Küba ne yöne gidiyor?
4 Ekim 2010 (Sendika.org)
Küba’da Raul Castro
yönetimi, 500,000 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Biz de kendimizi, ayakta
kalmış son devrim için “Küba ne yöne gidiyor?” sorusuyla karşı karşıya bulduk.
Bu sorunun cevabının kapitalizm olmasından korkuyoruz. Aslında “Küba ne yöne gidiyor?”
sorusunun içinde bir başka ve belki de daha ağır bir soru gizli. Bu soru da
bize çok gecikmiş, ama bir o kadar da önemli bir başka tartışmayı öneriyor.
Küba bir yöne gidiyorsa, “bu yolculuğa hangi noktadan başlıyor?” Diğer bir
değişle nereden geliyor [da belki de kapitalizme doğru gidiyor]?
Bu soruya bu yazıda
bir cevap vermeye niyetim yok. Onun yerine aklımdaki kimi soruları sizinle
paylaşmaya çalışacağım. Ama önce bizi bu tartışmaya iten en son gelişmelere
kısaca bakalım.
Yüzde on’luk
tasfiye
Küba’da çalışanların sayısı toplam 5 milyon kişi civarında. Öyleyse geçen ay
açıklanan işten çıkartmalar ki, bu günlerde fiilen başlamış olmaları gerekiyor,
toplam çalışanların yüzde10’una eşit. Bu gelişmelerin iki garip boyutu var.
Birincisi işten çıkartmalara ilişkin açıklamaları işveren (devlet) değil,
sendikalar (CTC) yapıyor. İkincisi, bu işten çıkartmalar açıklanmadan önce
sosyal güvenlik yasaları değişiyor; işsizlik ödeneği son maaşın yüzde 60’ı ve
bir ay olarak sınırlanıyor. Böylece yeni yasalara göre bu işçilerin işten
çıkarıldıktan bir ay sonra hiç bir ödenek almadan ortada kalacakları
anlaşılıyor. Sizi bilmem ama ben bunu öğrenince dudaklarım uçukladı. “Bu
nasıl bir rejim ki işgücünün yüzde onunu bir anda sokağa koymaktan çekinmiyor?” diye
düşündüm. Ama tabii ki durum biraz daha karmaşık.
İşten çıkarılacak
olanlardan 250,000’ine 178 alanda özel iş kurmaları için lisans verilecek.
Diğer bir deyişle bu 250,000 kişi, taksi şoförü, berber, lokantacı, bakkal,
veya herhangi bir dalda küçük üretici olabilecekler. Tabii, hangi üretim ve
ticaret bilgisiyle, hangi başlangıç sermayesiyle olacakları, gerekli iş
aletlerini, ondan sonra gereken yedek parça ham madde vb’yi nereden bulacakları
pek belli değil. Raul’un “Sizleri yalnız bırakmayacağız” vaadine güvenmekten
başka çaremiz yok bu aşamada. Birilerinin de ABD’deki Kübalı göçmenlerden
gelmesi olası kaynaklara umut bağladığı anlaşılıyor.
Geri kalanlardan
200,000’i devlet dışında, var olan ya da kurulacak kooperatiflerde istihdam
edilecekler. Geriye 50,000 kişi daha kalıyor. Ama bunların ne olacağını
çıkaramadım.
Ama ilk 250,000
kişinin eğer gereken sermayeyi bulabilir (ABD’deki Kübalı göçmenlerden önemli
miktarda sermaye gelirse), başarılı olurlar da işlerinde tutunabilirlerse, işçi
sınıfı kategorisinden çıkarak, küçük burjuva kategorisine geçecekleri kesin.
Başarılı olamayanların işlerini kaybettikten sonra başarılı olanların yanında
çalışmak durumunda kalacaklarını (o da şanslıysalar) varsayarak, bu aşamada,
sermaye birikimi, merkezileşme ve yoğunlaşma sürecine adım atılmış olacak.
Diğer bir deyişle Raul Castro rejimi devlet eliyle (o da destek olduğunu
varsayarsak) küçük burjuva yaratmaya ve kapitalistleşme sürecinin önünü açmaya,
kapitalist yetiştirmeye başlıyor. Tabii bunu söylerken kendimi şu sorudan
koruyamıyorum.İyi de bu kapitalistleşme sürecine giren üretim tarzı ne?
Bu soruya, Komünist
Partisi yayın organı Granma gazetesinin bir başyazısındaki “Reformların
amacı, sosyalizmi, korumak, sürdürmek mükemmelleştirmeye devam etmektir”
saptamalara bakarak “sosyalizm” diye cevap verebiliriz. O zaman da “Egemen
sınıfın (Sanayi ve tarım işçilerinin- yanılıyor muyum yoksa), bizzat kendisinin
yüzde onluk bir kesimini özel girişimciye (kapitaliste) dönüştürmeye kalkması
ne anlama geliyor?” sorusu kafamızın içinde dolaşmaya başlıyor.
Konuya dönersek, daha
önce özel sektörde yaklaşık 600,000 kişi çalışıyormuş Bunların sayısı yeni
gelenlerle birlikte 850,000’e, diğer bir deyişle toplam çalışanların yüzde
17’sine ulaşıyor.
Peki bu dramatik işten
çıkartmaların, piyasa ekonomisini canlandırma reformlarının, hem de dünyada
serbest piyasa ekonomisinin iflas ettiğine ilişkin bir kanı genelleşirken,
mantığı nereden kaynaklanıyor?
Bir yıldır ortada
dolaşan “Bir milyon işçi fazlası var, üretkenlik düşük, devletin yükü çok
fazla” söylemi, Raul Castro’nun “Küba’nın, insanların çalışmadan
yaşayabildiği bir ülke olduğu imajını tümüyle silmeye kararlıyım”
açıklamaları bize ışık tutabilir mi?
İşçi fazlası kavramı
tümüyle kârlılıkla ve verimlikle, diğer bir deyişle sermaye birikiminin ölçütleriyle
bakınca ortaya çıkan bir durum. Ama Küba sosyalist bir ülke! Böyle bir ülkede,
üretici güçler gelişir, toplumsal hizmetler yaygınlaşırken, işçi fazlası
kavramı olamaz. Eğer olursa bu sorun çalışma saatleri indirilerek, refah
düzeyini yükseltecek hizmet sektörü genişletilerek kolaylıkla aşılabilir.
Prof Vidal‘in, “Bu
değişiklikler şayet halk hareketleri yoluyla uygulanırsa adada sosyalizmin
güçleneceğine” ilişkin sözlerindeki “halk hareketi”nin nasıl bir şey olacağını
ise anladığımı söyleyemem.
Peki, Raul’un
açıklaması bize yardımcı olabilir mi? Belki ama önce, kimi kastettiğini anlamak
koşuluyla, ayda 20 dolara çalışan işçileri mi, yoksa turizm sektöründe yabancı
uyruklu milyonerlere sağlanan lüks konut edinme ayrıcalığından yaralanamadığı
için yakınan kimi Kübalıları mı?
Kafam
gittikçe karışıyor
Bu konu üzerinde düşünmeye başlayınca, ilk önce Sendika.Org’un hazırladığı Küba
dosyasına baktım. Karşıma ilginç bir görüntü çıktı.Petras, Küba’daki
rejimi, üstelik de bence çok dostça ve soğukkanlılıkla ve çok iyi anlaşılır
savlarla eleştirmiş. Buna karşılık,Castro, Petras’a fena halde
bozulmuş, “Sözde aşırı solun süper devrimcisi”, “Hayalci” diyor, “Zehirli
neo-liberal mavallar öğütlemekle” suçluyor. Ama ne yazık ki Castro’nun yazısından
bu hiddetin nedeni anlaşılamıyor.
Narciso Isa Conde,
Kapitalizme giden yolları kapamaktan, prekapitalist seçenekleri yok etmekten,
sosyalizme açılmaktan söz ediyor (500,000 işten çıkarma kararından önce mi
yazıyor acaba sonra mı?). Castro, The Atlantic Monthly‘ye
“Küba modeli artık bizim için bile işlemiyor” demiş, sonra
düzeltmiş, aslında ironi yapıyormuş.
Ali Ergin Demirhan‘ın yazısı, Castro-Petras tartışmasına
büyük ölçüde açıklık getiriyor. “Gerçekten çok yararlı ve aydınlatıcı” diye
düşünürken, Guillermo Almeyra‘nın yazısındaki “Yatırımcıları
çekmek için devrimin kalıntılarını gömmek intihardır“. “Aksine özgür
örgütlenme, özyönetim ve demokrasi temeli üzerinde, üreticilerin iktidarını
maksimum düzeye çıkararak otokrasi ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak büyük bir
değişimle onu yeniden canlandırmak lâzım“, uyarısını görünce yine kafam
karıştı. Pardon! Nasıl yani?Devrimin artık yalızca kalıntıları mı var
karşımızda? Otokrasi kim?
Sonra İnternet’te
Kübalı sosyalist Sam Faber ile yapılmış bir söyleşiye
rastladım (‘Küba Devriminin Kaynaklarına Yeniden Bakarken’ başlıklı kitabın
yazarı). Faber Küba rejiminin uzun süredir bir gerileme yaşamakta olduğunu,
bunun ekonomik kriz nedeniyle daha da derinleştiğini, işten çıkarmaların bu
zeminde gündeme geldiğini ileri sürüyordu. Faber, Küba’da bu işten çıkartmalara
karşı pek bir direniş beklemediğini söylüyor. Buna karşılık son yıllarda
gençlik, özellikle siyah gençlik arasında bir yabancılaşmanın, polis tacizine
karşı tepkinin yükselmekte olduğuna dikkat çekiyor; adeta buradan bir
radikalleşme bekliyor. Çok iyimser diye düşündüm. Gençliğin bu kesimini etkisi
altına almış olan müzik ve gangster kültürünü düşününce…
Bir moment
daha mı geliyor
“Acaba, 1989 -1993 dönemini andıran bir tarihsel moment mi geliyor? Küba bir
ekonomik ve siyasi rejim değişikliğinin, toplumsal altüst oluşların eşiğinde
mi?” Bu sorular önümüze geliyor. Bu kez bunlardan kaçmamak gerekiyor.
Berlin Duvarı’nın
yıkılması, SSCB’nin dağılması, tarihimizin en önemli
olaylarından biriydi. Ama o zaman Türkiye solu bu olayı tartışmak bir yana,
görmezden gelmeyi seçti, üstelik de o zaman elinde Kuruçeşme Toplantıları gibi
bir araç varken.
Türkiye solu, 1989-93
arasında yaşanan o “olayı” kimi siyasetçilerin hatalarına, ihanetine,
uluslararası komplolara bağlayıp geçmeyi tercih etti. Sokaklara toplanan,
duvarın üzerinden atlayan, ondan sonra da kendini neo-liberalizmin, haz ve
tüketim toplumunun kucağına bırakan on milyonlarca insanın arzularını,
tepkilerini görmezden geldi, bunların nedenlerini, köklerini sorgulamadı,
devrimden 80 yıl sonra ortaya çıkan bu durumu anlamaya çalışmadı, böyle yaparak
da iyice anlaşılmaz, karanlık, gizemli bir olaya dönüştürdü
Türkiye solu, burada
sorunun Stalin’i suçlamaktan veya aklamaktan çok daha öte, tarihimize ve
geleceğimize, bugünkü sosyalizm anlayışımıza ilişkin bir anlamı olduğunun
ayırdına varamadı.
Şimdi Küba benzer bir
süreci adeta yavaş çekilmiş bir tren kazası filmi gibi yaşıyor. Ya da öyle
görünüyor. O zaman kaçırdığımız fırsatı şimdi yakalamak gerekir diye
düşünüyorum. Fidel’i, Raul’u aklamak ya da mahkum etmek için değil. Onların da
son tahlilde yapısal belirleyicilikler altında hareket eden birey olduklarını
unutmadan olup bitenleri anlayabilmek ve dersler çıkartabilmek için.