Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine üç adayla giriyoruz. Sosyalistler açısından bu adaylardan yalnızca
ikisi tartışma konusudur. Bir de, adayları yetersiz buldukları, kendileri de
aday çıkaracak durumda olmadıkları, bu nedenlerle de seçimlerde oy vermeyi düzeni onaylamak olarak gördükleri için
boykot çağrısı yapanlar var.
Bir “silah” olarak boykot
Boykot çağrısı
yapanların ileri sürdükleri gerekçelere yakınlık duymamak, bu arkadaşların
kaygılarını hatta duygularını paylaşmamak elde değil. Ancak, boykot da
sosyalistlerin bir protesto, tavır koyma biçimi değil, siyasi mücadelenin bir aracıdır (Lenin kimi
zaman “silah” sözcüğünü de kullanıyor). Bu yüzden bu aracı kullanmaya karar
vermek için aracın işçi sınıfının, halk sınıfları blokunun taleplerinin
ilerletilmesine yapacağı katkıdan emin olmak gerekir.
Bu bağlamda
geleneğimiz bize her şeyden önce iki ölçüt sunuyor. Birincisi boykot halkın
genel talepleriyle, andaki mücadele düzeyiyle, kısacası “kitle çizgisiyle” uyumlu bir araç mıdır? Diğer bir deyişle,
kitlelerin tepkisi bu çağrıya cevap verecek düzeyde midir? Bu “silah”
çekildiğinde patlayacak ve hedefini vuracak mıdır? İkinci ölçüt boykot aracının
kullanımına ilişkindir. Boykot pasif bir protesto değil, aktif bir mücadele aracıdır. Boykot çağrısının bir araç/silah
olarak kitlelerin düzenin birçok kurumunda, sokaklarda kendini gösteren, düzen karşıtlığı temelinde patlak
vermeye başlayan eylemleriyle birlikte, aktif
boykot olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Pasif boykot sosyalistler açısından “ben katılmıyorum” demenin
ötesine geçmez!
Lenin, Sol
Komünizm Çocukluk Hastalığı başlıklı çalışmasında bizi (sosyalistleri),
bizim aklımızda açık olan konuların, henüz kitlelerin aklında açıklığa
kavuşmamış olabileceğini görmemiz ve bu gerçeği göz önün alarak davranmamız gerektiği
konusunda uyarır.
Boykotun
gerekçeleri bugünkü konjonktürde kitlelerin aklında açıklığa kavuşmuş konulara
ilişkin değildir.
Tüm bunları göz önüne
aldığımızda, “boykot” çağrısının cevapsız kalacağını kolaylıkla görebiliriz. Boykot çağrısı, bugünkü konjonktürde etkisiz
bir “silah”tır, siyasi açıdan yanlış bir seçimdir. Buna karşılık her birey
kendine sadık kalmak için, etik bir kaygıyla seçimleri boykot etmeyi seçebilir.
Bunu da saygıyla karşılamak gerekir. Boykot etmekle, boykot çağrısı yapmak
arasındaki farkı unutmadan, burada siyasi bir yanlışın var olmaya devam
ettiğini kabul ederek.
Bu noktada sık
sık karşımıza çıkan, “ama hep ehveni şer’e mi oy vereceğiz” itirazına, sorusuna
da değinmek istiyorum. Evet, kapitalist düzenin içinde kalarak, parlamenter
sistemi kabul ederek onun kurallarına göre hareket ettiğimiz müddetçe kendi
adayımızı bile çıkarsak, bu aday tüm kapasitesini ortaya koyamayacağı için, hep
ehveni şer’e oy vermeye devam edeceğiz. Zaten genel olarak siyaset, özel olarak
sosyalist siyaset, her zaman kötü
seçenekler arasından en iyisini seçmeye çabalamakla ilgili bir etkinlik değil
midir? “Mükemmel” koşullar, “Güzel
Ruh”un aklına ilişkindir, dışındaki dünyaya değil. Aşağıda bu konuya döneceğim.
Adayların “kimlikleri”
Seçimlerde seçim
yapma konusuna gelirsek, bu seçim konjonktüründe (CB seçimleri) karşımızda, üçü
de kapitalist düzeni veri alarak konuşan “kapitalist gerçekçiliğin” sınırları
içinde kalan adaylar var.
Burada adayları
değerlendirirken ister istemez, demokrasi kavramından yararlanarak, kapitalist
demokrasi, “iyi devlet” ilkelerini ölçüt almamız gerekiyor. Bu bağlamda aklıma
şu sorular geliyor: Hangi aday hakları ve özgürlükleri genişletmeyi, daha
katılımcı ve adaletli bir yönetim getirmeyi vaat ediyor? Hangi aday halk
sınıflarının ekonomik çıkarlarını, yaşam koşullarını iyileştirmekten söz
ediyor? Hangi aday iktidarda, ve neleri korumaya niyetli olduğunu açıklıyor, hangileri
muhalefette ve var olanı iyileştirmekten söz ediyor. Kısacası ehveni şer’i kim
temsil ediyor?
Bu sorulara cevap
verirken, öncelikle adayların kimliklerinden daha çok, temsil ettikleri siyasi
çizgileri, bu konjonktürde üstlendikleri işlevi diğer bir deyişle simgesel varlıklarını dikkate almak
gerekiyor, birer “gerçek insan” olarak kimliklerini değil. Adayların simgesel
kimlikleriyle, “gerçek insan” olarak kimlikleri arasında her hâlükârda var
olacak uyum ve çelişkiler de tabii ki, hiç de önemsiz etkenler değildirler.
Örneğin, CHP-MHP
ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu, dinci
bir siyasi kadroya karşı dinci bir gelenekten gelen, ancak laik ve demokratik,
hatta sol muhalefeti birleştirmek amacıyla ortaya sürülen bir adaydır.
İhsanoğlu’nun konuşmaya, kendi geleneğini, kişisel tarihinin yarattığı
sadakatleri unutarak başlamamış olması, bu neredeyse olanaksız bloğu temsil
etmenin tüm çelişkilerini yansıtmakta
olması “gerçek insan” kimliği açısından takdir edilmeye değer bir durumdur.
Ancak bu durum, onun temsil etmeye çalıştığı siyasi çizgiye, üstlendiği, işleve
kısaca, “simgesel kimliğine” yönelik eleştirilerin şiddetini azaltmaz.
Kürt siyasi
hareketine, bugüne kadar, “tek konulu”, “bölgesel” hareket olma eleştirileri
haklı olarak yönetildi. Bu eleştiriler haklılıklarını korumaya devam etmekle
birlikte, bu hareketin CB seçimlerinde aday çıkarması, tüm ülkeyi kapsamaya, bölgesellikten
çıkmaya, daha geniş sorumlukları üstlenmeye hazırlandığını gösteren olumlu bir
gelişme olarak görülmelidir.
Ancak bu
hareketin, bir taraftan siyasi iktidarı temsil eden hükümetle, kendi “tek sorunu”,
“bölgesel sorunu” üzerinden süren bir pazarlığın içinde olması, diğer taraftan
da, tüm ülkeyi kapsamaya, bir sol muhalefeti inşa etmeye niyetlenmesinin, kimi
yönetilmesi zor çelişkilere yol açacağını görmek gerekir. Yine de, bu noktada,
Kürt siyasi hareketinin ileri sürdüğü adayın, “simgesel kimliği” ile “gerçek
insan” olarak kimliği arasındaki uyum düzeyinin CHP-MHP ortak adayınınkinden
belirgin biçimde yüksek olduğunu da kabul etmek gerekir.
Diğer taraftan, Demirtaş’ın
sunduğu görüntünün, siyasi iktidarla sürmekte
olan pazarlık ile, tüm ülkeyi kapsayan
bir muhalefeti inşa etme niyeti arasında oluşan kimi yönetilmesi zor
çelişkilerden kaynaklanan istikrarsızlıkları yansıtmaya devam ettiği de bir
gerçektir. Gezi olayı sırasında ilk anda otomatik refleksle alınan, bu anlamda
otantik olduğu kuşku götürmez tutum, ÖDP’ye yönelik tehdit, sol hareketi adeta
zorla birleştirme niyeti olarak algılanan ifadeler hemen akla gelen
istikrarsızlıklardır.
Yine de bu
istikrarsızlıklara, örneğin Demirtaş’ın, sol gruplar, düzen partileri hakkındaki kişisel düşüncelerine fazla
takılmamak, adayların “simgesel
varlıklarına” odaklanmak gerekir. Ne de olsa adaylar, özellikle Demirtaş
kendini değil, bir hareketi temsilen oy istemektedir.
Aday seçmenin kimi ölçütleri
Bu yüzden adayları
seçerken bize yön verecek gerekçeler arasında ön sıraları işgal edecek olanlar,
söz konusu adayın temsil ettiği siyasetin çizgisinin, realitenin bizim tarafımızdan yapılan tanımı ([1])
içindeki yerine ilişkin olmalıdır. Bu
yeri saptar, adayların yerlerini karşılaştırır, bir seçim yapmak doğrultusunda
karar vermeye ilişkin ilk engeli aşmış oluruz.
Ancak, bu tanımladığımız realitenin var olan durumu içindeki bir yere
ilişkin, statik bir saptamadır, bu
realitenin taşıdığı değişim
potansiyellerine ilişkin değil. Bu nedenle realitenin içindeki değişim
potansiyellerini göz önüne alarak, adayları, bu kez bizim tanımladığımız realitede, bizim arzu ettiğimiz yönde değişiklik
yaratma kapasitelerine göre yeniden değerlendirmemiz gerekecektir.
Kimi zaman 1. ve
2. adımlar; siyasi çizgisini benimsediğimiz adayla, realitede değişiklik
yaratma kapasitesi en yüksek adayın kimlikleri örtüşür. O zaman karar vermek son derecede kolaylaşır. Sorun
bu örtüşme gerçekleşmediği zaman ortaya çıkıyor.
Böyle
durumlarda karar vermesi beklenen özne kararla
eylem arasında karar veremeden
kalır, bu eyleme geçememe iktidarsızlığı Kierkegaard’ın “yeis içinde” olma
dediği duruma yol açarak özneyi tüketme tehlikesini gündeme getirir.
Özne bu,
iktidarsızlıktan, “yeis” içinden üç farklı yönde çıkmayı deneyebilir.
Birincisinde, özne realiteyi değiştirme olasılığını minimal, ihmal edilebilir
olarak değerlendirir, en azından etik açıdan kötü bir seçim yapmamak için tüm
seçenekleri boykot etmeye karar verebilir. Bu durum, kötü bir seçim yapmamak
için seçim yapmayarak, en kötü seçimi, realiteyi
aynen olduğu gibi bırakmayı seçmek gibi bir kısır döngüyle “yeis” durumuna
geri dönen, eylemi dışlayan bir “loop” oluşturur
İkinci olasılıkta
özne seçimini yine etik kaygılarla hareket ederek “tanımladığı realite” içinde kendisine
en yakın bulduğu adayı seçer. Ancak bu aday realitede değişiklik yaratma
kapasitesi düşük aday ise bu seçim realiteyi
aynen olduğu gibi bırakma sonucuna açılarak, “yeis” içine geri dönen bir
“loop” yaratır.
Üçüncü yol, değişim
olasılığına yatırım yapan bir “inanç sıçramasına” ilişkindir. Bu durumda özne,
kendisine en yakın gördüğü adaya değil, “tanımladığı realite” içinde istediği
yönde değişikliği yaratma olasılığı en yüksek adaya oy verir. Bu, değişikliğe yatırım yapan bir eylemi seçtiğinden, aynı zamanda da tam
anlamıyla siyasi bir tercih olacaktır.
“Güzel Ruh”un trajedisi
Buraya kadar
anlatmaya çalıştıklarımdan, karar verme/eylem aşamasından önce gelen “realiteyi
tanımlama” aşamasının son derecede önemli olduğu anlaşılır. Gerçekten de bir
siyasi mücadele, bazen daha bu aşamada, realite eyleme olanak vermeyecek
biçimde tanımlandığı için kaybedilebilir.
Hegel’in Tinin Fenomenolojisi yapıtında
vurguladığı gibi, karar vermekte olan öznenin iyi niyetinden, “Ruhunun güzelliğinden” şüphe etmek söz konusu değildir. Sorun burada
öznenin, realiteyi, iyi niyetini gerçekleştirmesine olanak verecek eylemi olanaksızlaştıran biçimde
tanımlamasından kaynaklanır.
"Güzel
ruh" , "ruhun"
, benliğin (self) saf haliyle, kendini dışsallaştırarak gerçek bir
varoluşa sahip olma gereksinimi arasındaki çelişkiye takılıp kalmış,
gerçek bir varoluşa sahip olmayan haline ilişkindir. Durumun farkına
varan "güzel ruh" yakınmalar ve yeis içinde, çılgınlık
noktasında kendini ziyan eder.
Bir tarafta, saf,
kirlenmemiş, ama gerçek bir varoluştan yoksun benlik, diğer tarafta gerçek
bir varoluşa sahip olabilmek için dışsallaşmak, saflığını kaybetmek, "kirlenme"
gereği... Zizek 'in kimi siyasi muhalefet unsurları için söylediği gibi,
bunlar "Dünyanın, kendi yüce ideallerinin gerçekleşmesini engelleyen
acımasız koşullarından (ya nesnel, ya da öznel koşullar hep yetersizdir- E.Y)
sürekli yakınırlar..." ([2])
Burada esas
sorun, "güzel ruhun" , "saflığını" (siyasi
tutarlılığını vb..) korumaya çalışırken edilgen kalması değildir. Sorun, bu edilgenliği
yaratan etkinlik tarzıdır. Bu etkinlik ise, dünyayı, müdahale etmeyi
olanaksız kılacak bir biçimde betimlemekle (söylemle) ilgilidir. Savaş, pratikte
kaybedilmeden önce, simgeselde (söylemde) kaybedilir... "Bu yakınmalar yakınılan koşulların
yeniden üretilmesine katkıda bulunur."
Bu yüksek soyutluktan pratiğe, “bugüne-buraya” dönersek, yukarda
tartışmaya ve kurmaya çalıştığım ölçütler üzerinden bu CB seçimlerinde karar
vermeyi denediğimde, ilk turda, etik kararla siyasi kararı kolaylıkla
Demirtaş’ın simgesel kimliğinde örtüştürebileceğimi görüyorum. Birinci
turda Demirtaş’a kolaylıkla oy
verebileceğim!
Eğer Demirtaş ikinci tura kalırsa yine bir sorun olmayacak; etik olanla siyasi olan örtüşmeye devam
edecek. Eğer Demirtaş ikinci tura kalamazsa, bu kez etik olanla siyasi olan
arasında tercihimi siyasi olandan yana yapacağım, eyleme yatırım yaparak,
“kirlenmeyi” kabul ederek, “tanımladığım realite” içinde bana değişim olasılığı vaat eden adaya, bir “inanç sıçraması”
yaparak oy vereceğim. Bu aday da kaçınılmaz olarak Ekmeleddin İhsanoğlu olacak.
[1]
Realitenin, realiteyi oluşturan
unsurları bir araya koyarak bir “bütün” oluşturan bakışın özelliklerine göre
değişen bir çok tanımı olabilir. Kapitalist gerçekçi bir bakış bir realite
tanımı, komünist bakış bir başka realite tanımı oluşturacaktır
No comments:
Post a Comment