Wednesday, April 12, 2023

Çandar'a göre Ordu'nun konumu ve görevi

 




"Hukuk devleti"nden ne kaldıysa... 

 Cengiz Çandar 

https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/cengiz-candar/hukuk-devletinden-ne-kaldiysa-40062442


“Hukuk devleti”nden ne kaldıysa…


Hürriyet; Mart 01, 2016 23:094dk okuma


Anayasa’nın 153. Maddesi gayet açık. Maddenin son satırı aynen şu şekilde:

“Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.”

 

Yani, kim olursanız olun, Cumhurbaşkanı da olsanız, hatta adınız Recep Tayyip Erdoğan da olsanız, Anayasa Mahkemesi kararları bağlayıcıdır.

 

Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın"Anayasa Mahkemesi, bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım ama kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum" demesinin pratik bir karşılığı yoktur.

 

Zaten, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Aslan da, Cumhurbaşkanı’nın o sözlerine ilişkin açıklamasında, “herkesi bağlar” diyerek, 153. Maddeyi hatırlatmıştır.

 

Kabul etmeyecek de ne yapacak? Uymayıp da ne yapacak?

 

Kabul edip etmemesi ve uyup uymaması ile saygı duyup duymaması farklı şeyler. Örneğin, 2008 yılında AKP’yi kapatma ve Tayyip Erdoğan’a siyasi yasak koyma davası açılmıştı. Eğer, Yüksek Mahkeme, Tayyip Erdoğan’a siyasi yasak koysa ve AKP’yi kapatsa, herhalde birçok insan gibi Tayyip Erdoğan da bu karara “saygı duymayacak” idi.

 

Ama, siyasi yasak konmasının ve partisinin kapatılmasının önüne geçebilir miydi? Yani, kabul etmemesinin, uymamasının bir geçerliliği olabilir miydi?

 

Olamazdı. Bu da öyle bir şey.

 

Tayyip Erdoğan, saygı duymasa da, Anayasa Mahkemesi kararını kabul etmemezlik edemez, uymamazlık edemez.

 

Niçin? Anayasa Mahkemesi, Tayyip Erdoğan’dan üstte midir?

 

Mevcut anayasa yürürlükte kaldıkça ve Türkiye’de “demokratik rejim kırıntısı” kalmaya devam ettikçe, evet, öyledir.

 

Anayasa’nın Anayasa Mahkemesi’nin “Görev ve Yetkileri”ni düzenleyen 148. Maddesinin 3. Fıkrasında bunun niçin böyle olduğunu anlamak gayet kolaydır. Şöyle diyor:

 

“Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkan ve üyelerini, Başsavcılarını, Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Sayıştay Başkan ve üyelerini görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla yargılar.”

 

Yani, Anayasa Mahkemesi “Yüce Divan” yetkilerini kullanabilir olan bir yüksek mahkemedir ve yetkileri arasında Cumhurbaşkanı’nı –kim olursa olsun- yargılayabilme yetkisine sahiptir.

 

Aynı Anayasa’da Cumhurbaşkanı, “yürütme”nin içine zikrediliyor ve görev ve yetkileri “yürütme”nin “görev ve yetkileri”yle ilgili.

 

Ama, Anayasa’da “gerekirse, Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayabilir ve uygulamaz ve uygulatmaz” şeklinde bu cumhurbaşkanlığı görev ve yetkisi bulunmadığı gibi, Cumhurbaşkanı’na “Anayasa Mahkemesi’ni yargılama yetkisi” tanımadığı halde, Anayasa Mahkemesi’ne Cumhurbaşkanı’nı yargılama yetkisi veriyor.

 

Eğer, “fiili bir darbe” ve bu anlamda, “hukuk devletinin tümüyle çöpe atıldığı” bir “rejim değişikliği” söz konusu değilse, Cumhurbaşkanı, “Anayasa Mahkemesi kararını kabul etmiyorum, tanımıyorum, uygulamam” da diyemez.

 

Dediği anda, “anayasa suçu” işlemiş olur.

 

Nitekim, tam da bu nedenden ötürü AİHM’in (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) bir önceki Türk yargıcı, değerli hukuk insanı Rıza Türmen şöyle demiştir:

 

“AYM’nin verdiği karar zaten davanın esasıyla ilgili bir karar değildir. Davanın esasını yerel mahkeme önümüzdeki günlerde görüşecek zaten. ‘Saygı duymuyorum, uymuyorum’ sözleri son derece kaygı verici. Bu, hukuk devletini ortadan kaldırmak demek, hukuk devletini dinlemiyorum, hukuk devletinin kararlarını da tanımıyorum demektir.

 

Hukuk devletinde bir anayasa hukukçusu olarak bu sözleri kabul edilebilir görmem mümkün değil. Anayasa hükümlerini beğenmediğimiz, saygı duymuyoruz dediğimiz zaman birileri de Cumhurbaşkanının anayasal konumuna saygı duymaz. Çünkü Cumhurbaşkanı da yürütme kurumunun içinde yer alıyor. Böyle bir ifade her şeyin meşruiyetini tartışılır hale getirir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin kararı Cumhurbaşkanı’nı da bağlar. Anayasa herkesin bütün yetkilerinin kaynağıdır. Cumhurbaşkanı bunu tanımıyorum derse o zaman kendi yetkilerini de tartışılır hale getirir. Birileri de devletin diğer kurumalarına saygı duymaz ise nasıl hukuk devleti olacağız ki?”

 

Sorun tam da burada.

 

Olamayız. Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi kararını “kabul etmiyorum, tanımıyorum ve uygulamam” sözlerinin bir “hukuk devleti”nde “pratik geçerliliği” yoktur ama bu sözler bir “hukuk devleti”nin “kavramsal ve hatta kurumsal son kalıntıları”nı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılıyorsa, iş değişir.

 

Tayyip Erdoğan, “Tek Adam” mutlak iktidarı yolunda, “otoriter bir iktidar tekeli”ne doğru yol alırken, her türlü demokratik denetim mekanizmasını (checks and balances) ve özerk kurumları bertaraf etmeyi “iktidar oyunu” gereği –anlaşılır nedenlerle- zorunlu görmüştür.

 

TBMM’de AKP’nin mutlak çoğunluğunu bu sebeple istemiş, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını bu sebeple tanımamış ve ülkeyi 1 Kasım’a taşımış ve 1 Kasım sonrasında da iç ve dış politikada “zincirleme krizler tüneli”ne bu sebeple sokmuştur.

 

Parlamento, yürütmeyi denetleyen bir mekanizma olmaktan çıkartılmıştır. Özerk kurumların başında gelen Merkez Bankası, büyük ölçüde nötralize edilmiştir. Yargı, büyük ölçüde, yeniden dizayn edilmiştir.

 

Kala kala, bir TSK, bir de Anayasa Mahkemesi kalmıştı. TSK, kurumsal olarak, siyasi iktidar bakımından “özerk” konumunu herşeye rağmen koruyor olsa da, son yıllarda yaşanan gelişmelerden ötürü “checks and balances” rolünü bugüne dek uyguladığı biçimde, şu sırada oynamayacak durumda. (Oynayamayacak demiyoruz, “şu sırada oynamayacak” diyoruz.)

 

Bu rolü, artık, bir kez oynayabilir. Düdüğü çalar. Oyunu durdurur. İlerde olur mu olmaz mı, bilemeyiz. Ama, buna imkân veren bir yola girilmiş olduğunu görebiliyoruz.

 

Bu durumda, kala kala Anayasa Mahkemesi kalıyor.

 

Erdoğan’ın ona yönelik “salvoları”, bu bakımdan “hukuk devletine elveda” deme hazırlığı olarak görülebilir.

 

Bir süredir zaten vedalaşmaktaydık. Ama “elveda” demek bir adım ötesidir.

Erdoğan’ın, kendisine kırmızı halı serecek rejimlerin bulunduğu Batı Afrika seferine çıkmadan önce, giderayak, Anayasa Mahkemesi kararına ilişkin sarfettiği sözleri, bu bakımdan, ilk bakışta algılandığından daha vahimdir.

 

İlk bakışta algılandığından diyoruz, zira kamuoyunu, uygulamada “hukuksuzluğa”büyük ölçüde alıştırmayı da başardı.

 

Geldiğimiz nokta, Türkiye’de “rejim sorunu”nun ciddi ölçülerde ve vahim biçimde “derinleştiğini” ifade etmektedir.

 

“Hukuk devleti”nden ne kaldıysa ve ne kadar kaldıysa, onun da sonuna yaklaşıyoruz…

 

Monday, February 27, 2023

Kapitalizmin krizi ve Çıkış olasılıkları

 


 

Bu başlık teorik ve siyasi olarak çok tartışmalı ve geniş bir alanı kapsıyor. O nedenle ben burada bu alanın yalnızca belli noktalarına değinmekle yetineceğim. Böylece konuyu düşünmeye yardımcı olmayı umuyorum.

 

Önce bu alan içinde kendi konumumu açıklığa kavuşturmaya çalışayım

Kriz ve Tarihsel bir üretim tarzı olarak kapitalizm

 

Daha fazla ilerlemeden bir konuda karar vermemiz gerekiyor.

Çünkü karşımıza iki varsayım var.

1)    Kapitalist ekonomi esas olarak dengeye eğilimi sergileyen bir sistemdir, krizler dışsal etkilerin sonucudur.

2)    Kriz kapitalizmin iç dinamiklerinin sonucu onun bir varoluş halidir. Dışsa koşullar bu iş dinamikler üzerinde etki yapar kimi zaman da dışsal gibi görünen dinamikler, aslında iç dinamiklerin tetiklediği gelişmelerdir. Örneğin su baskınları, hatta deprem gibi doğa olayları. Bu doğa olaylarının ve felakete dönüşmesi, kapitalizmin doğal çevre, toplumsal dokuları üzerinde yaptığı yıkıcı etkilerin sonucudur. Ancak kapitalizmin iç dinamikleri üzerinde hızlandırıcı etkiler de yaparlar

 

Ben kapitalimi salt bir ekonomik ilişki değil de bir üretim tarzı olarak düşünüyorum ve kapitalizmin tarihindeki uzun ve kısa dönemli dalgalanmalara bakarak ikinci varsayımı benimsiyorum. 

 

Tarihsel bir üretim tarzı olarak kapitalim:

Tarihteki tüm üretim tarzlarının temel ilişkisini, doğrudan üreticiyle üretim araçlarının birleştirmesinin özgün biçimi oluşturur. Bu temel ilişki ekonomik artık üretmeye, artığa el koymaya dayanır “Ekonomik artık” tüm üretim tarzlarının tözünü oluşturur

 

Kapitalist üretim tarzına gelene kadar, bu üretme ve el koyma süreci, hemen her yerde ve tarihte meta üretimine rastlansa bile, esas olarak siyasi-ruhani ilişkilere (zora ve tanrısal bir irade iddiasına) dayanır.

 

Kapitalist üretim tarzı, tüm önceki üretim tarzlarından farklıdır: insanın potansiyelinin (iş gücünün) metalaşması üzerinden üretilen “artık değere” meta ilişkileri, piyasa ilişkisi içinde el koymağa dayanır. Kapitalist üretim tarzının merkezinde emek sermaye ilişkisi/çelişkisi vardır ve tözü “artık değerdir”

 

Kapitalizmden önce de küresel düzeyde, bir meta ticareti ve imparatorlukların, siyasi kültürel etki alanlarının örüntüsü vardı. Kapitalizm bu karmaşıklık içinde. Tarihsel olarak özel koşullara sahip bir coğrafyada İngiltere’de doğdu ve hemen bu örüntü üzerinden küreselleşti.

 

Kısacası kapitalizm küresel meta ilişkileri ve devletler sistemi içinden doğdu.  Öyleyse bu devletler sistemin düzenleyen hegemonya ilişkileri de bu doğuşa eşlik etti.

 

Vurgularsam:

Pre kapitalist dünya pazarı-devletler sistemi:

Ceneviz, Portekiz Hollanda hegemonyası

Kapitalist devletler sistemi: İngiltere ABD hegemonyası…

 

Bu tarih bana, kapitalizmi, biri uzun dönemli yapısal (ekonomik ve siyasi düzenin hegemonya ilişkisinin dünya çapında değiştiği) biri de kısa dönemli sarsıntılardan oluşan bir devinime ilişkin olarak düşünebileceğimizi söylüyor

 

Kriz kavramına gelince: Kriz eski yunanca kritik karar anı, karışık, belirsiz bir an anlamında bir sözcük: Örneğin 

Tıpta hastalığın gidişatının ölümle yaşam asında karasız kaldığı durumu.

Edebiyatta (roman, trajedi-komedi) İzleğin gerçeğinin ortaya çıktığı ve karakterlerin kendi koşullarını kavradığı, yeni bir durumun oluştuğu anı betimler.  

 

Kriz kavramı bir “şeyin” hareketinin bir anına ilişkindir. Bu “şey” bir organizma, metin, toplum, hatta bir kişinin yaşamı olabilir.

 

Kapitalizmin krizi de kapitalizmin “hareketine” ilişkin olmalıdır.  

Bu hareket eden “şeyi” daha somut biçimde tanımlamak gerekecek. 

 

Şimdi şu soruyu sorabiliriz. Kapitalizmin krizi deyince hangi hareketin içindeki özgün anı düşünmemiz gerekir: Krize giren nedir? Kapitalizmi sık sık bir varlık yokluk arasında karar noktasına taşıyan nedir?

 

Kapitalizmin varlık koşuluna bakınca dikkatimizi öncelikle, artık değerin üretimi ve bölüşümüsermaye birikim süreci üzerinde yoğunlaştırmamız gerekir. Bu süreç istikrarını kaybetmeye, hatta kopmaya başladığında kapitalizm bir varlık yokluk sorunu, karar anı ile karşılaşıyor: Kriz bu duruma ilişkindir.

 

Sermaye birikim sürecinin sürdürebilmesinin üç ön koşulu var: 

 

Birincisi: “artık değer” üretiminin sürekliliği ve bunun fiyatlar (biçimler) düzeyindeki ifadesi olan kar oranlarının yeterli düzeyde olması gerekir.

 

İkincisi: Bu süreci taşıyacak fiziki ve teknolojik, kurumsal alt yapının (iletişim, ulaşım, enerji, sağlık eğitim), mülkiyete ilişkin hukuki kurumların (disiplin ve cezalandırma rejiminin) genel olarak uyumlu bir yapısal şekillenmenin varlığı güvence altında olmalıdır 

 

Üçüncüsü: Bu yapısal şekillenmeyi doğal kabul ederek içinde yaşayacak ve çalışacak insan duyarlılıkları(kültür ideoloji) da gerekir

 

Şimdi bir adım daha ilerlemek için (“Artık-değer” ile kar arasındaki karmaşık ilişkiyi, felsefi matematik tartışmaları bir kenara bırakıp), kabaca şunu saptayabiliriz: 

Kar yapma kapasitesi/oranları düşmeye başlarsa, tüm yapısal destekleyici koşullara karşın sermaye birikim sürecinin yavaşlayacağını giderek bir kopuş olasılığının şekilleneceğini söyleyebiliriz. 

 

Ancak, kar oranlarının düşme içseldir ama karşıt eğilimlerle birlikte var olur. Bu karşıt eğilimler, kriz dinamiklerini, sınırlayabilir, yavaşlatabilir, hatta bir süre için, erteleyebilir ama yalnızca bir süre için. Çünkü kriz dinamikler kesin ve kalıcıdırlar. Bu üretim tarzının var oluş halleridir.

 

Her kriz yukarda değindiğim yapısal şekillenmenin son krizidir, kriz dinamikleri o yapısal şekillenme değişmeden geri çevrilemezler.  O kapitalizm, o krizi aşamaz. Ancak, başka bir kapitalizmin şekillenmesi gerekir.

 

Şimdi bu karşıt eğilimlere kısaca bakalım. Hemen hepsi bize çok tanıdık gelecek. 

a)     Bunların başında emek verimliliğini arttırmak için makineleşme, birikim süreci içindeki âtıl zamanı, azaltmak, yok etmek gelir. Ancaak

a.     Teknoloji sabit ise işçi başına sabit sermaye maliyeti artar (organik bileşim sorunu- ama takılmayalım)

b.     Üretimde ve dolaşımda Boş/atıl zamanları, azaltma yok etme çabaları, emek disiplinini ağırlaştırarak verili duyarlılıkları sarsabilir, ideolojik-siyasi sorunlar yaratabilir

c.     Dikey ve yatay entegrasyon, lojistik (jeoekonomik) sorunları, süreçte kırılganlıkları arttırır

b)    İşçi ücretlerini düşürerek emek maliyetini azaltmak, işçi sınıfının tüketim kapasitesi üzerinde olumsuz etki yapar; talep yetersizliği sorununa yol açar. Bu eğilim hemen kapasite fazlası (aşırı üretim) sorununa dönüşmeye başlar. Talep yetersizliği sorunu kredi araçlarıyla kapatma eğilimi finansal sistemi giderek zayıflatır.

c)     Bu koşullarda sermaye, yeni tüketici talebine, ucuz hammaddeye ve emeğe yeni yatırım alanlarına ulaşmak için, bulunduğu ekonomik coğrafyadan başka ekonomik coğrafyalara gitmeye birikim alanını genişletmeye çalışır.

d)    Ancak bu “gitme hareketi” iki engeli aşmak zorundadır

a.   Var olan yapısal uyum, onun duyarlılık ve düşünce biçimleri ve sınıf ilişkilerindeki dengeler gitmeye karşı direnirler: Arrighi: “Sürtüşme krizi”

b.     Sermaye gittiği coğrafyalarda bulduğu yapısal uyumun direnişini kırmak, ekonomiyi açmak ve kendi gereksinimlerine göre yeniden şekillendirmek ister burada da bir direnişle karşılaşır.

c.     Nihayet kar oranları düşerken sermaye üretimden uzaklaşmaya, gelecekte üretileceği varsayılan artık değeri-karları, şimdiden gerçekleştirmeye, geleceğe kaçmaya, hem de başka yerde üretilen artık değere el koymaya çalışır: Bu eğilim, spekülasyonu, finansallaşmayı hızlandırır ve tüm karşıt eğilimlerin tükendiğini gösterecek olan bir finansal krizi hazırlar. 

d.     Bunlardan iki gözleme sıçrayabiliriz:

                                                        i.     Her durumda içerde ve dışarda “yaratıcı yıkım”, yeni siyasi biçimler ve ideolojilerin oluşması söz konusudur

                                                       ii.     Karşıt eğilimlerin hemen her noktasında siyaset, kültür ve devlet in düzenleyici eli vardır

                                                     iii.     Emperyalizm bir kriz aşma biçimi, içsel bir olgu, bir zorunluluktur

 

e.   Tüm bu eğilimler 1980’lerde karşımıza 

§  İMF yapısal uyum programları- Kopenhag kriterleri 

§  Serbest piyasa kültü ve neoliberalizm, 

§  Postmodernizm, Kendi bedenlerine hazlarına odaklı kısa dönemci bireyin hedonist tüketim tarzı olarak çıktılar. 

§  Ve hepsi tarihsel bir evrim önünde durulamaz bir büyük yenilik olarak sunuldular. Halbuki kapitalizm kadar eskiydiler.  

 

Örneğin:19. Yüzyılın sonuna 20. Yılın ilk çeyreğine bakınca. (Hedonizm: Great Gatsby, Jazz Age, Weimar Almanya’sı etc…)

 

Bu bölümü iki kavram daha ekleyerek toparlamaya çalışayım.

 

Belli bir yapısal uyum, yapısal uyumun duyarlılıkları ve sermaye birikimini koruyan karşıt eğilimleri birlikte belirlenmiş bir “bütünsellik” olarak düşünebilmek için 

“Sermaye birikim rejimi ve düzenleme sistemi” 

Kavramlarına baş vurabiliriz. 

Bu kavramlar aslında biraz daha karmaşık ama bu sunuş içinde bence yeteri. Şimdi bu kavramları kullanarak toparlarsam

 

1-    Düzenleme sistemiyle birlikte işeyen bir sermaye birikim rejimi: Hızlı ve istikrarlı büyüme: 1845-1878 (Chartizm)

2-    Sermaye birikim rejimi istikrarını kaybetmeye, kriz dinamikleri güçlenmeye karşıt eğilimlerin düzenlenmesi özellikle önem kazanmaya başlar, sınıf mücadelesi keskinleşirken, sermayenin alan dışına, başka mekanlara kaçma eğilimi hızlanır, sürtünme krizleri başlar. Reformlar gündeme gelir, finansallaşma ve emperyalizm, krizi yönetme rejimi ile öteleme: 1889-1914

3-    Bu yapısal kriz süreci bir Finansal kırılma ile kopar. Yeni ekonomik ve siyasi sermaye brikim merkezlerinin yükselir, emperyalist sistem içinde dünya ekonomisinin yönetimi konusunda anlaşmazlıklar ve hegemonya rekabeti hızlanır. 1914-(1929-39) – 1945

4-    Yeni kapitalizm yeni başlangıç: 1945-1975…

 

Kalıba dökersek: 

Yaygın sermaye birikim rejim- liberalizm

Krizinin finansallaşma ve emperyalizmle öteleme çabaları

Finansal kriz, savaşlar yeniden bölüşüm

Yeni bir sermaye birikim rejimi-yeni bir kapitalizm- Ulusal keynezyenizm, refah devleti- yeni sömürgecilik-bağımlılık içinde ulusal kalkınma- (dependent development)