdir. Buna karşılık her birey kendine sadık kalmak için, etik bir kaygıyla seçimleri boykot etmeyi seçebilir. Bunu da saygıyla karşılamak gerekir. Boykot etmekle, boykot çağrısı yapmak arasındaki farkı unutmadan, burada siyasi bir yanlışın var olmaya devam ettiğini kabul ederek.
Bu noktada sık sık karşımıza çıkan, “ama hep ehveni şer’e mi oy vereceğiz” itirazına, sorusuna da değinmek istiyorum. Evet, kapitalist düzenin içinde kalarak, parlamenter sistemi kabul ederek onun kurallarına göre hareket ettiğimiz müddetçe kendi adayımızı bile çıkarsak, bu aday tüm kapasitesini ortaya koyamayacağı için, hep ehveni şer’e oy vermeye devam edeceğiz. Zaten genel olarak siyaset, özel olarak sosyalist siyaset,  her zaman kötü seçenekler arasından en iyisini seçmeye çabalamakla ilgili bir etkinlik değil midir? “Mükemmel” koşullar,  “Güzel Ruh”un aklına ilişkindir, dışındaki dünyaya değil. Aşağıda bu konuya döneceğim.

Adayların “kimlikleri”

Seçimlerde seçim yapma konusuna gelirsek, bu seçim konjonktüründe (CB seçimleri) karşımızda, üçü de kapitalist düzeni veri alarak konuşan “kapitalist gerçekçiliğin” sınırları içinde kalan adaylar var.
Burada adayları değerlendirirken ister istemez, demokrasi kavramından yararlanarak, kapitalist demokrasi, “iyi devlet” ilkelerini ölçüt almamız gerekiyor. Bu bağlamda aklıma şu sorular geliyor: Hangi aday hakları ve özgürlükleri genişletmeyi, daha katılımcı ve adaletli bir yönetim getirmeyi vaat ediyor? Hangi aday halk sınıflarının ekonomik çıkarlarını, yaşam koşullarını iyileştirmekten söz ediyor? Hangi aday iktidarda, ve neleri korumaya niyetli olduğunu açıklıyor, hangileri muhalefette ve var olanı iyileştirmekten söz ediyor. Kısacası ehveni şer’i kim temsil ediyor?
Bu sorulara cevap verirken, öncelikle adayların kimliklerinden daha çok, temsil ettikleri siyasi çizgileri, bu konjonktürde üstlendikleri işlevi diğer bir deyişle simgesel varlıklarını dikkate almak gerekiyor, birer “gerçek insan” olarak kimliklerini değil. Adayların simgesel kimlikleriyle, “gerçek insan” olarak kimlikleri arasında her hâlükârda var olacak uyum ve çelişkiler de tabii ki, hiç de önemsiz etkenler değildirler.
Örneğin, CHP-MHP ortak adayı Ekmeleddin  İhsanoğlu, dinci bir siyasi kadroya karşı dinci bir gelenekten gelen, ancak laik ve demokratik, hatta sol muhalefeti birleştirmek amacıyla ortaya sürülen bir adaydır. İhsanoğlu’nun konuşmaya, kendi geleneğini, kişisel tarihinin yarattığı sadakatleri unutarak başlamamış olması, bu neredeyse olanaksız bloğu temsil etmenin tüm çelişkilerini  yansıtmakta olması “gerçek insan” kimliği açısından takdir edilmeye değer bir durumdur. Ancak bu durum, onun temsil etmeye çalıştığı siyasi çizgiye, üstlendiği, işleve kısaca, “simgesel kimliğine” yönelik eleştirilerin şiddetini azaltmaz.
Kürt siyasi hareketine, bugüne kadar, “tek konulu”, “bölgesel” hareket olma eleştirileri haklı olarak yönetildi. Bu eleştiriler haklılıklarını korumaya devam etmekle birlikte, bu hareketin CB seçimlerinde aday çıkarması, tüm ülkeyi kapsamaya, bölgesellikten çıkmaya, daha geniş sorumlukları üstlenmeye hazırlandığını gösteren olumlu bir gelişme olarak görülmelidir.
Ancak bu hareketin, bir taraftan siyasi iktidarı temsil eden hükümetle, kendi “tek sorunu”, “bölgesel sorunu” üzerinden süren bir pazarlığın içinde olması, diğer taraftan da, tüm ülkeyi kapsamaya, bir sol muhalefeti inşa etmeye niyetlenmesinin, kimi yönetilmesi zor çelişkilere yol açacağını görmek gerekir. Yine de, bu noktada, Kürt siyasi hareketinin ileri sürdüğü adayın, “simgesel kimliği” ile “gerçek insan” olarak kimliği arasındaki uyum düzeyinin CHP-MHP ortak adayınınkinden belirgin biçimde yüksek olduğunu da kabul etmek gerekir.
Diğer taraftan, Demirtaş’ın sunduğu görüntünün,  siyasi iktidarla sürmekte olan pazarlık ile,  tüm ülkeyi kapsayan bir muhalefeti inşa etme niyeti arasında oluşan kimi yönetilmesi zor çelişkilerden kaynaklanan istikrarsızlıkları yansıtmaya devam ettiği de bir gerçektir. Gezi olayı sırasında ilk anda otomatik refleksle alınan, bu anlamda otantik olduğu kuşku götürmez tutum, ÖDP’ye yönelik tehdit, sol hareketi adeta zorla birleştirme niyeti olarak algılanan ifadeler hemen akla gelen istikrarsızlıklardır.
Yine de bu istikrarsızlıklara, örneğin Demirtaş’ın, sol gruplar, düzen partileri  hakkındaki kişisel düşüncelerine fazla takılmamak, adayların “simgesel  varlıklarına” odaklanmak gerekir. Ne de olsa adaylar, özellikle Demirtaş kendini değil, bir hareketi temsilen oy istemektedir.

Aday seçmenin kimi ölçütleri

Bu yüzden adayları seçerken bize yön verecek gerekçeler arasında ön sıraları işgal edecek olanlar, söz konusu adayın temsil ettiği siyasetin çizgisinin, realitenin bizim tarafımızdan yapılan tanımı ([1]) içindeki yerine ilişkin olmalıdır. Bu yeri saptar, adayların yerlerini karşılaştırır, bir seçim yapmak doğrultusunda karar vermeye ilişkin ilk engeli aşmış oluruz.
Ancak, bu tanımladığımız realitenin var olan durumu içindeki bir yere ilişkin, statik bir saptamadır, bu realitenin taşıdığı değişim potansiyellerine ilişkin değil. Bu nedenle realitenin içindeki değişim potansiyellerini göz önüne alarak, adayları, bu kez bizim tanımladığımız realitede, bizim arzu ettiğimiz yönde değişiklik yaratma kapasitelerine göre yeniden değerlendirmemiz gerekecektir.
Kimi zaman 1. ve 2. adımlar; siyasi çizgisini benimsediğimiz adayla, realitede değişiklik yaratma kapasitesi en yüksek adayın kimlikleri örtüşür. O zaman  karar vermek son derecede kolaylaşır. Sorun bu örtüşme gerçekleşmediği zaman ortaya çıkıyor.
Böyle durumlarda  karar vermesi beklenen özne kararla eylem arasında karar veremeden kalır, bu eyleme geçememe iktidarsızlığı Kierkegaard’ın “yeis içinde” olma dediği duruma yol açarak özneyi tüketme tehlikesini gündeme getirir.
Özne bu, iktidarsızlıktan, “yeis” içinden üç farklı yönde çıkmayı deneyebilir. Birincisinde, özne realiteyi değiştirme olasılığını minimal, ihmal edilebilir olarak değerlendirir, en azından etik açıdan kötü bir seçim yapmamak için tüm seçenekleri boykot etmeye karar verebilir. Bu durum, kötü bir seçim yapmamak için seçim yapmayarak, en kötü seçimi, realiteyi aynen olduğu gibi bırakmayı seçmek gibi bir kısır döngüyle “yeis” durumuna geri dönen, eylemi dışlayan bir “loop” oluşturur
İkinci olasılıkta özne seçimini yine etik kaygılarla hareket ederek “tanımladığı realite” içinde kendisine en yakın bulduğu adayı seçer. Ancak bu aday realitede değişiklik yaratma kapasitesi düşük aday ise bu seçim realiteyi aynen olduğu gibi bırakma sonucuna açılarak, “yeis” içine geri dönen bir “loop” yaratır.
Üçüncü yol, değişim olasılığına yatırım yapan bir “inanç sıçramasına” ilişkindir. Bu durumda özne, kendisine en yakın gördüğü adaya değil, “tanımladığı realite” içinde  istediği yönde değişikliği yaratma olasılığı en yüksek adaya oy verir. Bu,  değişikliğe yatırım yapan bir eylemi seçtiğinden, aynı zamanda da tam anlamıyla siyasi bir tercih olacaktır.

“Güzel Ruh”un trajedisi

Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımdan, karar verme/eylem aşamasından önce gelen “realiteyi tanımlama” aşamasının son derecede önemli olduğu anlaşılır. Gerçekten de bir siyasi mücadele, bazen daha bu aşamada, realite eyleme olanak vermeyecek biçimde tanımlandığı için kaybedilebilir.
Hegel’in Tinin Fenomenolojisi yapıtında vurguladığı gibi, karar vermekte olan öznenin iyi niyetinden, “Ruhunun güzelliğinden”  şüphe etmek söz konusu değildir. Sorun burada öznenin, realiteyi, iyi niyetini gerçekleştirmesine olanak verecek eylemi olanaksızlaştıran biçimde tanımlamasından kaynaklanır.  
"Güzel ruh" , "ruhun" , benliğin (self) saf haliyle, kendini dışsallaştırarak gerçek bir varoluşa sahip olma gereksinimi arasındaki çelişkiye takılıp kalmış, gerçek bir varoluşa sahip olmayan haline ilişkindir. Durumun farkına varan "güzel ruh" yakınmalar ve yeis içinde, çılgınlık noktasında kendini ziyan eder.
Bir tarafta, saf, kirlenmemiş, ama gerçek bir varoluştan yoksun benlik, diğer tarafta gerçek bir varoluşa sahip olabilmek için dışsallaşmak, saflığını kaybetmek, "kirlenme" gereği... Zizek 'in kimi siyasi muhalefet unsurları için söylediği gibi, bunlar "Dünyanın, kendi yüce ideallerinin gerçekleşmesini engelleyen acımasız koşullarından (ya nesnel, ya da öznel koşullar hep yetersizdir- E.Y) sürekli yakınırlar..." ([2])
Burada esas sorun, "güzel ruhun" , "saflığını" (siyasi tutarlılığını vb..) korumaya çalışırken edilgen kalması değildir. Sorun, bu edilgenliği yaratan etkinlik tarzıdır. Bu etkinlik ise, dünyayı, müdahale etmeyi olanaksız kılacak bir biçimde betimlemekle (söylemle) ilgilidir. Savaş, pratikte kaybedilmeden önce, simgeselde (söylemde) kaybedilir... "Bu yakınmalar yakınılan koşulların yeniden üretilmesine katkıda bulunur."
Bu yüksek soyutluktan pratiğe, “bugüne-buraya” dönersek, yukarda tartışmaya ve kurmaya çalıştığım ölçütler üzerinden bu CB seçimlerinde karar vermeyi denediğimde, ilk turda, etik kararla siyasi kararı kolaylıkla Demirtaş’ın simgesel kimliğinde örtüştürebileceğimi görüyorum. Birinci turda  Demirtaş’a kolaylıkla oy verebileceğim!
Eğer Demirtaş ikinci tura kalırsa yine bir sorun olmayacak; etik olanla siyasi olan örtüşmeye devam edecek. Eğer Demirtaş ikinci tura kalamazsa, bu kez etik olanla siyasi olan arasında tercihimi siyasi olandan yana yapacağım, eyleme yatırım yaparak, “kirlenmeyi” kabul ederek, “tanımladığım realite” içinde bana değişim olasılığı vaat eden adaya, bir “inanç sıçraması” yaparak oy vereceğim. Bu aday da kaçınılmaz olarak Ekmeleddin İhsanoğlu olacak.



[1] Realitenin, realiteyi oluşturan unsurları bir araya koyarak bir “bütün” oluşturan bakışın özelliklerine göre değişen bir çok tanımı olabilir. Kapitalist gerçekçi bir bakış bir realite tanımı, komünist bakış bir başka realite tanımı oluşturacaktır
[2] For they know not what they do, Verso, 2002, sf. 70

No comments:

Post a Comment