Sunday, December 21, 2014

ABD - Küba yakınlaşması ile ilgili eski bir yazı


 

 Küba ne yöne gidiyor? 

4 Ekim 2010 (Sendika.org)
Küba’da Raul Castro yönetimi, 500,000 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Biz de kendimizi, ayakta kalmış son devrim için “Küba ne yöne gidiyor?” sorusuyla karşı karşıya bulduk. Bu sorunun cevabının kapitalizm olmasından korkuyoruz. Aslında “Küba ne yöne gidiyor?” sorusunun içinde bir başka ve belki de daha ağır bir soru gizli. Bu soru da bize çok gecikmiş, ama bir o kadar da önemli bir başka tartışmayı öneriyor. Küba bir yöne gidiyorsa, “bu yolculuğa hangi noktadan başlıyor?” Diğer bir değişle nereden geliyor [da belki de kapitalizme doğru gidiyor]?
Bu soruya bu yazıda bir cevap vermeye niyetim yok. Onun yerine aklımdaki kimi soruları sizinle paylaşmaya çalışacağım. Ama önce bizi bu tartışmaya iten en son gelişmelere kısaca bakalım.
Yüzde on’luk tasfiye
Küba’da çalışanların sayısı toplam 5 milyon kişi civarında. Öyleyse geçen ay açıklanan işten çıkartmalar ki, bu günlerde fiilen başlamış olmaları gerekiyor, toplam çalışanların yüzde10’una eşit. Bu gelişmelerin iki garip boyutu var. Birincisi işten çıkartmalara ilişkin açıklamaları işveren (devlet) değil, sendikalar (CTC) yapıyor. İkincisi, bu işten çıkartmalar açıklanmadan önce sosyal güvenlik yasaları değişiyor; işsizlik ödeneği son maaşın yüzde 60’ı ve bir ay olarak sınırlanıyor. Böylece yeni yasalara göre bu işçilerin işten çıkarıldıktan bir ay sonra hiç bir ödenek almadan ortada kalacakları anlaşılıyor. Sizi bilmem ama ben bunu öğrenince dudaklarım uçukladı. “Bu nasıl bir rejim ki işgücünün yüzde onunu bir anda sokağa koymaktan çekinmiyor?” diye düşündüm. Ama tabii ki durum biraz daha karmaşık.
İşten çıkarılacak olanlardan 250,000’ine 178 alanda özel iş kurmaları için lisans verilecek. Diğer bir deyişle bu 250,000 kişi, taksi şoförü, berber, lokantacı, bakkal, veya herhangi bir dalda küçük üretici olabilecekler. Tabii, hangi üretim ve ticaret bilgisiyle, hangi başlangıç sermayesiyle olacakları, gerekli iş aletlerini, ondan sonra gereken yedek parça ham madde vb’yi nereden bulacakları pek belli değil. Raul’un “Sizleri yalnız bırakmayacağız” vaadine güvenmekten başka çaremiz yok bu aşamada. Birilerinin de ABD’deki Kübalı göçmenlerden gelmesi olası kaynaklara umut bağladığı anlaşılıyor.
Geri kalanlardan 200,000’i devlet dışında, var olan ya da kurulacak kooperatiflerde istihdam edilecekler. Geriye 50,000 kişi daha kalıyor. Ama bunların ne olacağını çıkaramadım.
Ama ilk 250,000 kişinin eğer gereken sermayeyi bulabilir (ABD’deki Kübalı göçmenlerden önemli miktarda sermaye gelirse), başarılı olurlar da işlerinde tutunabilirlerse, işçi sınıfı kategorisinden çıkarak, küçük burjuva kategorisine geçecekleri kesin. Başarılı olamayanların işlerini kaybettikten sonra başarılı olanların yanında çalışmak durumunda kalacaklarını (o da şanslıysalar) varsayarak, bu aşamada, sermaye birikimi, merkezileşme ve yoğunlaşma sürecine adım atılmış olacak. Diğer bir deyişle Raul Castro rejimi devlet eliyle (o da destek olduğunu varsayarsak) küçük burjuva yaratmaya ve kapitalistleşme sürecinin önünü açmaya, kapitalist yetiştirmeye başlıyor. Tabii bunu söylerken kendimi şu sorudan koruyamıyorum.İyi de bu kapitalistleşme sürecine giren üretim tarzı ne?
Bu soruya, Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinin bir başyazısındaki “Reformların amacı, sosyalizmi, korumak, sürdürmek mükemmelleştirmeye devam etmektir” saptamalara bakarak “sosyalizm” diye cevap verebiliriz. O zaman da “Egemen sınıfın (Sanayi ve tarım işçilerinin- yanılıyor muyum yoksa), bizzat kendisinin yüzde onluk bir kesimini özel girişimciye (kapitaliste) dönüştürmeye kalkması ne anlama geliyor?” sorusu kafamızın içinde dolaşmaya başlıyor.
Konuya dönersek, daha önce özel sektörde yaklaşık 600,000 kişi çalışıyormuş Bunların sayısı yeni gelenlerle birlikte 850,000’e, diğer bir deyişle toplam çalışanların yüzde 17’sine ulaşıyor.
Peki bu dramatik işten çıkartmaların, piyasa ekonomisini canlandırma reformlarının, hem de dünyada serbest piyasa ekonomisinin iflas ettiğine ilişkin bir kanı genelleşirken, mantığı nereden kaynaklanıyor?
Bir yıldır ortada dolaşan “Bir milyon işçi fazlası var, üretkenlik düşük, devletin yükü çok fazla” söylemi, Raul Castro’nun “Küba’nın, insanların çalışmadan yaşayabildiği bir ülke olduğu imajını tümüyle silmeye kararlıyım” açıklamaları bize ışık tutabilir mi?
İşçi fazlası kavramı tümüyle kârlılıkla ve verimlikle, diğer bir deyişle sermaye birikiminin ölçütleriyle bakınca ortaya çıkan bir durum. Ama Küba sosyalist bir ülke! Böyle bir ülkede, üretici güçler gelişir, toplumsal hizmetler yaygınlaşırken, işçi fazlası kavramı olamaz. Eğer olursa bu sorun çalışma saatleri indirilerek, refah düzeyini yükseltecek hizmet sektörü genişletilerek kolaylıkla aşılabilir.
Prof Vidal‘in, “Bu değişiklikler şayet halk hareketleri yoluyla uygulanırsa adada sosyalizmin güçleneceğine” ilişkin sözlerindeki “halk hareketi”nin nasıl bir şey olacağını ise anladığımı söyleyemem.
Peki, Raul’un açıklaması bize yardımcı olabilir mi? Belki ama önce, kimi kastettiğini anlamak koşuluyla, ayda 20 dolara çalışan işçileri mi, yoksa turizm sektöründe yabancı uyruklu milyonerlere sağlanan lüks konut edinme ayrıcalığından yaralanamadığı için yakınan kimi Kübalıları mı?
Kafam gittikçe karışıyor
Bu konu üzerinde düşünmeye başlayınca, ilk önce Sendika.Org’un hazırladığı Küba dosyasına baktım. Karşıma ilginç bir görüntü çıktı.Petras, Küba’daki rejimi, üstelik de bence çok dostça ve soğukkanlılıkla ve çok iyi anlaşılır savlarla eleştirmiş. Buna karşılık,Castro, Petras’a fena halde bozulmuş, “Sözde aşırı solun süper devrimcisi”, “Hayalci” diyor, “Zehirli neo-liberal mavallar öğütlemekle” suçluyor. Ama ne yazık ki Castro’nun yazısından bu hiddetin nedeni anlaşılamıyor.
Narciso Isa Conde, Kapitalizme giden yolları kapamaktan, prekapitalist seçenekleri yok etmekten, sosyalizme açılmaktan söz ediyor (500,000 işten çıkarma kararından önce mi yazıyor acaba sonra mı?). CastroThe Atlantic Monthly‘ye “Küba modeli artık bizim için bile işlemiyor” demiş, sonra düzeltmiş, aslında ironi yapıyormuş.
Ali Ergin Demirhan‘ın yazısıCastro-Petras tartışmasına büyük ölçüde açıklık getiriyor. “Gerçekten çok yararlı ve aydınlatıcı” diye düşünürken, Guillermo Almeyra‘nın yazısındaki “Yatırımcıları çekmek için devrimin kalıntılarını gömmek intihardır“. “Aksine özgür örgütlenme, özyönetim ve demokrasi temeli üzerinde, üreticilerin iktidarını maksimum düzeye çıkararak otokrasi ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak büyük bir değişimle onu yeniden canlandırmak lâzım“, uyarısını görünce yine kafam karıştı. Pardon! Nasıl yani?Devrimin artık yalızca kalıntıları mı var karşımızda? Otokrasi kim?
Sonra İnternet’te Kübalı sosyalist Sam Faber ile yapılmış bir söyleşiye rastladım (‘Küba Devriminin Kaynaklarına Yeniden Bakarken’ başlıklı kitabın yazarı). Faber Küba rejiminin uzun süredir bir gerileme yaşamakta olduğunu, bunun ekonomik kriz nedeniyle daha da derinleştiğini, işten çıkarmaların bu zeminde gündeme geldiğini ileri sürüyordu. Faber, Küba’da bu işten çıkartmalara karşı pek bir direniş beklemediğini söylüyor. Buna karşılık son yıllarda gençlik, özellikle siyah gençlik arasında bir yabancılaşmanın, polis tacizine karşı tepkinin yükselmekte olduğuna dikkat çekiyor; adeta buradan bir radikalleşme bekliyor. Çok iyimser diye düşündüm. Gençliğin bu kesimini etkisi altına almış olan müzik ve gangster kültürünü düşününce…
Bir moment daha mı geliyor
Acaba, 1989 -1993 dönemini andıran bir tarihsel moment mi geliyor? Küba bir ekonomik ve siyasi rejim değişikliğinin, toplumsal altüst oluşların eşiğinde mi?” Bu sorular önümüze geliyor. Bu kez bunlardan kaçmamak gerekiyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılması, SSCB’nin dağılması, tarihimizin en önemli olaylarından biriydi. Ama o zaman Türkiye solu bu olayı tartışmak bir yana, görmezden gelmeyi seçti, üstelik de o zaman elinde Kuruçeşme Toplantıları gibi bir araç varken.
Türkiye solu, 1989-93 arasında yaşanan o “olayı” kimi siyasetçilerin hatalarına, ihanetine, uluslararası komplolara bağlayıp geçmeyi tercih etti. Sokaklara toplanan, duvarın üzerinden atlayan, ondan sonra da kendini neo-liberalizmin, haz ve tüketim toplumunun kucağına bırakan on milyonlarca insanın arzularını, tepkilerini görmezden geldi, bunların nedenlerini, köklerini sorgulamadı, devrimden 80 yıl sonra ortaya çıkan bu durumu anlamaya çalışmadı, böyle yaparak da iyice anlaşılmaz, karanlık, gizemli bir olaya dönüştürdü
Türkiye solu, burada sorunun Stalin’i suçlamaktan veya aklamaktan çok daha öte, tarihimize ve geleceğimize, bugünkü sosyalizm anlayışımıza ilişkin bir anlamı olduğunun ayırdına varamadı.
Şimdi Küba benzer bir süreci adeta yavaş çekilmiş bir tren kazası filmi gibi yaşıyor. Ya da öyle görünüyor. O zaman kaçırdığımız fırsatı şimdi yakalamak gerekir diye düşünüyorum. Fidel’i, Raul’u aklamak ya da mahkum etmek için değil. Onların da son tahlilde yapısal belirleyicilikler altında hareket eden birey olduklarını unutmadan olup bitenleri anlayabilmek ve dersler çıkartabilmek için.

2 comments: