Thursday, July 07, 2011

Gariban sensin!
Gariban: Kimi kimsesi olmayan; zavallı

Düzenin en sıradan kanaatlerinin artık “gereğinden fazla boş fıçı gibi ses çıkaran” yankıları olduğunu bildiğimden üzerinde hiç durmamaya karalıydım. Ama okuduğunda, bir şey beni çok rahatsız etmişti, hatta sinirlendirmişti ama, “zaman ayırıp da üzerinde düşünmeye değmez” dedim kendi kendime, “onun kanaatlerinin ne anlamı var ki”. Sonra kafama dank etti...

Gariban adam sensin! Metin Lokumcu değil!
Metin Lokumcu’nun  yaşamı edinilmiş kanaatlere göre akmıyordu. O bir fikri kendine ışık edinmişti, ona göre yaşayan bir insandı, o “fikir”in hakikatine sadık kalarak, kendini “yapının” karşısına koymuş, tarihi ve insanı yeniden yapmaya çalışanlara katılmıştı. O tarih sahnesine çıkmış, bu çıkışın sorumluluğunu ve sonuçlarını kabul etmiş bir özneydi.

Metin “zavallı” biri değildi, iradesi olan bir savaşçıydı. Edilgen değildi, aktif ve mücadeleciydi. Son dakikaya kadar da öyle kaldığını, medyanın gösteri toplumunun ekranları bile gizleyemedi. Yüzbinlerce insan bu aktif ve onurlu yaşamın son dakikalarını izleyerek kendi yaşamlarına kattılar.

Kimi kimsesi olmayan biri hiç değildi Metin. Ailesi bir yana Metin, yerelden başlayarak küresele doğru giderek genişleyen bir ilişkiler çemberine aitti. Ama senin sandığın gibi değil. Metin önce kendi yerelindeki, yaşam alanındaki savaşa aitti, yakından tanıdığı ve öldürüldükten sonra ona sahip çıkan, çıkmak için savaşmaya devam eden yoldaşları var. Sonra ülkenin, komünistlerinin ona sahip çıktığını gördün. Nihayet Metin tarihteki ve bugün dünyadaki komünist harekete aitti. Sen nereye aitsin?

Aslında bu soruyu biraz daha düşük bir soyutlama düzeyinden sormak gerekiyor. Metin’in kim olduğunu ve ne olmadığını biliyoruz. Peki sen kimsin? Bu gün bu soruya, komünist hareket içinde yüzü, utançtan ya da öfkeden kızarmadan cevap verebilecek birini acaba bulabilir miyiz?

Araya sıkıştırılan “ben bir komünist olarak” ifadesi de  anlama geliyor? Bunu neden yaptın? “Ben bir komünist olarak” derken aslında ne demek istiyordun? Kaybettiğin tarihini böyle araya sıkıştırılmış dört sözcükle geri alabileceğini mi sanıyorsun? Yoksa bu, ayırdında olmadığın bir melankolinin dışavurumu mu? Freud’un dil sürçmesi gibi bir şey...

Bırak komünist olmayı, insan eğer tutarlı bir entelektüel (sağcı ya da solcu) olma iddiasındaysa, “Onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil. Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün…” bayağılığını ağzından çıkarır mı? En azından bunun, anlamlar zinciri kırılmış bir toplumun paranoyak-şizofrenik hallerini yansıtan “adamın, arasındaki adam,” “ipleri çeken kuklacı iblisler” kanaatinin, entelektüelse sorgulamakla sorumlu olduğu Zeitgeist ’in parçası olduğunu bilir, yutkunur ve susar. Ama bir kez, bir tarafı terk eden, ama öbür tarafa (bir tarafa) da bir türlü hakkıyla geçemeyen, “sadakat” beyan etmenin sorumluluklarını üstlenmeye, en azından üşenen, bu yüzden “pusulasını” kaybeden bireylerde rastlanan “aklın istikrarsızlığı” durumu insanın üzerine çökmeye görsün... İnsanın ağzından neyin çıkacağı belli olmaz ondan sonra...

Aslında  böyle “yapının” parçası, yaşamını “yapıya” bırakmış, kanaatlerle yaşayan edilgen bireylerden, özgünlüğünü asla kazanamamış, ya da daha sonra kaybetmiş (burada kederli bir öykü var ama...) garibanlardan o kadar çok var ki... Üzerinde konuşmaya değmez.

Ama Metin bunlardan biri değildi... Metin konuşulması, sahip çıkılması, örnek alınması gereken bir yaşama sahipti; o aktif bir devrimci özneydi. Bu yüzden onu konuşmaya, anmaya davam edeceğiz. Bu yazı da aslında onun yaşamı içindi...  Durup dururken seni konuşmak için değil!

Saturday, July 02, 2011

  Seçimlerden sonra yapılan değerlendirmelere katkı olmak üzere bazı düşünceler* - Ergin Yıldızoğlu (soL)
  30 Haziran 2011 -

Bence, Lenin’in siyasi eylemine yön veren mantığı en güzel sergileyen metinlerden biri “Devrimimiz – N. Sukhanov’un notları üzerine” (Pravda, No.117, 30 Mayıs 1923 / Bütün Eserler Cilt 33 s.476 – 80; Progress Publishers, Moskova 1965) başlıklı makaledir. Ben bu makalesinde, Rusya’da sosyalist devrimin koşullarının olmadığını, devrimin prematüre olduğunu ileri süren yaklaşımlarla tartışırken, Lenin’in, bizlere, devrimci eylemin mantığına ve “realite”ye bağlı kalmanın sorunları üzerine çok önemli ipuçları sunduğunu düşünüyorum.

Örneğin, ben Lenin’in bu makalesinde, her gerçek devrimci siyasi etkinliğin (mücadelenin), “realiteye” (“yapının” kurulu düzenine, bu düzeni bir arada tutarak ona anlam veren ideolojik/simgesel unsurlara) karşı sürdürülen bir etkinlik olduğu saptamasına önemli bir destek buluyorum. Bu anlamda devrimci mücadele “realist” değil “anti-realist” bir mücadeledir.

Bu saptamayı şöyle geliştirebiliriz. “Realite”, toplumdaki, egemenlik ve iktidar ilişkilerinin, ideolojik aygıtları, kültür endüstrisi, hatta akademik kurumları aracılığıyla üreterek karşımıza, “yaşam dünyasını” (tabii onun sınırlarını) temsil etmek üzere koyduğu şeydir. Devrimci mücadele, bu realiteyi kabul etmez, ona, bu “yaşam dünyasına”, müdahale ederek onu değiştirmeye olanak veren bir “anti-realist” tanımlamayla karşı çıkar. Sunulan “realitenin” bu yeniden anti-realist tanımı, yapılacak eylemin olasılıklarını ve sınırlarını, hatta başarı olasılıklarının derecesini de belirler.

Lenin’in makalesinde, benim “okuduğum” ikinci saptama da bana şunu söylüyor: Bir konjonktürün, içerdiği olası sonuçlar yelpazesinin sınırları asla önceden bilinemez. Çünkü, devrimci özne bu konjonktürü bir kez tanımlayınca (bu anti realist bir tanım olacaktır), buna, bir tanımlayıcı özne olarak kendi bilincini de ekleyerek onu ve olasılıklar yelpazesini bir kez değiştirir. Devrimci özne bu konjonktüre ilişkin yaptığı “anti-realist” tanıma uygun olarak müdahale ettiğinde, içine kendisini fiziki olarak de katacağından konjonktürü bir kez daha değiştirir: Bu nedenle, konjonktürün içine girmeden ve müdahale ederek yeni bir olasılıklar yelpazesinin oluşmasına olanak sağlamadan, onun nereye gideceğini bilmek olanaksızdır.

Bunlardan, devrimci öznenin “yaşam dünyasının” maddi özelliklerinden / sınırlamalarından bağımsız, “kendi realitesini istediği gibi yapabilecek” kapasitelere sahip olduğu, deyim yerindeyse “ben yaparsam olur” tutumunu benimsemesi gerektiği sonucu çıkmaz. Ama devrimci özne müdahale ettiği konjonktürde mutlaka bir fark yaratacağına ilişkin bir özgüvene sahip olmalıdır. Dahası eğer gerçekten devrimci bir siyaset izleyebiliyorsa, bu özgüveni mutlaka gösterebileceğine de güvenmelidir.

Bunu şöyle de koyabiliriz: Bir komünist parti liderliği gerçekten konjonktüre ilişkin “anti-realist” bir tanımlama ve devrimci duruş üretebildiğinde, partinin geri kalanının da bunu yaşama geçirmeye uygun özgüveni gösterebileceğine de güvenmelidir.


Seçim konjonktürü üzerine 
Bir komünist parti, burjuva düzenin meşruiyet oluşturma işlemlerinden en önemlisi olan seçimlere, bu işlemlere katkı yapma olasılığına karşın neden katılır? Geride bıraktığımız seçim döneminde partinin aldığı sonuçları değerlendirirken kullanılacak ölçütlerin oluşması açısından bu soruya kabul edilebilir cevaplar üretmek yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

Örneğin, bu soruya cevap olarak, ben şöyle olasılıklar düşünebiliyorum.

Birincisi, komünist parti, seçim döneminde halkın siyasi duyarlılıkları olağan dönemlere göre keskinleşmiş olacağından, bu ortamı bir propaganda olanağı olarak değerlendirmek ister. Bu propaganda, açıkça oy istemek yoluyla yapılabileceği gibi, bir siyasi teşhir aracı olarak kullanılır ve son anda, sansasyonel bir biçimde seçimlerden çekilerek rejimi protesto eder.

İkincisi, parti belli bir çalışma ve kampanya sürecinin sonunda, seçimlerde kendi gücünü denemek, çalışma kapasitesini, toplumsal desteğini oy alarak ölçmek ister. Bazı çok özel konjonktürlerde bu oy sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının kızgınlık düzeyini ölçen bir “barometre” olarak da algılanabilir.

Üçüncüsü, gündemde seçim sonuçlarına bağlı olarak faşist yada totaliter yönde bir rejim değişikliği olasılığı varsa, parti tüm seçim faaliyetini bu sonucu engelleyecek olasılıkların (cephelerin, işbirliklerinin) yaratılmasına harcar, gerektiğinde salt zaman kazanabilmek açısından, bu totaliter-faşizan olasılığı geciktirebilecek bir burjuva partisini sandıkta (yalnızca burada ve bu nedenle - işbirliği veya ittifak yapmaya kalkmadan) desteklemeyi seçebilir.

Dördüncüsü, yükselmekte olan bir devrimci dalganın üzerinde, parti bu dalgayı yukardan aşağı güçlendirebilecek olasılıkları parlamento platformunda, yasama organında da kullanabilmek için ve bu dalga henüz burjuva rejimin temsil ilişkilerini boykot etmeye hazır değilse seçimlere katılır.

“Tarih meleği” üzerine bir not 
Seçim sonuçları, ortaya çıkan manzara üzerine yapılan saptamalar aklıma Walter Benjamin’in “Tarih kavramı üzerine tezler”inde Paul Klee’nin “Angelus Novus” adlı tablosuna gönderme yaparak başlayan bölümü getirdi. Benjamin Klee’nin tablosundaki “Meleği”, sırtı geleceğe dönük gözleri geçmişteki olaylar zincirine dikilmiş “Tarih Meleği”ne benzetiyor. “Tarih Meleği” geçmişe bakınca yalnızca üst üste molozları yığmaya devam eden ve bu molozları ayaklarımızın önüne fırlatan tek bir büyük, bütünsel felaket görüyor. Melek bir an durup kırılanları tamir etmek, ölenleri diriltmek istiyor ama yapamıyor. Çünkü, Cennetten doğru gelen büyük bir fırtına söz konusudur. Bu fırtınanın rüzgarları o kadar kuvvetlidir ki, durmak bir yana melek kanatlarını bile kapatamaz, arkasının dönük olduğu geleceğe doğru ayaklarının önünde birikmeye devam eden molozlara bakmaya devam ederek savrulur gider.

Gerçekten de ilk bakışta tarih, yenilmiş devrimlerin enkaz yığınıdır. 1848, 1871 Paris Komünü, 1917 Rus devrimi (Kimilerine göre 1930’larda, kimilerine göre de 1989’da), 1918 Alman Devrimi, Çin Devrimi, 1968 devrimi... Şimdilerde kaygıyla izlediğimiz Küba Devrimi... Kendi tarihimize bakarsak, iki askeri darbenin büyük enkazı, kaybettiklerimiz, kaybetmeye devam ettiklerimiz.

“Tarih Meleği”nin sunduğu manzarayı veri alırsak, yenilgilerin üzerinde durursak melankoli, yeis, depresyon ve sonunda fiziki yada siyasi intihar bizi bekler...

Ama bence bir başka yol daha var. Tüm bu “yenilgileri”, enkazın manzarasını, yüzümüzü geleceğe döndürecek eylemimize entelektüel ve fiziki yakıt sağlayabilecek biçimde de okuyabiliriz. Ancak burada da, yine Banjamin’in notlarında değindiği “Küçük Çirkin Cüce”nin (teoloji) etkisinden kendimizi korumamız, geleceğin bizi bekleyen “bir gün mutlaka” cenneti olduğu inancına kendimizi kaptırmamamız gerekiyor. Aksi takdirde eğer kaptırırsak, geçmişte yaşanan acıları ve kaybedilenlere ilişkin nefretimizi ve kızgınlığımızı unutabilir, kendimizi bir gün mutlaka gelecek olanların mutlu hayallerinin (reformizmin) rehavetine kaptırabiliriz.

“Tarihin Meleği”nin ayaklarının altında biriktirmeye devam ettiği “moloz yığınına” bir başka açıdan da bakabiliriz. Bu bağlamda en azından iki olasılık söz konusu diye düşünüyorum.

Birincisi, Lacan-Zizek üzerinden gelerek “her devrim bir öncekinin tekrarı ama onun yenilgisi üzerinden ilerleyen tekrarıdır” diyebiliriz. Alexis de Tocqueville de (anlığımdan aktarıyorum) Amerika üzerine yazılarında, “demokrasi tarihsel yürüyüşüne devam edecektir, gerekirse kendi yarattığı yıkımın molozlarına basarak,” derken tam da bunu vurgulamıyor muydu? Ya da Zamyatin “nihai sayı yoktur öyleyse nihai devrim de yoktur” derken...
1848 devrimleri yenildi ama, işçi sınıfı ve komünistler bu devrimden çok önemli bir ders aldılar: Proletarya burjuva sınıfından bağımsız bir siyasi çizgi geliştirmeli, kendisi için savaşmalıdır.

1871 Paris Komünü proletaryanın bu dersi yaşama geçirme çabasıydı. Bu çaba proletaryaya, kendi siyasi çizgisini geliştirmeye başlayınca, kendi iktidar organlarını üretme deneyimi şansını verdi. Bu deneyim devrimlerin tarihine “Komün Tipi Devlet” modelini ekledi.

1917 devrimi Paris Komünü’nden, öncelikle proletarya kapitalist devleti kullanamaz, onun yerine kendi devletini koymalıdır dersini çıkardı. Bu ders kendini Sovyet meclislerine verilen önemde, onlara yüklenen işlevde gösterir. İkincisi, 1917 Devrimi, Paris komününden, bağımsız siyasi çizginin gerekliliğine ek olarak, teorik, siyasi düşünceleri berrak ve kararlı bir liderliğin önemine ilişkin bir ders çıkardı. Nihayet 1917 devrimi mücadelenin ve oluşmaya başlayan proletarya iktidarı noktalarının birleştirilmesine, merkezileştirilmesine ilişkin bir ders daha çıkardı. 1917 devriminin başarısının arkasında özgün tarihsel koşullara ek işte bu dersler yatıyordu.

Peki bu gün, bir sonraki devrim açısından, 1917 -1936, ya da 1917-1989 döneminden, 1917 devriminin yenilgisinden, bu kez çok daha kalıcı bir başarıyı gerçekleştirebilmek açısından ne gibi dersler çıkartmak gerekir?

Bu sonuçlara ulaşabilmek için birbirine paralel iki düşünce ekseni izlenebilir diye düşünüyorum. Geriye kalan devrimci deneyimlere baktığımızda, iki büyük devrimci dalga, bunları izleyen iki uzun gericilik dönemi görmek olanaklı. Devrimci dalgalar: 1792- 1871 ve 1917 – 68/73 (bu 1976’ya, Mao’nun ölümüne kadar da uzatılabilir). Bu dalgaların kapitalizmin farklı dönemlerine (sermaye birikim rejimlerine, hegemonya sistemlerine) denk düştüğü ve bu dönemlere uygun mücadele ve örgütlenme biçimlerini (siyasi parti ve devlet biçimi) gündeme getirdiği söylenebilir.

Bu günlerde, 1970’lerin sonunda başlayan gericilik döneminin kapanmakta, yeni bir devrimci dalganın başlamakta olduğunu düşündüren belirtiler giderek artıyor. Bu sırada kapitalizme bakınca geride kalan 25 yılda, yapısal krize ek olarak ama onunla bağlantılı önemli yapısal dönüşümlerin yaşanmakta olduğu da söylenebilir.

Öyleyse, sonuçlara bakarak, moral bozukluğuna, yeise ve melankoliye kapılmak yerine bir taraftan, her yenilgiden sonra proletaryaya ve dünya halklarına uygulanan zulmün, baskıların ve kapitalizmin her gün milyarlarca insana uygulamaya devam ettiği nesnel şiddetin acılarını yeniden anımsar ve öfkemizin ateşini canlandırırken aynı anda bir önceki devrimci dalganın derslerini bir an evvel üretmek gerekmez mi?

İkincisi: Benjamin’in “Çirkin Cücesini” (teolojik düşünce) bir kez tarihsel materyalizmden kovunca, geleceğin belirsiz olduğunu, zaferin garanti olmadığını görmenin yanı sıra, tarihin her an önümüze, beklenmedik yeni olaylar ve olanaklar sunabileceği gerçeğine ulaşabiliriz. Nitekim tarihe böyle bir bakış devrimlerin her zaman hiç beklenmedik anda patlak verdiğini (Bkz: “Olay” kavramı), ama ondan sonra geriye doğru bakınca kaçınılmazlıklarının kolaylıkla kavranabildiğini gösterecektir.

Bir kez “Çirkin Cüce” kovuldu mu, tarihten gelen umutsuzluktan ve geleceğe ilişkin pasif reformist bekleyişten kurtulmak ve gelecek olaylara hazırlanmaya devam etmek, dahası bunları yaratabilecek fırsatları kollamaya başlamak söz konuş olabilecektir. “Gelecek” eğer biz yaparsak gelecektir.

Bunu da geçmişi tekrarlayarak, enkazın parçalarını birleştirmeye, ölüleri canlandırmaya çalışarak yapamayız. Geçmiş devrimlerin yarım bıraktığı görevler, sorduğu ama cevabını bulamadığı sorular ve hatta soramadığı sorular bizi bekliyor... Ama geçmişte açık kalan hesaplara, çekilen acılara olan öfkeyi asla unutmadan...

* Bu yazı, Türkiye Komünist Partisi'nin seçimlerden sonra başlattığı değerlendirme sürecine katkı olarak hazırlanan bir denemenin, kısaltılmış ve "edit edilmiş" versiyonudur. Yazının bu haliyle, içinde geçen "komünist", "komünist parti" kavramları, belli bir partiye değil türe ilişkin -jenerik- olarak kullanılmaktadır. 

Friday, June 03, 2011

Hâlâ adı yok

“Sarıkamış’a gelirken fark etmedik. Her yer kar altındaydı
Ama biz dönerken evladım, karlar erimişti... Yolun iki yanında...
(...?)
Hayır artık konuşmak istemiyorum. Bazı şeyler...”

-I-
“Her lekenin bir rengi olmak zorunda”. Buradakiler ne renktiler?
Durgun sular kırmızıyla kirlendi. Akarsular lanetli yükleriyle gittiler.


-II-
Tüfek, dipçik, halat, zincir, namlu, mermi, kasatura
Bir sabah, hiçbir şey almadan... Belki bir iki bohça
Kırık kapı, kırık cam, yakılan ev... Kuyu, yosun, taş, su
Tozlu yol, taşlı yol, susuz yol -başlarken şaşkınlık, keder...- 
Kayış, üniforma, şalvar poşu, çelik ökçeleriyle çizmeler
-“Deli ... Paşa, seymenleriyle geldi. Elli. Altmış süvari.
Üniformalarını çıkarıp, sonra güneye indiler”-
Yırtık iskarpin, parçalanmış çarık, dağılmış bohça, panik, 
Kamçı, mahmuz. Nagant, Nagant... 
Nagant! Sonra kısa bir sessizlik. Arkasından yine curcuna
Çıplak ayaklar, küçük ayaklar, minik ayaklar, binlerce
Tozlu yol taşlı yol, at nalı, at salyası, insan teri, kan,
Kadın, erkek, çocuk, bebek,  pusuda yaban köpekleri, 
Küllerin renginde, ölüm renginde, bulutsuz... Kuzgunlar...
Yerde çatlayan kafatası, kırılan kol, kaburga, bacak 
Bayrak, paçavra, moloz, su yok, taş, toz, Tanrı çok uzak 
Yol, sonsuz Stiks Nehri- katran rengidir bilirsiniz- gibi akan yol...


-III-
Kasım güneşi Üsküdar’dan kalktı yorgun ayaklarını sürükleyerek 
Sularda, karşıya geçti,  bir an durdu dinlendi, çekip gitmeden önce
Karanlık öyküler yazarak uzayan ölümsüz minarelerin arkasından
Sis kentin üzerine çökerken kimliğini silerek, zorlukla nefes alan ışıklar
Uzanarak parmaklarıyla, unutulmuş bir şeylere dokunmayı başardılar 
Zamanın büyük çabalarla kapatmaya çalıştığı yaranın derinliklerine


Aralıkta dolunayın aynası yalan söylüyordu -yıldız ve bulut yoktu 
-Çığlıklarla devirip, besmeleyle kestiler beyaz boynunu heykelin-
Dağı yansıtıyordu –Bir piramit tersine durmaya çalışıyordu-
Bir geyiğin kristal soluğu gecenin siyah tuvalinde bin parça 
Donmuş çalıların kuytuluklarında çıtırdayarak çürüyen zaman 
Toprak yolda bunları dinleyerek yürüyen adam -yaşı belli değildi-
Başını önüne eğmişti, sadece ayaklarına bakmaya özen gösteriyordu
Yolun  yanındaki hendekleri dolduran kemikleri görmeden geçebilmek için.




Işıklarını kaybetmiş kentlerde “olayın” anlamını arayan kederli mırıltılar
Sarı köpeklerin ağlamalarına eşlik ediyordu eflatun gecesinde bozkırın
Yeşil karınlı sineklerin larvaları çoğalıyordu çürüyen apselerin kıyılarında
Bir çocuk yaşlanmadan öldüğünü görüyordu uzadıkça uzayan rüyalarında
ve bir adamın hendekte beyazlaşan kemiklerine bakmadan geçtiğini…


Bir Kaçkar istavrozuna emanetti pirinç başlıklı karyola. Ayakucunda 
Bir çift asker çizmesine sarılmış oturan siyah saçlı kör kadın
- “Ah! Baba, Baba, Beni buralarda neden böyle bıraktın?”
Yalnızca birini parlatıyordu dantel işlemeli mendiliyle
Ölüler beyaz parmaklarıyla eski bir sessizliği kazıyordu duvarlardan...  


Ocakta bir yıl yeniden başlayacaktı. “Bu kez mutlaka farklı olacaktı”
Diyerek ısrar ediyorduk yine; kronik histeri halimizdi çünkü
Şubatta bir adam yatıyordu yerde yüz üstü. - Gözleri açık değildi-
Ayakkabısındaki deliği konuştular günlerce. O yatmaya devam etti.
Kırmızı bir yılan hâlâ çatlağını arıyordu asfaltın üzerinde kayarken...

Tuesday, May 03, 2011

“Devrim mi, değil mi?” tartışması üzerine düşünceler


(Sendika org, 1 Mart 2011)

Kuzey Afrika’da bir şeyler oluyor. Kitleler sokaklarda, meydanlarda, eşitlik, özgürlük, demokrasi taleleriyle, rejime, devlete karşı isyan halindeler. Tunus’ta ve Mısır’da devlet başkanları bu dalga karşısında tutunamadı. Bu dalga başka ülkelerde de yankılanır ve tekrarlanırken, işçi sınıfının da, bu hareket halindeki “çokluk” içinde “özgün” bir varlık olarak kendini göstermeye başladığı görülüyor. Bir başka deyişle, toplum içinde var olmakla birlikte, bu varlığı asgari, hatta göze görülemeyen bir düzeyde devinirken, işçi sınıfının bu varlığının düzeyi hızla yükselerek hareketin içinde öne çıkmaya başladığı, Mısır’da fark yaratıcı bir düzeye ulaştığı görülüyor.

Bu dalganın nereye, ne kadar gideceği henüz belli değil, ama daha şimdiden çok önemli etkiler yarattığı kesin. Kitlelerin gücünü, işçi sınıfının belirleyici olduğunu anımsadık, on yıllar sonra “devrim” kavramı yeniden, gerçek ve güncel bir olasılığa ilişkin olarak günlük yaşama girdi. Girdi ama aynı anda da sosyalistler arasında “garip” bir tartışma patlak verdi. Elimize bir “nalıncı keseri” alıp, bu kitlesel hareketlerin, işçi sınıfının eylemlerinin, devrim kavramının yeniden güncelleşmesinin yarattığı iklimi kendimize “yontmak” ve yıllardır yerlerde sürünen moralleri ayağa kaldırmak için yararlanmak yerine, adeta eziyet çekerek günahlarından arınacağını düşünen keşişler gibi, yükselen heveslerimizi kırmaya başladık: Devrim mevrim yok... Bunlar devrim değil...

Aslında ne tartışıyoruz?
Ben bu tartışmanın “nesnel” bir durumun tanımlanmasıyla sınırlı olmadığını düşünüyorum (ne diyeyim “günahım boynuma...”).

Bence tartışma bir düzeyde şu sorulara verilen cevaplarla ilgili:
(i) Devrim olabilir mi? Şöyle de sorabiliriz: Tarihin, düzenli, birbirini izleyen zaman birimlerinin, yönü belli gibi görünen akışı, kırılabilir mi? Bu akış kırıldığında, zaman başka bir duruma geçer, zamanda bir çatlak açılır, “sonsuzluk” içeri girer; daha önce görülmeyen olasılıklar ortaya çıkar. Bu çatlak açık kaldığı süre içinde insan eylemi zamanın akışının tahakkümünden kurtularak, zamanın akışının hızını ve yönünü belirleyen bir güce ulaşır. Bu anda, daha önce kendilerini sunmayan olasılıklar ortaya çıkmaya başlayınca da bunların üzerinde, bu olasılıkların kimilerini güçlendirmek, kimilerini de yeniden görünmez kılmak için şiddetli bir siyasi ideolojik çaba (mücadele) patlak verir. Bir keskin ve etkin “nalıncı keserine” sahip olmak, işte bu nedenle büyük öneme sahiptir.

(ii) Devrimi (yeni zamanı) kim yapar? Kitleler mi yoksa kahramanlar (örgütler ve bireyler anlamında) mı? Aslında devrimi ikisi birlikte yaptığından, soruyu yeniden şöyle sorabiliriz sanırım: Devrim olurken kitleler mi kahramanların elinde bir araçtır? Yoksa kahramanlar kitlelerin devrimi yaparken kullanacağı bir araç mı? Birinci durumda, kitleler ne yaparsa yapsın onları kullanacak bir örgüt (lider) yoksa karşımızdaki durumun bir devrim olmadığı sonucuna ulaşmak gerekecektir. İkinci durumda kitlelerin devrimi yapmaya başladığını, ama henüz sürecin sunduğu olasılıklardan tümüyle ve en etkin bir biçimde yaralanmalarına olanak verecek araçtan yoksun olduklarını düşünmek söz konusu olabilecektir. Diğer taraftan, hareket halindeki kitleler hiç bir zaman tümüyle örgütlerden, “kahramanların” etkilerinden yoksun değillerdir. Ancak bunlar, sürekli doğan sınanan, oluş süreçlerini tamamlamadan, yerine yenilerini bırakarak yok olan akışkan şekillenmeler olarak kalırlar, hareket devrimi tamamlamasına olanak verecek aracını yaratana kadar...

Ben devrimlerin olabileceğini, devrimi kitlelerin yapmaya başlayacağını ancak kimi koşullarda onlara gerekli aracın ya bu süreçte yaratılabileceğini yada var olan bir yapının gelişerek, belki mutasyona uğrayarak bu aracın işlevini üstlenebileceği bir düzeye yükselebileceğini düşünüyorum. Rosa Luxemburg gibi ben de “önce hareket vardı” diye düşünüyorum.

Bu soruların yanı sıra, bir başka düzeyde bu tartışmanın arkasında, bir ölçüde Türkiye sosyalist hareketine özgün bir durum da var diye düşünüyorum. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin hafızasını taşıyan, bir çok noktada liderlik konumunda olan bireylerin, bir yaşam (kuşak) içinde iki büyük travma yaşadıkları kolaylıkla söylenebilir: “12 Eylül”, “1989-91”. Ben bu travmaların yarattığı sarsıntıyı henüz aşamadığımızı düşünüyorum.

12 Mart Askeri darbesinde en parlak lider kadrosunu kaybetmekle birlikte, 70’ler boyunca yenilenerek, TKP, Devrimci Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu gibi karmaşık (gelişkin anlamda) ve kitlesel yapılar oluşturabilen (koruyabilen) Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül darbesiyle kesintiye uğradı. Bu kesintinin arkasında, fiziki baskı ve imhanın yanı sıra, postmodernizm kanalıyla, liberalizme kadro kaybetmesi, ideolojik “yenilgi” propagandasıyla hafızasını silmeyi, geleneğini yeni bir kuşağa aktarmasını önlemeyi hedefleyen bir saldırıyla çok olumsuz koşullarda, en yetkin kadroları tutsak olarak, yüzleşmek zorunda kalmış olması yatıyordu.

Sosyalist hareket ikinci travmayı, tam 12 Eylül travmasından kurtulmasına olanak verecek Bahar Eylemleri’nin yarattığı ortamdan, Kuruçeşme Toplantıları yoluyla da, yararlanmaya hazırlanırken, 1989 sonbahar, kış aylarında Doğu Bloku’nun, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına ve Çavuşesku’nun devrilerek öldürülmesine yol açan kitle eylemlerine şahit oldu.
Bugün, Mısır ve Tunus’ta yaşananları devrim olarak nitelemekten çekinen yaklaşımın bu travma ile yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Ama, derdimi anlatabilmek için önce “travma” kavramından ne anladığımı kısaca, ilgi çekeceğini de umarak, açıklamaya çalışmam gerekiyor.

Travma üzerine bir ara not
“Travma, bir durum içinde tehdit edici etkenlerle, bireyin bunların üstesinden gelme beceriler arasında oluşan yaşamsal bir uyumsuzluktan (farktan) kaynaklanıyor.”... “Bu nedenle travmanın etkisini, travmayı yaratan olayla ve onun zamanıyla sınırlamamak; Travmanın etkilerini zaman içinde tamamlanması gereken sosyo-psikolojik bir süreç olarak görmek gerekiyor. Birden fazla travma sürecinin üst üste gelmesiyse, bu sürecin tamamlanmasını daha da zorlaştırıyor.” Travma süreci bireyin, salt travma karşısında oluşan duruma uyum sağlayamamasıyla değil, aslında yanlış bir uyum (maladaptive) geliştirmesiyle ilgilidir”.

“Travma durumunun aşılması, bireyin travma yaratan durumda, travmaya yol açan yaşam deneyimine yeterli bir biçimde tepki gösterebilmesiyle yakından ilgilidir. Bu bağlamda travma yaratan duruma yönelik üç yaklaşım söz konusudur. Birincisi: Birey travma yaratan durumdan kaçarak etkilenmekten kurtulur. İkincisi: Birey bu durumu bir çözüme ulaştırana kadar işler ve süreci tamamlar. Üçüncüsü: Birey travma yaratan olayın bazı yanlarının varlığını inkar eder... Bu, inkar travma deneyimi ile ortaya çıkan sorunu çözüme ulaştırma sürecinin yetersiz bir biçimde ilerlemesine, tamamlanmadan kalmasına yol açar. Birey, travma deneyiminin üzerinden bir süre geçtikten sonraki yaşamında travmayı işleyerek çözebilme sürecine aşırı bir enerji harcar. Bu süreç boyunca travma yaratan olay bireyin aktif anlığında, bugünkü zaman bağlamında, kendini tekrarlayan bir biçimde her seferinde yeniden ele alınır. Bu tekrar kaçınılmazdır ve her seferinde, farklı psikolojik realitelerin oluşmasına neden olur. Bu farklı psikolojik realiteler, bu travmanın yarattığı çıkmazı aşmaya yönelik tasarlanmış algılar içerir. Ancak bu algılar genel olarak ‘öz-yıkıcı’ özelliklere sahiptirler, travmanın yarattığı çıkmazı aşacak bir çözüme ulaşamazlar.”
Normal zamanlarda, bireyin anlamlandırma sistemlerinin/modellerinin, iç dünyasında, kendilerini yeniden üretmeye, dış dünyanın direnciyle karşılaşmadan devam ettiklerini görüyoruz. Travma yaratan olaya baktığımızda, bu yeniden üretim süreçlerinin, dış dünyadan gelen sert bir dirençle kesintiye uğradığını görüyoruz.

“Travma yaratan olay, bireyin anlamlandırma sistemine uymayınca, ortaya birey açısından iki seçenek çıkar. Birincisi: Birey dış dünyayı, kimi özelliklerini inkar ederek, bastırarak, kendi anlamlandırma sistemine /modeline uyduracak biçimde yeniden tanımlar. İkincisi: Birey kendi anlamlandırma sistemini, travma yaratan olaydan gelen direnci işleyerek anlamlandıracak, böylece iç dünya ile dış dünya, realite (toplumsal realite) ile bireysel anlamlandırma modelleri arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırmaya yardımcı olacak biçimde yeniden yapılandıracaktır. Bu sayede birey, travma yaratan süreci çözümleyerek sonuçlandırma şansına kavuşacaktır”.

“Travma yaratan olay bireyin anlamlandırma süreçlerine olumsuz yönde müdahale eder, realiteyle ilişki kurma kapasitesini azaltır, bireyde geçici bir kontrol kaybına yol açar. Bu kontrolü kaybetme, bireyde bir nesneleşme durumuna yol açar. Bu nesneleşme, tehdit edici durumun, travma yaratan bir olaya dönüşmesinin ana nedeni olarak görülebilir.” ... “Metabolize edilemeyen (içerideki modele uydurulamayan) travma olayı zaman içinde sürekli tekrarlandıkça giderek travmadan kaynaklanan kimi saplantıların ortaya çıkmasına da neden olur.”

Kitle eylemi mi? Acaba arkasında kim var?
Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül darbesi karşısında kontrolü kaybetti ve bir travma olayıyla karşı karşıya kaldı. Ancak, Türkiye sosyalist hareketi aslında, bu darbeyi bekliyor olmanın da getirdiği psikolojik avantajlarını da kullanarak, bir taraftan kontrolü kaybetmeyi güçler arasındaki dengesizlikle doğru bir biçimde açıklarken, diğer taraftan güçlerin 1970’ler boyunca bu kadar dengesiz kalmasının nedenleri üzerinde düşünerek, geçmiş değerlendirmeleri yaparak, yapılarını, kadrolarını ve anlamlandırma sistemlerini yeniden kurarak kısa sürede travmayı aşmaya başladı. 1989 yılının baharında başlayan işçi olayları, yazın başlayan birlik toplantıları (Kuruçeşme) sosyalist hareketi bu aşma sürecinin tamamlanmasına doğru, Polonya’daki “Solidarnoş” olgusunun gündeme getirdiği ve anlamlandırma sistemlerini/ modellerini zorlamaya başlayan, az sonra travma yaratacak bir olayın gelmekte olduğunu haber veren, belirtileri görmezden gelerek de olsa, ilerleyişini hızlandırdı. Tam bu noktada sosyalist hareket yeni bir travma yaratan olaylar dizisiyle karşılaştı. Doğu Avrupa’da kitleler, özgürlük, demokrasi gibi taleplerle “Sosyalist” rejimlere, “işçi devletlerine”, “halkın devletine” karşı ayaklanmaya başladılar. Bu rejimler kısa sürede yıkıldı, 1991 yılında da SSCB dağıldı. Dahası bu rejimler şaşılası bir kolaylıkla parlamenter burjuva devletlerine dönüştüler.

Bu gelişmeler, sosyalist hareketin karşısına anlamlandırma sistemlerinin kendini yeniden üretmesine direnen “karanlık, anlaşılmaz bir felaket” koydu ve travmaya yol açan bir durum yarattı. Sosyalist hareket bu travmadan kendini kaçarak kurtaramadı. Kendi anlamlandırma sistemlerini, bu “felaketi” açıklayacak biçimde yeniden yapılandırmaya yönelemedi. Buna karşılık bu “felaketin” kimi yanlarını yadsıyarak, eski anlamlandırma modellerinin yeniden üretimine olanak verecek biçimde bastırmaya, böylece oluşan eksiğin yerine koyacak, örneğin emperyalist komplolara, kimi siyasilerin ihanetine dayanan alternatif senaryolar (destekleyici fanteziler) üretmeye yöneldi. Daha da ilginci, Kuruçeşme Toplantıları’nda bir araya gelenler, bu “felaketi” gündemlerine almamayı, dolayısıyla çözümlemeden bırakmayı da tercih etiler.

Ancak en azından (salt travma anına ilişkin) şu sorular cevapsız kalmaya ve bir hayalet gibi başlarımızın üzerinde dolaşmaya, kabuslarımızı doldurmaya devam ettiler:
Neden bu, işçi ve/veya halk devleti olarak tanımlanan, dolayısıyla bu sınıflar ve kitleler gözünde meşruiyete sahip oldukları iddia edilen rejimler, sahip oldukları muazzam şiddet araçlarına karşılık bu ayaklanmaları bastıramadılar, dahası bastırmaya dahi kalkışamadılar? Neden iradesini temsil ettiklerini iddia ettikleri halk, işçi sınıfı, harekete geçerek “kendi rejimi” olduğu ileri sürülen yapıları korumaya kalkışmadı? Bu rejimler neden bu kitleleri hareket geçirerek “emperyalizm tarafından maniple edilen” azınlığı etkisizleştirerek kendilerini koruyamadılar? Bu rejimler neden bu kadar zayıftı? Bu rejimlerin halkla, çalışanlarla ilişkisinin niteliği neydi?

Bu sorulara tatmin edici, anlamlar sisteminin (sosyalizm) kendini yeniden üretmesine olanak verecek cevaplar verilemediğinden, sosyalist hareket bu travmayı işleyerek çözümleyip aşamadı, dahası, anlamlar sistemi verimliliğini her kaybettiğinde ortaya çıkan çaresizlikle yakından bağlantılı paranoya (ipleri kim çekiyor; adamın arkasındaki adam kim; tüm bunları nasıl da planlamışlar...) halinin zaman zaman sol hareket içinde de başını kaldırmasına zemin hazırladı. Böylece sosyalist hareket içinde kitlelerin kendiliğinden eylemlerine (tarihin maddesinin hareketine) şüpheyle ve korkuyla yaklaşan, bilinçli müdahaleyi, yapısal sınırlılıklarından sıyırılarak, etkisini adeta “kadiri mutlak” düzeyine yükselten, belki de kadroları ne pahasına olursa olsun korumak kaygısından da beslenen, düpedüz idealist duyarlılıklar oluşmaya başladı. Rosa Luxemburg’un “önce hareket vardı” uyarısı adeta unutulmuştu.
Bugün Tunus ve Mısır’daki kitle eylemleri, bu eylemlerin bir önceki dalgalardan, ekmek ayaklanmalarından farklı olarak, özgün taleplerden evrensel taleplere geçmiş, devleti ve rejimi hedef almış, devlet dışında kendi yaşamının düzenlenmesini kendi eline almaya çabalamış, bu anlamda tarihin düzenli, sıradan akışını kırarak, daha önce olmayan olasılıkları gündeme getirmiş olmalarına, getirmekte de ısrar ediyor olmalarına karşın, hala devrimci niteliğini görmezden gelme çabalarının arkasına, bu “unutma” var. Bu “unutma” da kendiliğinden hareketleri, daha önce sesini duyuramayan, “iktidarsız” çokluğun olasılıklar yaratma alanı olarak görmek yerine, güçlülerin provokasyon alanı olarak görme eğiliminin ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor. Bu olasılıkları (devrimci süreci) yadsımakta ısrarlı tutumun arkasında da hala işlenmesi tamamlanmadan kalan, her yeni durumda, bu durumun özelliklerine bürünerek yeniden gündeme gelmeye devam eden bir travma sonrası sürecin olduğuna inanıyorum. Travma yaratan olayın inkar edilen, bastırılan kimi özelliklerinin gündeme alınarak işlenmesi tamamlanmadan da bu travmanın etkilerinden kurtulmamız mümkün olmayacak diye düşünüyorum.

Tuesday, February 15, 2011


Bülent Arınç, sofistler ve sosyalistler -Ergin Yıldızoğlu    
  03 Şubat 2011
Bülent Arınç, "Hayat alkol ve seksten ibaret değildir" dedi medyada büyük tepki çekti. Kimisi "Sanki 'Hayat alkol ve seksten ibarettir diyenler varmış gibi... " diyerek itiraz etti. Bir başkası, "Gücü eline geçirince bu sefer sen başkalarının hayatını yargılarsın, sınırlamaya çalışırsın" sözleriyle aklınca bir ikiyüzlülüğe işaret etti.
Ben sosyalistlerin Bülent Arınç'ın saptamasına katılmaları gerektiğini düşünüyorum. Ama bir adım sonra hemen yollarını ayırmak koşuluyla, hem de 180 derece...
İkiyüzlülüğe gelince, ben başka bir şey, bir madalyonun iki yüzünü düşünüyorum. Madalyonun bir yüzünde şu olgu var: Arınç'ın, geldiği iktidar noktasına, bugün "hayat alkol ve seksten ibaret değildir" saptamasıyla "yaşam tarzı"nı eleştirdiği insanların "yol arkadaşlığıyla" geldi. Bu "yol arkadaşları olmasa" Arınç, bu noktaya gelemezdi.
Madalyonun ikinci yüzünde de, Siyasal İslam'a, bugüne kadar "yol arkadaşlığı" yapmış olanların yakınmaları var. Madalyonun birinci yüzündeki olgu Makyavelist anlamda başarılı bir siyasi taktiktir. İkinci yüzündeki yakınmalarsa tam anlamıyla bir entelektüel iflası temsil ediyor: Çünkü bu yakınmalar eğer, postmodern sofistlerin herkesi kendileri gibi sanma salaklığından kaynaklanmıyorsa, derin tarihsel kökleri, kültürel, siyasi geleneği, geniş toplumsal tabanı olan bir hareketi, dışarıdan yönlendirebileceklerine inanmak gibi bir kendini beğenmişlikten, hatta küstahlıktan kaynaklanıyor.
Bedenler ve "hakikat"ler
Şimdi gelin Arınç'ın sözlerine daha yakından bakalım. "Seks ve alkol" derken Arınç'ın ne kastettiğini tam olarak bildiğimi iddia etmeyeceğim. Ama bu iki şey esas olarak, bir taraftan bedensel hazlara, diğer taraftan, neo-liberal dönemin yücelttiği, "hemen şimdi ve burada" tatmin vaat eden, ama daha tüketilirken, ürettiği kültürel öğelerle, yeni bir tatminsizlik ve yeniden tüketim arzuları yaratan "mükemmel metalara" ilişkin değil mi? "Hemen şimdi ve burada" tatmin edilmesi beklenen hazların simgeleri, geçtiğimiz 30 yılın en önemli pazarlama ve kültürel üretim araçları değil mi? Bu olgu, sermayenin aşırı üretim krizini aşabilmek için insanın yaşam dünyasını, onu "hayvanlaştırma" pahasına tüketme eğiliminin sonucu değil mi?
"Hayvanlaştırma" çok güçlü bir ifade olarak gelebilir. Ancak insanla hayvan arasındaki fark, birinin bedensel gereksinimlerinin harekete geçirdiği dürtülere, "haz ilkesine" göre, Borges'in deyimiyle öleceğini bilmeden yaşaması, öbürünün yaşayabilmek için haz ilkesini kısıtlayarak, tatmini öteleyerek, haz ilkesinin ötesine geçerek, kendisini hayvanlardan ayıran simgeleştirme kapasitesiyle, ürettiği ilkelere göre, ölümlü olduğunu bilerek yaşaması değil mi?
Hayvan yalnızca yaşar. İnsan, yalnızca yaşamaz, ölümlü olma bilgisiyle de ilintili olarak "İyi bir yaşam nasıl olur?" sorusuna verdiği cevaplara uymaya çalışarak yaşar. Diğer bir deyişle insan varoluşa, adalete ve ahlaka ilişkin ilkelere göre yaşamaya çalışır. Zayıf bir hayvan olarak, insan doğada ancak, bencilliğini aşarak, toplumsallaşarak, kendi yaşamını toplumun yaşamı (iş bölümü ve dayanışma) içinde sürdürmeye çalışarak ve burada anlamlandırarak var olabilmiştir. Böyle bir yaşam için gerekli ilkelerin ve ahlakın dayanabileceği evrensel, değişmez (bilgiyi aşan) varsayımlara sahip olması gerekeceği açıktır. Diğer bir deyişle, insan yaşamının temel ilkeleri bir evrensel hakikatler sistemine dayanmak zorundadır.
Yaşamını bir hakikatler sistemine dayandırmadan, bilgisi ve becerisini, egemenlere, onların egemen kalmasına hizmet edecek biçimde sunup, karşılığında hazlarını tatmin edecek şeylere ulaşarak yaşayan entelektüellereyse, Platon'un da vurguladığı gibi Sofist denir. Sofistler, insanın en önemli erdemlerinden biri olan "bilgiyi sevme" ilkesine göre değil, bilgiyi, haz elde etmekte kullanarak yaşarlar.
Sofistlerin dönüşü...
Sofistlerin, kapitalizmin son yapısal krizi döneminde, bu kez kapitalizme ve onun egemen sınıflarına hizmet etmek üzere ortaya postmodernizm ile çıktığını gördük. Çağdaş sofistler "postmodern" dönemlerde yaşadığımızdan hareketle, evrensel hakikatleri yadsıyan, her "hakikati" hizmet ettiği iktidarın "yalanı" olarak değerlendiren bir yaklaşımı ileri sürdüler. "Yalnızca bedenler ve dil (kültürler) vardır" iddiasını dünya halkları postmodern sofistlerden öğrendi. Bedenlere ve kültürlere ilişkin bu sav da geçen 30 yılın hazcı tüketimi körükleme ve hakikatlere sadık özneleri ezerek, bireyleştirme dinamiklerinin taşıyıcısı oldu. Postmodern sofistlerin her fırsatta, ilkeleri için ölümü göze alan, doğru yaşanmış bir yaşam uğruna, yaşamını, en değerli şeyini vermekten kaçınmamış olan devrimci önderleri karalamaya çabalamaları da bundandır. Çünkü tarih boyunca, ilkeleri için ölenlerin yaşamı, bu günün sofistlerinin yaşamının insani özünü kaybetmişliğinin hiç ortadan kalkmayan kanıtıdır.
Arınç'ın sözlerinin bir boyutunu "yalnızca bedenler vardır..." savına itiraz olarak okumak olanaklı. Arınç "bedenler var ama başka şeyler de var" diyor. İkinci boyutu ise bu bedenlere yeni bir disiplin (biyopolitik) uygulama projesiyle ilgili.
Arınç'ın sözlerinin birinci parçasına katılmamak için sofist olmak gerekiyor. Evet "bedenler ve kültürler var", ama tüm bedenleri ve kültürleri etkileyen, beden hangi kültürde yaşıyorsa yaşasın değişmeyen, tüm bedenler ve kültürler için geçerli evrensel "hakikatler" de var! Birey "iyi bir yaşam nasıl olur" sorusuna ancak bu hakikatlere dayanarak bir cevap verebilir.
Arınç'ın sözlerinin ikinci boyutuna gelince, sosyalistlerin yolu, Arınç'tan 180 derece ayrılıyor. Çünkü, beden disiplini (biopolitik), bir emek disiplin rejimidir ve özgürlüklerin karşıtıdır; bu disiplin, her zaman, olguların, içinde anlamlarını kazanacağı bir anlamlar sistemini sunan bir "hakikat rejimine" dayanır. Bu hakikat rejimi toplumun inançlarını, değerlerini ve geleneklerini yaratır, yeniden üretir, bu üretimi ve üretilenlerin dağılım ve imleme yordamlarını (prosedürlerini) düzenler, konuşulabileceklerin sınırını çizer, konuşulamayacakları da bu sınırın dışında bırakır.
Sosyalistlerin yolu, Arınç'la işte bu bağlamda ayrılır, hem de 180 derece. Arınç'ın "seks ve alkolden başka şeyler de var" itirazı ve önerdiği biyopolitik, belli bir "hakikat rejimine" dayanıyor. Sosyalistler bu hakikat rejimini benimseyemezler.
Her "hakikat" verili bilgi sisteminde delik açan bir "olay"dan kaynaklanır. Arınç'ın "hakikat rejimi", "vahiy" "olay"ından kaynaklanıyor. Arınç bu hakikatin bireyi, çünkü sadakati bu olayın hakikatine ait. Bu sadakatin mantıksal sonucu olarak da Arınç, toplumun bu hakikati, bir evrensel hakikat olarak benimsemesini istiyor. Arınç'ın bu hakikatin gerektirdiklerini nereye kadar yerine getirip getirmediği bizi ilgilendirmiyor, ama kendi hakikatini evrenselleştirme çabasının erdemli bir tutum olduğunu da kabul etmek durumundayız!
Sosyalistlerin sadakatiyse, özgürlük kavramının, sosyalizm düşüncesinin doğuşuna olanak veren "Aydınlanma olayı"nadır. Onlar da bu hakikatin, bir evrensel hakikat olarak toplumun geri kalanı tarafından benimsenmesi için çalışırlar.
İki "hakikat rejimi"
Bu iki hakikati kabaca ve kısaca belki söyle karşılaştırabiliriz: Arınç'ın "hakikati", insan aklının eksikliğine inanıyor, bu yüzden, "iyi bir yaşam" için, insan yaşam dünyasının dışındaki ilahi bir aklın "gönderdiği" düzenleyici ilkelere uymak gerektiğini söylüyor. Aydınlanma'nın "hakikati", insan aklının ve bu aklın aydınlattığı kolektif eylemin insan yaşamını düzenlemeye yeterli olduğunu söylüyor. Arınç'ın "hakikati" inan, sorgulama itaat et, diyor. Aydınlanma'nın "hakikati" her şeyin önce sorgulanacağını, ancak aklın eleştirisinden geçtikten sonra benimsenebileceğine "inanmayı" gerektiriyor. Arınç'ın hakikati insanın kurtulabilmesi için ölmesi gerektiğini, Aydınlanma'nın hakikati, insanın yaşamı içinde kurtulabileceğini söylüyor. Arınç'ın "hakikati", "hakkın" iradesini temsil edenlerin egemenliğine inanmayı, sosyalistlerin hakikati "halkın" iradesinin egemenliğine inanmayı gerektiriyor. Arınç'ın hakikati, "hakkın" iradesinin sorgulanamayacağını, sosyalistlerin "hakikati" halkın iradesinin de eleştirel aklın pratiğiyle sorgulanabileceğini söylüyor.
Sosyalistler "halkın iradesi"ni eleştirel aklın ameliyat masasına yatırınca, sınıfları, sınıflar arasındaki ekonomik siyasi ilişkileri ve çelişkileri görüyor, konuşmaya başlıyor, elde ettikleri sonuçları, "iyi bir yaşam nasıl olur" sorusuna göre değerlendiriyorlar. Bu değerlendirme onları özel mülkiyetin özelliklerini, devletin niteliğini, adaletin ilkelerini sorgulamaya götürüyor. Sosyalistler, buradan bir başka dünyanın yaratılabileceği ve yaratılması gerektiği soncuna ulaşıyorlar. Bir adım sonra da karşılarına emekçilerin tarihsel eylemi ve yaratıcılığı, "dünya" yıkma ve kurma geleneği deneyimlerinin birikimi, bu birikimlerin bilimsel (maddenin hareket yasalarına uygun bir nedensellik ilişkileri içinde) yöntemlerle çözümlenmesi geliyor. Bu da onları belli siyasi tercihlere, esas olarak "Komünist hipoteze" götürüyor: Sömürüye, baskıya, topluma yabancılaşmış bir şiddet aracı ve kurumu olarak devletin varlığına dayanmayan, insanların, hiçbir cins, cinsel tercih, ırk, etnik ayrımcılığına izin vermeden eşit ve özgürce, birlikte yaşayabileceği bir dünya kurulabilir! Onların bu inancı Aydınlanma Olayı'nın yarattığı "hakikat" rejimine dayanır. Bu inanç bir kanıtlanabilirlik (bunun olanaklı olduğunu kabul etmekle birlikte) ön koşuluna bağlı değildir. Bu inanç bir gerçekleşebilirlik güvencesi de gerektirmez, ama gerçekleştirmek için mücadele etmeyi gerektirir.
Arınç'ın inancı da kanıtlanabilirlik ön koşulunu gerektirmez. Ama onun inancının hakikat rejimi, sosyalistlerin "halkın iradesini" eleştirel aklın ameliyat masasına yatırarak başladığı sürecin içinde, onlara yardımcı olan, bu eleştiriyi konuşabilmelerine olanak veren soruları ve kavramları dışlar, başka bir dünya olasılığını yadsır, böylece, bugünün baskı sömürü, eşitsizlik koşullarını, ekonomik sistemini değiştirilemez kılarak ebedileştirir.
Evet Arınç'ın "Hayat alkol ve seksten ibaret değildir" saptamasına sosyalistler de katılabilirler, ama bu sosyalistlerine onunkiyle taban tabana zıt ve uzlaşmaz, bir siyasi duruşu benimsemelerini engellemez. Zizek'in Arap dünyasındaki son ayaklanmaları değerlendirirken yaptığı "Gerçek uzun dönemli çelişki tam da İslamcılar ile sol arasında değil mi? Rejime karşı bir an için birleşmiş olsalar bile zafere yaklaştıklarında bu birliktelik parçalanır, ve genellikle ortak düşmanlarına karşı verdikleri mücadeleden çok daha ölümcül bir kavgaya dönüşür." (BirGün, 02/02/2011) saptaması tam da bu gerçeğe işaret etmiyor mu?
Diğer taraftan, Arınç'ın alkol ve seks ile ilgili saptamasına özgürlük adına şiddetle karşı çıkanlar, dönüp dolaşıp, bu düzenin kalıcılığı konusunda Arınç'la aynı siyasi çizgide ve Aydınlanma düşmanlığı kültüründe buluşmuyorlar mı?