Thursday, December 25, 2008

Bir Stéphan Mallarmé çevirisi:

Angoisse
Je ne viens pas ce soir vaincre ton corps, ô bête
En qui vont les péchés d’un peuple, ni creuser
Dans tes cheveux impurs une triste tempête
Sous l’incurable ennui que verse mon baiser:

Je demande à ton lit le lourd sommeil sans songes
Planant sous les rideaux inconnus du
remords,
Et que tu peux goûter après tes noirs mensonges,
Toi qui sur le néant en sais plus que les morts:

Car le Vice, rongeant ma native noblesse,
M’a comme toi marqué de sa stérilité,
Mais tandis que ton sein de pierre est habité

Par un coeur que la dent d’aucun crime ne blesse,
Je fuis, pâle, défait, hanté par mon linceul,
Ayant peur de mourir lorsque je couche seul.


İç sıkıntısı
Bu gece etini fethetmeye gelmedim
Ne de ölümcül öpücüklerimden akan iç sıkıntısıyla
Kösnül saçlarında melankolik fırtınalar çıkartmaya…
Ah! Bir halkın tüm günahlarını taşıyan vahşi yaratık

Yatağında ağır bir uyku istiyorum
Pişmanlıklara yabancı perdelerin altında
rüyaların sinsice dolaşmadığı
Bir uyku, karanlık yalanlarından sonra senin de tadacağın
Sen ki hiçlik üzerine ölülerden daha çok şey bilirsin

Çünkü düşmüşlük, çürütürken kalıtsal asaletimi
İkimizi de kısırlıkla damgalayarak,
Taştan göğüslerinde yaşamaya devam ettiği sürece

Hiç bir suçun dişiyle yaralanamayan bir yürek,
Kaçıyorum, solgun ve tükenmiş, kefenimin hayaleti arkamda
Ölürüm diye korkarak, tek başıma yatarsam

Tuesday, December 09, 2008

Kasım rüzgarı

Kaldırım çamurunda derin, kaygan ayak izleri, birkaç damla bir şey…

Pek de aldırmadan izliyor sidik kokulu Kasım rüzgarı, beton ve demir

Ve adamın kafasının içindeki boşlukta zamanı sayan metronom.

Reklam panoları bütün renkleriyle parlıyor tüm karanlık vaatler gibi

Camilerin bıçakları gökyüzünü kesip biçiyor sonuç henüz belirsiz

“Fish[1]: Sizin gençlik hayalleriniz vardı? Ama artık merak etmeyiniz…”

 

Polisler dikkatle çalışıyor, sarı ışıklar, telsiz, yerde şekilsiz bir kütle.

Kırmızı, yırtık yağmurluğun ağzında yeşil bir öykü… Ama dinleyen yok.

Yorgun ayak sesleri ölüyor küflü muşambalarında otel odalarının.

Yolcusuz otobüsleri, yalnız köpekleri, soğuk sokaklarıyla birliktedir gece…

 

Gazeteyle kaplanmış bir defterin sayfaları boğuluyor su birikintisinde

Arka sokağın çöplüğünde buluyor çöpçüler pantolonsuz bedenini

Beyaz boynunda iki damla çamurlu su, yanağında yeşil sinekler

Biri eğilip ağzına tıkılmış siyah çaputa uzatıyor sarı titrek elini

Ürpererek geri çekiyor dokunamadan. Birbirlerine bakıp susuyorlar.

Gaz kokulu bodrum katındaki yatağında kadın son kez öksürüyor

 



[1] Tam kriz başlar, kredi kartı iflasları artarken piyasaya sürülen bir kredi kartı

Tuesday, September 09, 2008

Avluda çocuklar yoktu

Avluda çocuklar yoktu, yalnızca ıslak betonun üzerine düşen yağmurun sesi.
Kapıyı kapatıp çıktılar. Yataktakinin gözü duvardaki aynanın çatlağına takıldı
Yastık giderek daha çok ıslanıyordu geceleri; artık tuvalete yalnız gidemiyordu.
Kadını düşündü… Yıllardır açmadığı kitabın içindeki resmini, ellerini nedense?
Koyduğu yeri anımsayamadı. Gözleri kapandı yavaşça. Sonra soğumaya başladı.

Kahvedekiler yuvarlak gözlerle yeniden seyrettiler kulenin kendi üzerine çöküşünü.
İki gelin iki farklı lisanda ağladı iki genç adamın parçalanmış bedenleri üzerinde
Birinin üzerinde bayrak vardı, öbürünün sandukası çıplak, taş avluda tek başına.
Güneşin batmasını bekliyordu ava çıkmak için, kerpiç duvarda yuvalanmış akrepler
Ya da kerpiç duvarı yıkmasını batıdan esen rüzgarların - bir Humvee
[1] de olabilirdi…

TV kameralarına bakıyordu, uzun masanın etrafında oturan takım elbiseli adamlar
İki araba karşıt yönlerden gelip buluştu, gözlerden uzak, bitkisiz bir dağ yolunda
Ayrıldıktan sonra farlarını yakmadılar uzun süre. Halbuki ay bulutun arkasındaydı
Masadakiler kalkıp birbirlerini tebrik etmeye başladılar terli yapışkan elleriyle
Kulakları sağır eden metalik ezan sesleri koşturmaya başladı kentin sokaklarında

[1]High Mobility Multipurpose Wheeled Vehicle (Yüksek hareket kabiliyetli, çok amaçlı tekerlekli araç).

Friday, July 11, 2008

(Cumhuriyet Strateji, 23.06.2008 )

Kaygı verici doktrin

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, dış dünyada, 'gerçek dışişleri bakanı, dış politikanın gerçek mimarı' olarak algılanıyor. Yaklaşımında 'ekonomi politiği' ihmal eden Davutoğlu'nun, ülkesinin 'mihver, periferi, merkez veya küresel güç' olup olmadığı noktasında net düşünce oluşturamadığı gözleniyor.

Davutoğlu'nda ABD ile özdeşleşme çabaları dikkat çekiyor. Türkiye, 'olağan dışı, istisnai bir ülke' olarak değerlendiriliyor. Bu kapsamda, Türkiye-ABD ilişkileri 'alt-emperyalist bir işleve adaylıkla, mandacılık' arasında gidip geliyor.

AKP hükümetinin ikinci döneminde, dış politikada, Prof. Ahmet Davutoğlu'nun adı çok sık geçiyor. Dış dünyada, başbakanlık baş danışmanı, büyükelçi, Prof. Davutoğlu'nun, gerçek dışişleri bakanı, dış politikanın gerçek mimarı olduğuna ilişkin bir algı var.

Davutoğlu'nun uluslararası ilişkiler profesörü olduğu göz önüne alındığında, dikkatleri seçim devrelerine kilitlenmiş politikacıların, çekirdekten yetişmiş pragmatik diplomatların yanı sıra bir de akademik disipline uygun davranmaya alışmış bir uzmanın katkısı yararlı olabilir.
Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik­Türkiye'nin uluslararası konumu başlıklı kapsamlı bir çalışması da var.

Ancak bu kitabın, Davutoğlu tarafından Ocak ayında CNN'de bir konuşmada özetlenen tezlerin içerdiği sorunlar çok kaygı verici bir duruma işaret ediyor. Eğer dış politikaya bu tezler yön veriyorsa, ülkenin, yakın bir gelecekte, gerçekçi olmayan beklentilerle, elindeki kaynaklarla orantısız risklerin altın girme olasılığı artıyor demektir. Örneğin, Davutoğlu'nun görüşlerini benimsediği anlaşılan bir analiste göre şimdi "politika yapıcıların algı haritasında, Türkiye'nin sınırları ulus devletin sınırlarının ötesine genişlemiş"... "Türkiye'nin Ortadoğu'ya müdahalesinin mekânsal sınırları ortadan kalkmıştır"(1). Bu saptamalar, AKP yönetiminin ekonomik, siyasi gerekçeleri, kaynakları belirsiz bir genişlemeci, hatta emperyalist politikalar geliştirdiğini düşündürüyor.

Ben yazımda, Davutoğlu'nun bu kaygı verici tezlerini irdelemeye çalışırken yayınlandığı 2001 yılından bu yana 20'den fazla baskısı yapılmış olan Stratejik Derinlik adlı kitabın (Bundan sonra SD) ayrıntılı bir eleştirisini yapmaya girişmek yerine Davutoğlu'nun CNN konuşması üzerine kurulu "Türkiye'nin dış politika vizyonu, bir 2007 değerlendirmesi" başlıklı makalesiyle ilgileneceğim(2).

İŞLEVSEL BİR İHMAL
Davutoğlu'nun kitabı SD, Samuel Huntington'un "uygarlıklar çatışması teziyle kurulan paradigmayı benimseyerek başlıyor. "Türkiye'nin dış politika vizyonu..." başlıklı çalışmada da, "11 Eylül sonrası" olarak tanımlanan, tarihsel açıdan yeni, bir "dönem" saptanıyor. Davutoğlu ABD kaynaklı bir paradigma, zamanlama içinde, kısacası ABD'nin dünyaya bakış açısı içinde hareket ediyor. Lacan'cı bir kavramla, Davutoğlu'nun kendine, Ego Ideal olarak ABD yönetimini seçmiş olduğu söylenebilir.

Davutoğlu, Türkiye için yeni bir dış politika vizyonuna, hatta bir jeopolitik yenilenmeye, tarihine ilişkin bir yeniden anlamlandırma çabasına gereksinim olduğunu savunuyor. Bu görevi yerine getirebilmek için iki "vektör" oluşturuyor: Ülkenin coğrafi konumu ve tarihsel kültürel mirası. Davutoğlu, en az bunlar kadar önemli bir üçüncü "vektörü" ise tümüyle ihmal ediyor, bence özellikle bastırılıyor. Bu üçüncü "vektör" "ekonomi politiğe" (ülke ekonomisindeki hâkim örgütlenme biçimine, sınıflar matrisine, teknolojik, mali kaynaklara, dünya ekonomisiyle bütünleşme biçimlerine) aittir.

Üretim tarzları, gelişmeye başladıklarında zamanı ve mekânı da kendi gereksinimlerine göre değiştirmeye, hatta yeniden yapılandırmaya başlarlar. Her üretim tarzının üreticilerle üretim araçlarını bir araya getiriş tarzı, emek süreci, emek denetim mekanizmaları, teknolojik özellikleri zamanı ve mekânı, içinde yaşayanların zaman ve mekân algılarını yeniden yapılandırır. Örneğin kapitalizmin zaman ve mekân anlayışı, zamanı ve mekânı kullanışı, düzenleyişi, feodalizmin, Osmanlı'da egemen üretim tarzlarının zaman(3) ve mekân anlayış ve yapılarından belirgin bir biçimde farklı olacaktır.

Kendisinden önceki üretim tarzlarına göre son derecede dinamik, teknolojik bir üretim tarzı olan kapitalizmdeyse bu yeniden yapılandırma, düzenleme, bir sermaye birikim modelinden öbürüne, genişlemeden, krize, sürekli tekrarlanan bir yıkım ve yapım süreci olarak da yaşanır.
"Modern Kapitalist makine",(4) canlı emek tüketen ve artı-değer üreten bir "makine" olarak sermaye, sürekli hareket halinde, bu tüketimin peşinde koşarken, canlı emeğin "yaşam dünyasını" bir "yeniden kodlama" ve "kod-çözme" dinamiği içinde biteviye düzenler, yıkar yeniden kurar. Sermaye bu hareketi içinde salt ekonomik yapıları, coğrafyaları değil, anlam sistemlerini de bir taraftan çözer, bir taraftan yenilerini oluşturur. Bu bağlamda, sermayenin hareketinin yalnızca bu günün mekân ve coğrafya algılarını değil tarihisel kültürel geçmişleri de, yeniden anlamlandırmaya tabi tutacağını varsaymak gerekir.

David Harvey'e(5) göre sermaye doğarken bulunduğu bölgede kendine uyumlu bir yaşam mekânı kurar, hatta gerekli duyarlılıkları da oluşturur. Daha sonra, sermaye sürekli tekrar eden sorunlarını (kriz eğilimlerini) aşmak için başka mekânlara, verili zamandan gelecek zamanlara göç etmeye çabalar; gittiği bölgelerde, mekânlarda bir yıkım ve bir yeniden yapılanma süreci başlatır, zamanı ve mekânı yeniden örgütler.

Sermayenin hareketleri coğrafyaları, anlamları (kültürel tarihsel) durmadan yeniden tanımlar şekillendirir, tarihsel zemini, bu zemindeki tek tek olguların anlamlarını sürekli sorgulayarak yeniden kurar.

Davutoğlu da, Cumhuriyetle birlikte kurulan zaman, mekân anlayışını, tarih anlatısını, anlamını sorguluyor. Tam da bu nedenlerle, Davutoğlu'nun "ekonomi politik" boyutu ihmal etmesinin bir rastlantı olmadığını düşünüyorum. Bu ihmal sayesinde yazar, kendisi için gerekli senaryoları üretebilmekte, gerçeklikten çok uzakta bile olsa, ekonomi politiği ihmal edildiğinde akla yakın gelebilecek fanteziler bina edebilmektedir. Ancak, yazar böyle bir özgürlük elde ederken, kavramsal tutarlılık, süreklilik açısından yüksek bir fiyat ödemektedir.
Örneğin Davutoğlu SD'i şöyle bitiriyor:

"Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver bir ülke olarak Türkiye bunu yapabilmesi durumunda, jeopolitik jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkez bir ülke konumu kazanacaktır" (sf 563, abç) SD'nin 21. Basımında, 2007 yılında Davutoğlu'nun Türkiye tanımlaması gelecek tasarımı böyledir. Bu gün Mihver ülke; yarın belli koşullar gerçekleştiğinde bir merkez ülke...

Bu saptamaların üzerinden daha bir yıl bile geçmeden yayımlanan makalesinde Davutoğlu bu kez söyle yazıyor:

"Türkiye'nin amacı, uluslararası platformları kullanarak tutarlı bir biçimde küresel olaylara müdahale etmektir. Bu Türkiye'nin bir merkez ülke konumundan küresel güç konumuna dönüşmekte olduğunu göstermektedir"(6) (sf.83). Demek ki, Davutoğlu'na göre, Türkiye bir yıldan daha kısa bir süre içinde "mihver" ülke konumundan "merkez" ülke konumuna dönüşmüş, dahası, "küresel güç" olmaya başlamıştır. Ama durun bir dakika, sf 79'da da Davutoğlu "Türkiye bu periferi ülkesi olma konumunu artık geçmişte bırakmalıdır" da diyerek, hala bir "merkez" ülke konumuna ulaşamadığını da ima ediyor.

Ülkenin dış politika mimarı, ülkesinin uluslararası konumu konusunda hala bir kanaat oluşturabilmiş değildir: Mihver mi? Periferi mi? Merkez mi? Yoksa küresel güç mü? Gerçekten çok kaygı verici!

VARSA YOKSA ABD
Davutoğlu'na göre Türkiye'nin yeni bir dış politika gereksinimi, Türkiye'nin enerjiye, doğal kaynaklara, piyasalara, savunma hatlarına ilişkin ortaya çıkan yeni gereksinimlerinden değil, ABD'nin 11 Eylül olayına tepkisinden (sf.78) kaynaklanıyor. Diğer bir değişle 7000 kilometre uzaktaki bir olaydan, o olaya karşı, hala tüm dünyada eleştiri konusu olan abartılı, neticede büyük felaketlere yol açmış olan bir tepkiden kaynaklanıyor. Daha doğrusu, Davutoğlu, Türkiye'yi, ABD'nin 11 Eylül sonrası dış politika yöneliminden hareketle Büyük Ortadoğu'da "merkezi" ve "optimal" olarak görüyor: ABD'nin bölgemizdeki planları açısından (Davutoğlu'nu bunları bildiğini varsayıyoruz), ABD'nin bölgeye bakışına göre merkezi ve optimal bir ülke.

Davutoğlu'nun "Ego ideali" ABD ile özdeşleme çabaları bu noktada da kalmıyor giderek, ABD'nin kendisi için kullandığı sıfatları benimseyecek kadar absürt boyutlara ulaşıyor. Davutoğlu'na göre, "Türkiye ne bir sınır, ne bir köprü ne de Müslüman ya da Batı dünyalarının sınırında sıradan bir ülke değildir". Ergo, Türkiye olağan dışı, istisnai bir ülkedir. Tıpkı ABD gibi... Tarihsel olarak Türkiye de Osmanlı dönemi sonunda, 19 yüzyılda, göçler yoluyla nüfus dinamizmi kazanmış ülkedir. Tıpkı ABD gibi... (sf 79)

Türkiye'nin dış politika prensipleri ve ABD ile ilişkileri tanımlanırken, Türkiye-ABD ilişkileri alt-emperyalist bir işleve adaylıkla, mandacılık arasında gidip geliyor. Örneğin, Türkiye'nin Rusya ve AB ile çok yanlı bir politika izleyebilmesi öncelikle ABD ile stratejik (bu sözcük, belli bir zaman ve mekân diliminde, nihai amaç birliği anlamına gelir) ilişkileri koruyabilmesine bağlıdır (sf, 82).
Davutoğlu'na göre, Türkiye-ABD ilişkileri, jeopolitik açıdan kıtasal bir süper güçle, Afro-Avrasya bölgesinde en optimal konuma sahip bölgesel bir "merkez" ülke arasındaki ilişkilerin tüm özelliklerini göstermektedir (sf 88). ABD'nin bölgedeki politikaları açısından Türkiye'ye, Türkiye'nin de, bölgedeki planları (Bu planlar neyse?) açısından, arkasında kıtasal bir süper gücün stratejik ağırlığına gereksinimi var.

İlk anda akla yakın bir denklem; eğer şu sorulara cevap bulunabilirse: Türkiye'nin, ABD'nin bu ağırlığına neden gereksinimi var, bununla ne yapmayı planlıyor? Ne yazık ki Davutoğlu ekonomi-politik boyutu ısrarla jeopolitik tartışmasının dışında tuttuğu için bu sorulara açık cevaplar veremiyor.

Ekonomi-politik boyut jeopolitik tartışmanın dışında kalınca, ülkenin coğrafi ve tarihsel kültürel özelliklerini değerlendirmek, anlamlandırmak için elimizde yalnızca ABD'nin "bölgeye bakışı" kalıyor. Davutoğlu'nun bu yaklaşımını tanımlamak için de elimizde Mandacı sıfatından başka şey kalmıyor.

EMPERYALİST ÖZLEM
Eğer Davutoğlu'nun önerdiği, hem mandacı hem de, aynı zamanda, emperyalist, yayılmacı bir dış politikanın gerekçeleri, Türkiye ekonomisi, sınıflar matrisi vb açısından açıklanabilseydi, karşı çıkacak olsaydık bile, belli bir mantık denklemi içinde en azından anlayabilirdik. Örneğin, İngiltere'de Cecil Rhodes'un ülke içinde "devrim olmasını engellemek için" sözleri, Hitler Almanya'sının, Lebenstraum, ya da Petrol, nüfus kaynakları, yatakları gereksinimi, ABD'nin Pazar, hammadde, petrol gereksinimi, komünizmi engelleme kaygısı, bu ülkelerin emperyalist politikalarını anlamamıza yardımcı olabiliyor.

Davutoğlu, bize ABD stratejik ortaklığıyla da olsa, yayılmacı, tüm komşularımızı tehdit eden "emperyalist" bir dış politika öneriyor. Hem bu dış politikayı, Bismarck Almanya'sının, sonunda tüm enerjisini, mali kaynaklarını tüketen, çok yönlü ittifaklara dayanan bir bölgesel "hegemonya stratejisini"(7) anımsatan bir stratejiye dayandırmaya çalışıyor, hem de tüm bunlara neden gerek olduğunu bir türlü açıklayamıyor.

Bu konuda bir ipucunu 83. sayfada Türkiye'nin merkez ülkeden küresel güce dönüşme süreci(8) tanımlanırken oluştuğu ileri sürülen bir durumun içinde bulmak belki olanaklı: Davutoğlu burada sivil toplum katılımlarından söz ediyor. Bülent Aras'ın makalesinde de "Türkiye'nin yeni dış politikasının özetlendiği bölümde, toplumsal güçlerin giderek dış politikaya damgasını daha çok vurmasından söz ediliyor (sf.3) Tüm bunlardan, sürekli tarihsel ve kültürel özeliklerin vurgulanmasına da bakarak tek bir toplumsal güç anlıyorum o da Siyasal İslam.

Acaba buradan hareketle, Siyasal İslam'la birlikte yükselen sermaye kesimlerinin genişleme gereksinimleri, bunun içinde ABD ile ittifak yapma, bundan yararlanma çabalarını mı anlamak gerekir? Acaba yeni yükselmekte olan sermaye kesimleri, Batıyla ekonomik ilişkilerin (kredi kanalları, ortaklık, acentecilik, vb...) daha önce yükselmiş, örneğin TÜSIAD bünyesindeki gruplar tarafından kapatılmış olmasından dolayı kendilerini sıkışmış hissederek, doğuya doğru, bir uluslararası gücün yedeğinde yayılmayı mı arzu ediyorlar. Bu kesimler, bu siyasi amaçlar için mi ülkeyi emperyalist maceralara sürüklemeyi göze alıyorlar. Yoksa Davutoğlu bu nedenlerle mi ekonomi-politiğe değinmekten kaçınıyor. Kaçınmasaydı, ülke ekonomisinin sınıfsal dengelerinin, uluslararası ekonomik bağlantılarının, mali dengelerinin böyle maceraları kaldıramayacak bir durumda olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktı.

Davutoğlu'nun tezleri yalnızca ülkenin ekonomi-politik özellikleriyle değil, tarihsel kültürel mirasıyla da uyuşmuyor. Davutoğlu, Osmanlı tarihini, kültürünü egemen olanın baktığı yerden bakarak anımsıyor, değerlendiriyor. Halbuki, "Osmanlı barışı", Osmanlı açısından barıştı, refahtı ama "Arap Dünyası" açısından işgal, savaş, talan edilmiş olma duygusu...

Osmanlı imparatorluğunun topraklarında bu gün yaşayanların bu tarihe nasıl baktığının ayırtında olmamak bir uluslararası ilişkiler "uzmanı" için affedilemez bir zaaftır. Davutoğlu'nun önerdiği dış politika, Türkiye'yi Ortadoğu'ya yanlış varsayımlarla sokmaya çalıştığı için çok tehlikeli bir yanılsamadır.


Dipnotlar:
1- Bülent Aras, "Turkey Between Syria and Israel: Turkey's rising soft power", SETA, Policy Brief May 2008, No 15)
2- Ahmet Davutoğlu, "Turkey's foreign policy vision: An assessment of 2007", Insight Turkey, Cilt n10. No:1/2008 sf 77-96)
3- Bu konuda yararlı bir çalışma için: Peter Osborne, The Politics of Time, Verso, 1995
4- Gilles Deleuze, Felix Guttari, Anti-oedipus, capitalism and schizophrenia, Minnesota, 2003, sf 222-239
5- David Harvey, Spaces of Capital Özellikle 2, Kısım: "capitalist production of space," içinde "geopolitics of capitalism", Routledge, 2001, sf 237-412, 312.
6- Davutoğlu, 2008
7- Josef Joffe, "How America does it", Foreign Affaires, Eylül/Ekim 1997
8- Haksızlık etmek istemem ama, bana, Davutoğlu uluslararası konferanslar merkezi olmayı global güç olmakla karıştırıyor gibi geliyor. Çünkü bu söz konusu konferanslarda, Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren ve bir sonuca ulaşmış tek bir diplomatik kazanım gelmiyor aklıma.

Thursday, June 12, 2008

(Cumhuriyet Kitap, 13 Haziran 2008)

Karşıdevrimciler”(*)

Kaan Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf olarak…

Bu yıl “1968 olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken “restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda, giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine “bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an yaratmaya başladığından söz edilebilir.

Bu “bütünsel” an içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin verimliliğini” kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı söylenebilir. İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini bu verimlilik kaybında aramak gerekiyor.

“1968 olayı” olarak bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler, birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye, toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle kesilebildi.

İnsanlar, bu sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden canlandırdılar.

Alain Badiou’nun son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik ürünlerinin[[1]] ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde” birden bire patlak verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu “hakikatin” de kendi öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka açıdan yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif bireyi aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni “öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni doğan “hakikate” sadakat beyan eden özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.

“1968 olayı”, her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.

Ancak kısa sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime katılmaya başlayanlar oluşturuyordu.

Bu “yapıya dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne” dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal olarak: “Hakikate” ihanet!

“İhanet”, bunun için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi en zor olan bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil, kendini öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini edinmek. Bu uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten sonra, yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan Arslanoğlu’nun Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin, toplumda yeni bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini yeniden hayal etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir psikoloğun, mesafeli soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.

Karşıdevrimciler, ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen, titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını kolaylaştırmış.

Kaan Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar “karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden görebiliyoruz.

Öznenin “yapıya” geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme yollarını, yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal destek mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.

Ama bence Kaan Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla gerçekleştiriyor. Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı eleştirel duruş ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar, “toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en yaygın adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline geliyorlar. O zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan oluşmuş, her kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir sembolik evren içinde buluyoruz.
“Karşı devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini yerine getirmiş oluyor.

Tüm bu güçlü yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda, kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan, sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı, “gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.

Sonuç olarak, Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in, okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek, buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla, karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.

[1] Alain Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005) Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)

[*]Kaan Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008

Tuesday, April 29, 2008

Uzun sürdü sonbaharın ölmesi…

Kullanılmış kefenleri anımsatıyor kar, çürüyen teni üzerinde toprağın
Sessizce ağlıyor yatağında bir kadın. Kıpırdamaya korkuyor yanındaki
Yavaş yavaş batıyor kaydı tutulmamış vakitlerin kayan kumlarında
Giderek soğuyan yatak odası, apseli bir diş gibi zonkluyor ses çıkarmadan

İnsanlarla, araçların izleri birbirine karışmış. Havada siyah bir rüzgar
Siyah bir kedi, sırıl sıklam, çöp torbalarının arasından çıkıyor titreyerek
Uğursuz bir şeyler var belli ki, televizyon antenlerinde kargalar tünemiş
Birisi dikkatle bir paket yerleştiriyor, otobüs durağındaki çöp kutusuna

Su birikintilerinde kristal titreşimler… Buz tabakaları kalınlaşıyor
- Yalnızca ay ışığının ve sokak köpeklerinin duyabildiği bir fugue -
Boş sayfalarla dolu masasına oturmuş yılanlarla oynayan adamın
İsyanlarıyla, tutkularının ölüm ilanlarını arşivlediği dosya da öyle…

Sunday, April 27, 2008

Güneş son kez dokunurken…

Dışarıda kararsızdı güneş, bulutlar külrengi ve gökyüzü beyaz
Yitik bir zamana gidip geliyordu adam kadının göz bebeklerinde
Halbuki ağır konulardı masada dolaşan, Badiou, Beckett filan
Sigara dumanları, taze kahve ve parfüm kokularına karışıyordu
Uzakta bir geminin sorularını gargaraya getirdi geveze martılar

Boğulmaya başlayan adamın çıkardığı sesleri kimse duymadı

Şoförler ikindi uykularından uyandı camları buğulu taksilerde
İklimin pusuya düşürdüğü kiraz ağaçları çiçeklerini döküyordu
Kadının telefonu çalarken bakışlarını denize doğru çevirdi adam
Gözleri ışıksız gecelerde parlayan çakıl taşları gibi soğuktu şimdi
Ve uykularında ölenlerin dinginliği asılıydı yüzünün maskesinde
Güneşin ışıkları son kez kırılırken soğumuş bir çayın kristalinde

Sunday, February 17, 2008

Ayna


“Á ramasser les tessons du temps
On ne fait pas l’éternité”[
[1]]

Hiç bir şey söylemeden bakıyor suretimiz.
- Sanki, uzlaşmaz, hoşgörüsüz, Kerberos -
Yarı yanmış bir mumun ışığı tatsız sorularla
Tedirgin ediyor göz bebeklerimizi
Karanlığın yasalarına dair,
Siyah bir aya, siyah bir gök yüzünde,
Zamanda siyah bir deliğe...

Üzerimizde dirsekleri eprimiş bir kırmızı kazak
Ama önemi yok. Kollarımız artık bizim değil.
Taşlar soğuk, ayaklarımız çıplak
Birazdan güneş çıktığında
-birazdan mutlaka, çıkacak-
Şimdi kapıya kadar uzanan gölgemiz
Hiç yakınmadan, hatta sevinerek yok olacak.

[Aceleyle açılmış sarı bir çukur
İnsanlar sırayla, kat kat
- “Neresi?” diye sorma ve “Neden? -
Savaş, soy kırım olabilir. Bir
Demokrasi inşaatı petrol, su yüzünden
Belki şaşırmış bir iklimin kasırgası
Bir yılan amok bir tutkuyla
Kuyruğunu yerken]

Sonra yeni bir gün…
Çok önceleri bir Eylül sabahı
Kaybettiğimiz omurgalarımızın
parçaları üzerinde sekerek dolaşan
Kemik rengi bir Kasım güneşi
Ve aynada,
... pallida morte futura.


(17 Kasım 2007)
[1] Phillipe Jaccottet, Pansées sous les nuages, Bloodaxe Books, 1994, sf.55 ( Zamanın kırıntılarını toplayarak, bir sonsuzluk yapılamaz)

Saturday, January 05, 2008

kaçakları taşıyan gece trenleri…

Soluk fısıltıları gelir esrik ayak seslerinin karanlık odadan ve hışırtılar
Kapının önündeki içeri girmeye cesaret edemez, uzaklaşır ellerine bakarak
Bir fare iyice büzülür, döşemenin altına gizlenmiş mektupların üzerinde
Köşeleri asma yaprağı desenli aynadaki yorgun yüz, gözlerini bulamaz
Ruhun sonbahar toprağında, geç ekilmiş bir tohum boş yere bekler.

Biri taş avluda, metruk kuyudan inatla su çekmeye çalışmaktadır
Kanlı ayak izlerini yıkamak için daha emeklerken boğazlanmış aşkların.
Saçakta biriken geveze kargalar günün sona ermekte olduğunu söyler
Biri kitaplarını ve dikkatle katlanmış pişmanlıklarını valizine yerleştirir,
Halbuki artık seferden kaldırılmıştır kaçakları taşıyan gece trenleri.