Monday, February 14, 2022

“‘Süreç olarak faşizm’ teorisi: Tanımlar ve sınıflar” üzerine bir tartışma

 


Yaşar Ayaşlı’nın, “Süreç olarak faşizm” teorisi: Tanımlar ve sınıflar (11 Şubat 2022) yazısını ilk okuduğumda, cevap verip vermemek, dahası yazının devamını beklemek konusunda bir süre karar veremedim. Sonra bir kez daha dikkatle okuyunca yazıya verilen emeğe saygısızlık etmemek için düşüncelerimi, yazının devamını beklemeden açıklamak istedim.

Ayaşlı’nın benim çalışmama yönelttiği eleştirileri, tartışmayı kolaylaştırmak açısından üç başlık altında toplamak olanaklıdır diye düşünüyorum. 1) III Enternasyonal ve Faşizm teorileri. 2) Paxton’dan devşirme fikirler. 3) Faşizm analizini sınıfsızlaştırma.

III. Enternaysonel ve Faşizm

“Süreç olarak faşizm” başladığında İtalya ve Almanya’da tarihin bugüne kadar, bir gelişmiş kapitalist ülkede gördüğü en kitlesel, en kurumsal, en örgütlü ve topluma derinlemesine nüfuz etmiş, Komintern üyesi komünist partileri vardı. Bu ancak devasa sıfatıyla tanımlanabilecak partiler, sıfırdan başlayarak gelişen faşist hareketleri ve partileri durduramadılar. Dahası, İtalyan Komünist Partisi faşist serserilerin saldırıları altında adeta bir yılda tüm mevzilerini kaybetti. Sonuç olarak Komintern İtalya’da ve Almanya’da devasa komünist partilerin varlığına karşın yenildi [[i]].

Bu tarihsel deney Komintern teorilerinin, bugünle kıyaslanamayacak büyüklükte komünist partilerinin ve işçi hareketinin varlığına rağmen faşizmi durduracak hatta yenecek bir pratik üretemediğini göstermiyor mu? Bugün komünist hareketin zaaflarını, işçi hareketinin parçalanmışlığını, teknolojik gelişmelerin ve kültür endüstrisinin geldiği düzeyi düşününce, Komintern’in bu teorilerinin, bugün de pratiğin yolunu aydınlatma şansını sorgulamak gerekmez mi? Aksi bir tutum “skolastisizm” olmaz mı? Aklınıza Einstein’ın “Aynı şeyi yapmaya devam ederek farklı sonuç beklemek” üzerine sözleri gelmiyor mu?

Kaldı ki Ayaşlı da yukardaki paragraftaki fikirlerden çok uzak görünmüyor.  “Görünmüyor” diyorum çünkü, “1920-1945 arası yılların olağanüstü ve benzersiz koşullarında yapılmış faşizm tahlili eleştiri süzgecinden geçirilebilir, daha kapsamlı incelemelerle zenginleştirilebilir” dedikten sonra vazgeçip bu olası çabaları anlamsızlaştıracak bir saptama yaparak devam ediyor “Ancak ne yapılırsa yapılsın Komintern materyalleri hala faşizme giriş olarak okunması ve yeni analizlerde rehber edinilmesi gereken ana kaynaktır”. Yine soralım: Niye, hangi siyasi başarılarından dolayı ana kaynaktır”. “III.Dönem” (1928-33) politikaları, 23 Ağustos 1938  Ribbentrop-Molotof paktı[[ii]] da kaynaklara dahil midir.? [[iii]]

Marx’ın yazıları ana kaynaktır. Lenin’in yazıları ana kaynaktır. Birincisinin tahlilleri hala geçerlidir, her gün yeniden kanıtlanmaktadır. İkincisinin yazıları, ilk proletarya devriminin yolunu aydınlatmış, pratiğe şaşılacak bir işlevsellikle yön vermiştir.

Diğer taraftan, Ayaşlı’nın karar vermekte zorlandığını görmek gerçekten üzücüdür. Örneğin: 

Bunu demekle, 1945 öncesinde, hatta 20. yüzyılın sonuna kadar yazılanların günümüzdeki faşizmin dünyadaki tezahürlerini ve bunların bütün özelliklerini açıklamaya yettiğini söylemiş olmuyorum”… “Dimitrov’un tek cümlelik tanımı; faşizmin tarihsel yerini (ekonomik temelini), sınıfsal niteliğini, iç ve dış siyasetlerindeki yönelimlerini, burjuva devletinin başka biçimlerinden farkını ve siyaset etme tarzını gösteren zenginliktedir.” 

Ne yazık ki, bu iki önerme birbiriyle bağdaşmaz ve ikincisinin de ayrıca “gösterilmesi” gerekir.

Cımbızlamak istemediğimden alıntılarım uzun olacak:

“İkinci Dünya Savaşı sonrasının ve 21. yüzyılın faşizmleri, ortak olduğu kadar farklı yanlar da taşırlar. Aralarındaki ilişkide süreklilik esas kopuş talidir.”   … “Bugün yapılması gereken Komintern tanımına sırt çevirmek değil, ana doğrultuyu koruyarak bağlı olduğu nesnel koşullarla birlikte faşizmde yeni olanı da kapsayacak analiz ve tarifler yapmaktır. Şimdiki faşizmin bazı kanatlarının tarihsel faşizme mesafeli duruşları, totalitarizm ve korporatizme karşı kısıtlanmış çoğulculuğu savunmaları, düşman tanımını değiştirmeleri, paramilitarizmden ve anti-semitizmden rücu etmeleri, devletçiliğe karşı “serbest piyasa”yı savunmaları[[iv]ve bunun gibi pek çok değişiklikle eskisinden ayırt edilebilir.” “Faşizm tek boyutlu bir olgu değil hem ideoloji hem siyasi hareket hem devlet biçimi hem de sosyokültürel bir yapılanmadır. Dolayısıyla, faşistleştirme sürecinin, iktidar öncesi ve sonrasındaki gelişiminin sosyoekonomik düzlemde ele alınması Marksizm’in gereğidir”.

Ayaşlı’nın bu saptamalarının benim “Yeni Faşizm” başlıklı çalışmamın projesinden ne kadar farklı olduğunu anlamak gerçekten kolay değildir. Benim çalışmamda gündeme getirdiğim ve cevap bulmaya çalıştığım sorunların, Dimitrov’un tanımında kapsandığını söylemek yetmez göstermek ve benim gibi gereksiz işlerle uğraşanları boşuna enerji tüketmekten kurtarmak gerekir.

Bana gelince, “Yeni Faşizm” çalışmasını okuyanlar, benim III. Enternasyonel’in faşizm teorilerini görmezden gelmediğimi, işe yaramaz olarak bir kenara koymadığımı, “işe” onlardan başladığımı, nerede açıklayıcı olduklarını nerede eksik kaldıklarını bulmaya çalıştığımı kolaylıkla görebileceklerdir.

Paxtondan devşirme fikirler

Ayaşlı, benim çalışmamla Paxton’ın çalışması arasında paralellikler aramaya başlarken, benim düşüncelerimi Paxton’dan devşirdiğimi iddia etme noktasına çok yaklaşıyor. Bu ciddi bir durumdur.

Önce şunu anımsayalım, faşistleşme[[v]] süreci tartışmaları bu topraklarda Paxton’dan eskidir. 1970’lerde, “tırmanan faşizm” kavramı etrafında yaşanan tartışmalarda, “süreç olarak faşizm” kavramının çeşitli renklerini bulmak olanaklıdır.

Ayaşlı, Paxton’un kitabı elinde olmadığı için “başka bir yerden alıntılayacağım” diyerek devam ediyor: “Belirli bir özün ifadesi olarak değil, zaman içinde gelişen bir dizi süreç olarak bazı faşist hareketlerin yörüngesini takip edin.” Paxton, faşizmi, özü yerine, süreç içerisinde, hareket halindeyken, anlamaya çalışmaktan yanadır. Faşizmi R. Griffin “ideolojik bir öz”, S. Payne “üç boyutlu bir tipoloji”, Paxton ise “bir dizi süreç” olarak tanımlar. Bir başka akademisyen Roger Eatwell, haklı olarak Paxton’un “faşist hareketler ve rejimleri tespit etmesini sağlayacak taslak bir faşizm tanımı” olmadığını söylemektedir.”

Şimdi bunları benim Yeni Faşizm çalışmamın 2. Baskısının 21. Sayfasındaki şu ifadelerle karşılaştırın:

Diğer taraftan bugün, totaliter rejimler, faşizm kavramları alanına geçtiğimizde, bulacağımız şeyin, 1920’lerin, 1930’ların faşizminden (totaliter rejimlerinden) önemli farklara sahip olduğunu göreceğiz. Bence bu farklar, faşizm kavramıyla tanımlanan şeyin, onu tanımlamamıza olanak veren “özüne” değil, bu “özü” oluşturan unsurların kapitalizmin geçirdiği tarihsel evrim içinde, yeni, sosyoekonomik ve kültürel, hatta teknolojik koşullara göre düzenlenmesinden kaynaklanan yeni bir biçime ait olacaktır.”[[vi]]

Benim faşizmin tarihsel evrimine ilişkin saptamalarımın (sabit öz, değişen biçimler), Paxton’a atfedilen yaklaşımla taban tabana zıt olduğunu görmek için çok büyük çaba gerekmez, yalnızca okumak yeter. 

Ayaşlı: “Paxton”u “Faşizmle kapitalizm (emperyalizm) arasındaki zorunlu ilişkiyi kabul etmeyen, onun kitleler üzerindeki etkisini zordan yalıtarak ‘insanlar üzerindeki cazibesi’ ve ‘insani tercih boyutu’ ile açıklayan biridir”[[vii]].

“Bu adamın bizimle ne alakası var, denilecektir. Var, çünkü bu tür kavramlar devşirilseler (abç) bile genlerini yanlarında taşırlar. Yıldızoğlu’nun “yeni faşizm” üzerine yorumlarının finans kapital ya da büyük sermaye odaklı olmaması bundan bağımsız değildir. Yazılarında “egemen sınıflar”, ellerini göğüslerine kavuşturup sürecin sonunu “dur bakalım ne olacak” diye bekleyen iktidarsız sınıf veya sınıf fraksiyonları olarak resmedilirler.”

Önce “Yazılarında ‘egemen sınıflar’, ellerini göğüslerine kavuşturup sürecin sonunu ‘dur bakalım ne olacak’ diye bekleyen iktidarsız sınıf veya sınıf fraksiyonları olarak resmedilirler.” İddialarının saçmalığını vurgulamak gerekiyor“Süreç olarak faşizm” içinde gerek Almaya gerekse de İtalya’da büyük burjuvazi, elleri kolları bağlı oturup bekleyen iktidarsız bir sınıf değildir. Aksine bir taraftan ekonomik-toplumsal krizi muhafazakar, liberal partilerle, ile yönetmenin yollarını aramakta, faşist hareketleri dikkatle izlemekte, diğer taraftan bu hareketin liderliğinden kimi bireyler ile ilişki kurmaya çalışmaktadır. Büyük burjuvaziden birilerinin faşist hareketin liderlikleriyle ilişki içinde olmasını doğrudan sınıfın tercihi olarak yorumlamak, sınıfın tercihini birkaç kişinin tercihine indirgemek olacaktır. Bir sınıfın temsil ilişkisini, devletin o sınıfın çıkarlarını savunma ve yeniden üretme sürecinde aramak gerekir. İtalya’da “Faşist manifesto”, Almanya’da, Schmitt’in büyük sermayeyi ikna çabaları, Reichtag’da yapılan kaynak yarama toplantısı, başlangıçta Faşist hareketle büyük sermaye arasında bir temsil ilişkisi olmadığını, bu ilişkinin daha sonra yaratılması gerekmiş olduğunu göstermektedir.

İkincisi, belki Paxton “Faşizmle kapitalizm (emperyalizm) arasındaki zorunlu ilişkiyi kabul etmeyen, onun kitleler üzerindeki etkisini zordan yalıtarak ‘insanlar üzerindeki cazibesi’ ve ‘insani tercih boyutu’ ile açıklayan biridir” ama, benim çalışmamda, faşizmle sömürgecilik, emperyalizm, hatta Taylorizm ve teknolojik gelişmelerle, dolayısıyla kapitalizmin aşamalarıyla finans-kapitalin değerlenme koşullarıyla ilişkisini kuran bölümler vardır. Bir farkla ki bu bölümlerde ilişkiler indirgemeciliğe düşülmeden, neden sonuç bağlantıları, genel bağlam ve ara soyutlama aşamaları dikkate alınarak kurulmaya çalışılmaktadır. Örneğin, “Faşizmin tarihsel kültürel zemini” başlıklı bölüme bakabilirsiniz.

Ayaşlı’nın “Yıldızoğlu “Müslüman entelijensiya”yı topluma kendini dayatan esas özne olarak gösteriyor. Paxton da faşist hareketlerin başarısını geleneksel seçkinlerle ittifakına bağlar.” Diyerek kurmaya çalıştığı paralellik, sapla samanı birbirine karıştırmaktır ve kategorik olarak yanlıştır. Paxton’un ve başkalarının Faşizmi açıklarken geleneksel seçkinler dedikleri esas olarak aristokratik kalıntılar, Junkerlerdir. Benim yazılarımı okuyanlar Müslüman entelijensiyayı “geleneksel seçkinler” değil modern bir sınıf şekillenmesi olarak gördüğümü bilirler.

Sınıfsızlaştırma

 Ayaşlı benim süreç olarak faşizmi sınıfsızlaştırdığımı ve süreci nicelleştirdiğimi iddia ediyor. “Nicelleştirmeyi” nasıl anlamak gerekir bilemiyorum. Bana, sürecin “aynı” kalarak, niteliksel değişim yaşamadan hareket etmesi olarak anlamak gerekir gibi geliyor.  Bu anlayış doğruysa bu eleştiriyi bana değil Ayaşlıya yöneltmek gerekiyor:  Ayaşlı’nın“Yıldızoğlu, faşizm tanımlarken nihai belirleyici ya da “üst belirleyen” olarak büyük sermayeyi görmüyor… Yıldızoğlu’nun “yeni faşizm” üzerine yorumlarının finans kapital ya da büyük sermaye odaklı olmaması bundan bağımsız değildir“ saptamasında, eğer büyük sermaye başından beri sürecin içinde ve belirleyiciyse geriye yalnızca niceliksel, nicelleştirilmiş bir süreç kalıyor. 

Buna karşılık ben, analize büyük burjuvaziyle değil, kapitalizmin geldiği aşamada yarattığı biçimlerin nasıl faşizmin tohumlarını içerdiğini göstermeye çalışarak başladım. Faşist ideolojinin, bireylerin, hareketin şekillenmesini kapitalizmin (finansa kapitalin) yapısal özelliklerinden çıkarsamaya çalıştım. Sonra faşist hareketin, büyük burjuvaziyle buluşmasının aşamalarını saptamaya, “nicelleştirmekten” kaçınarak, bunları farklı dönemler olarak analiz etmeye çalıştım. Kısacası faşizmi ne kapitalizmden, ne finans kapitalden (toplumda yarattığı biçimlerden) kopardım. 

Söyleyeceklerim esas olarak burada bitiyor ancak bitirirken, Ayaşlı’nın “Rejim hem iş çevrelerinin hem de işçi sınıfının artan öfkesinden kaçarak ‘kültür savaşlarına’ sığınmaya çalışıyor.” “Bu cümle sınıflar üstülük ve tarafsızlık gibi açılardan eleştirilebilir; konumuz açısından önemi, “rejim”e işçi sınıfı gibi “iş çevreler”i dediği burjuvazinin (TÜSİAD’ı kastediyor olmalı) de öfke duyduğunu söylemesinden geliyor. Yani tekelci sermaye faşistleştirme ve kurumsallaşma sürecinde “bekle gör” politikası izlemiş oluyor.”  ifadelerine değinmeden edemeyeceğim. 

Aslında bu saptamaları, konuyu başka bir bağlama taşıdığı için bir kenara koymak gerekiyor ama yine de toplumda büyük burjuvaziden ve işçi sınıfından başka sınıfların da olduğunu, bu ikisinden farklı bir sınıfın çıkarını savunmanın sınıflar üstü olmak anlamına gelmediğini anımsatmak istiyorum. Daha fazlasını merak edenlere, siyasal İslam ve Müslüman entelijensiyanın özgün bir sınıf olarak şekillenmesine ilişkin yazdıklarımı önereceğim.

 



[i] İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizmi, II. Büyük emperyalist savaşta, emperyalist devletin ordularının da yardımıyla askeri araçlarla yenildiler. 

[ii] Alman faşizmi konsolide olduktan sonra

[iii] Burada vurgulamak gerekir: Türkiye’de sosyalist hareketin 1970’lerde faşizme karşı sürdürdüğü mücadele bir çok hatalarına ve zaaflarına karşın faşizmi durdurmayı başardı, faşist partinin egemen sınıflar için bir seçenek olmasını engelledi. Egemen sınıflar da faşist hareket ve faşist devlet gibi, yapısal bir dönüşümü benimsemek yerine, devletin bir kolu olan orduyu ve “ara” ve “geçici” bir rejim olarak askeri diktatörlüğü̈ kullanmayı tercih ettiler. İtalyan ve Alman komünist partilerinin yasalcı ve parlamenter eğilimlerine karşılık Türkiye sosyalist hareketi faşist hareketin vahametini daha başından fark etti (Alman ve İtalyan komünistlerinin başına gelmiş olanlar tabii ki çok önemliydi) ve “goşizm” eleştirilerine, “aman provokasyon olur” yakınmalarına aldırmadan anti faşist savaşı tüm yönleriyle birlikte benimsedi, hareket ve parti olarak faşizmi durdurdu.

[iv] Geçerken not edelim: Faşist hareketin tarihinde “serbest piyasayı savunmak” yeni bir durum değildir.  Carl Schmitt 1932’de Langham Association’un genel toplantısında 1600 sanayici ve bankacı karşısında yaptığı açış konuşmasında, otoriter devletin (gelmekte olan Nazi devletinin) ekonomiye müdahale etmeyeceği konusunda büyük sermayeye güven vermeye çalışıyordu. (Herman Heller, “Authoritarian liberalism?”, 1933- İngilizce çevirisi: European Law Journal, Vol. 21, No. 3, May 2015). Heller, Otoriter rejimin ekonomiye müdahale etmekten kaçınamayacağını, Schmitt’in düpedüz büyük sermayeyi ikna etmeye çalıştığını savunuyordu. Heller, 1933’de, Almanya’yı terk etmek zorunda kaldı ve o yıl sürgünde öldü. Heller SDP’nin Marxist olmayan kanadından, hukukçu ve filozof bir entelektüeldi. Nazi partisi Şubat 1933’de, Goering’in Reichtag’da düzenlediği, “para dilenme” toplantısında, hala Alman finans-kapitalinin temsilcilerine güven vermeye çalışmakla meşguldü. (Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm”  2. Baskı, Eylül 2020 sf.50)

[v] “Faşistleşme” süreciyle “Faşistleştirme” süreçlerini birbirinden ayırmak gerekir. Birincisi ekonomik, teknolojik, siyasi kültürel etkiler altında kendiliğinden faşist düşünce ve duyarlıkları geliştirmeye ve edinmeye başlamakla, “olmakla” ilgilidir. İkincisi ise Faşist hareketin ve partinin toplumda yarattığı dönüşümlerle, bir aktör tarafından değiştirilmekle ilgilidir.

[vi] Bu paragrafın devamında, bu değişik biçimlere ilişkin olası örnekler vardır.

[vii] Kitap elinde yokken, herhangi bir kanıt göstermeden bu kadar kesin konuşmak da oldukça ilginçtir.  Bana gelince, ben Paxton’u teorik ilham almak için değil, yeni veriler bulabilirim umuduyla okudum. Çalışmamda sağdan soldan bir çok tarihçinin ortaya koyduğu verilerden, hatta faşist metinlerden yararlandım ama bunları  kendim, elimden geldiğince yorumlamaya çalıştım.

No comments: