Monday, August 16, 2010

Sosyal Demokrasi’den sadaka toplumuna

Geçen hafta Wall Street Journal’ın aktardığına göre Amerika’nın en zenginlerinden, 40 milyarder, ölene kadar, yada öldükten sonra servetlerinin yarısını hayır kurumlarına bağışlamaya karar vermişler. Aralarında Bill Gates, Warren Buffet, Barron Hilton, Ted Turner, Larry Ellison, Michael Bloomberg’ün bulunan milyarderler grubu, spekülatörlerin (pardon mali piyasaların diyecektim) duayeni Warren Buffet’ın önderliğinde bir araya gelip, bağlayıcı olmayan bir niyet belgesi imzalamışlar. Buffet ve Gates, birlikte Çin’deki ve Hindistan’daki milyarderlere de başvurarak projelerine katılmalarını isteyeceklermiş. Bu projeye katılanlar, bundan böyle zaman zaman akşam yemeklerinde bir araya gelip, bu projeyi geliştirmenin yollarını da birlikte tartışacaklarmış.

Bu ilk anda insanın içini ısıtmaya aday (“Ah! Bak onlarında kalbi var” filan…) haber, aslında kapitalizm altında yaşanan toplumsal çürümenin hangi müstehcen boyutlara ulaştığını gösteren çok güzel bir örnek oluşturuyor.

Hayır severlik değil hırsızlık…

Bill Gates’in serveti, bilindiği kadarıyla 53 milyar dolar. Buffet, Ellison, Blloomberg’in servetleri sırasıyla 47, 28, 18 milyar dolar. Toplam 40-80 milyarder düşündüğümüzde, yüzlerce milyar dolar bir servet çıkıyor karşımıza.

Olacak iş değil ama diyelim ki bu insanlar servetlerinin yarısını gerçekten hayır işlerine ayırdılar, Amerika’da hayır işlerine yapılan bağışların %65’i vergiden muaf tutulduğuna göre, yüzlerce milyar doların yarısından fazlasının vergi havuzuna girmesi engellenmiş olacak.

Böylece milyarderler, vergi yoluyla devlete transfer ettikleri ve toplumsal harcamalara gitme olasılığı olan büyük bir mali kaynağın denetimini, seçilmiş (artık boku çıkmış olan bu seçim süreçlerine pek bir anlam atfettiğimizden değil ama) siyasetçilerin denetimine terk etmek, kamusal alana transfer etmek yerine ellerinde tutmuş olacaklar. Böylece bu serveti hayır işlerine harcama kapasitelerine bağlı olarak, muazzam ekonomik güçlerine, hatta hükümetleri etkileme kapasitelerine ek olarak, toplumsal, hatta siyasi bir prestij, güç kazanmaya başlamış olacaklar. Tabi bu arada ekonomik etkinliklerine, sermaye ilişkisine devam ettiklerinden, servet biriktirmeye, hatta bu hayırseverlik imajı sayesinde ek olanaklar da elde ederek, devam edecekler.

Bu kepazeliğin çok önemli bir boyutu daha var. Vergi kavramına kısaca bakarsak bu kepazeliği görebiliriz.

Toplumda zengin insanlar, gerektiğinde, sağlık hizmetinden, eğitime kadar kendi gereksinimlerini, kendi kaynaklarından sağlayabiliyorlar. Bu yüzden kapitalizm gelişirken bu kesim, toplumun geri kalanının bu konularda nelere yaptığıyla ilgilenmediler. Feodal toplumun sadaka ve dilencilik kurumlarının alışkanlıklarıyla bu alan, zenginlerin bireylerin vicdanına hayır ve yardım cemiyetlerine, dini kuruluşların hamiyetine bırakılmıştı.

Halbuki, bir tarafta, piramidin tepesinde servet birikirken, diğer taraftan toplumun geri kalanında, yoksulların (işçiler, emekçiler, küçük esnaf, köylü vb…) sayıları giderek artıyordu. Toplumun büyük çoğunluğu sağlık, eğitim, konut, ulaşım hatta asgari beslenme gibi alanlarda gereksinimlerini tek başlarına, bireysel kaynaklarla sağlayacak, mali olanaklardan yoksundu.

Bu yoksulluk bir taraftan kapitalizmin gereksinimi olan emek arzının istikrarlı bir biçimde tedarikini, asgari talebin sağlanabilmesinin koşullarını olumsuz etkilemeye başlarken, alt sınıfların, gerek suç yoluyla, gerekse de toplumsal isyan yoluyla itiraz etmeye başlamasına yol açıyordu. Böylece 19. Yüzyılın başında o zaman “Toplumsal Sorun” olarak adlandırılan olayla karşılaşıyoruz.

Toplumsal sorunun iki boyutu, kapitalizme ve liberal demokrasiye muhalefet dinamikleri ve emekçi sınıfların, yeniden üretimini, emek piyasasının istikrarını tehdit eden yaşam koşulları birleşerek “sosyal reform” kavramını üretti ve sınıf eksenli siyasetin başlamasına yol açtı.

Kapitalist sınıf özellikle İngiltere’de ve Chartist hareket’in ve 1848 devrimlerinin yarattığı korkunun da etkisiyle, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye, emekçileri seçim sürecine katmaya ilişkin reformları gündeme getirmeye başladı. Böylece kapitalist devlet, emek piyasasını düzenlemeyi ve toplumsal çelişkileri yönetmeyi üstlenmeye başlıyordu. Hayır kurumlarının, sadaka düzeninin işlevini, devletin vergi gelirlerine dayalı sosyal harcamaları almaya başlıyordu. İkinci Dünya savaşından sonra, sosyalist/komünist hareketin gücüne de bağlı olarak, gelişen “refah devleti”, sadaka toplumu anlayışına toptan son verecekti.

Kapitalist devlet 1980’lere kadar bu sorunsalın içinde kaldı. Kapitalist sınıf, 1980’lerden başlayarak öncelikle ABD ve İngiltere’de “Piyasa devleti” kavramıyla sosyal reform öncesi dönemin sorunlsalına geri dönmeye başladı. Ben bu yüzden 1980’lerde başlayan sürecin, Aydınlanma karşıtı kültürel yankılarıyla birlikte “Restorasyon” olarak nitelenmesinden yanayım.

Liberal demokrasinin çalışanlar açısından yetersiz kaldığına ilişkin saptamaları, giderek kapitalizme yönelik eleştirilerle birleştirerek kapitalizmin ufkunun ötesine, bakmaya başlayan, “Komünist Hipotezi” yeniden canlandıran bir hareket 19. Yüzyılın 2. yarısında Sosyal Demokrasi adıyla şekillendi: Liberal Demokrasiye karşı Sosyal Semokrasi

Sosyal demokrasinin II. Dünya Savaşı ertesinde Bad Godesberg konferansıyla birlikte “Komünist Hipotezi” terk ederek bir reform partisinden, bir düzenleme partisine dönüştüğünü gördük. Ama bu başka bir yazının konusu…

Burada kısaca vurgulamak istediğim 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “Toplumsal Sorun” kavramı giderek gündemden çıktı, sosyal reform, sınıf mücadelesi, ya da uzlaşması kavramları siyasi ontolojinin merkezine oturdu. Sadaka ve hayır cemiyeti geleneği de, bir toplumsal düzenleme ve meşrulaştırma aracı olarak tarihin çöplüğüne atıldı.

Şimdi “vergi” konusuna dönersek, Restorasyon öncesi dönemde egemen mantık, bu bölüme başlarken değindiğim sorun etrafında şekilleniyordu.

Zenginler, sağlık, eğitim, konut, ulaşım gibi sorunları bireysel düzeyde, kendi olanaklarıyla çözebilirler. Bu sorunları kişisel olanaklarıyla çözme kapasitesine sahip olmayan geniş halk kitleri, emekçiler ise, vergiler yoluyla kaynaklarını birleştirir, bir fon oluşturur, seçtikleri hükümetlerden bu fonu, zenginlerden alınacak (Sosyal reform ve uzlaşmanın gereği) vergilerle de besleyerek, toplumsal gereksinimleri karşılamasını isterler.

Restorasyon bu fona giden vergileri büyük ölçüde ve giderek artan oranlarda keserek sermaye sınıfının kriz yönetim süreçlerine aktardı. Şimdi kimi büyük zenginler, yardım kurumlarına para aktarma adına, toplumsal fona vergi olarak gitmesi gereken kaynakları, yeniden kendi denetimleri altına alıyor, böylece toplumsal fondan kaynak kaçırmış, çalmış oluyorlar. Böylece Restorasyon 1867 Benjamin Disraili reformlarının bile öncesine dönmeye başlıyor. Böylece, egemen ideolji (simgesel sistem) yoksulları emekçi, potansiyel iş gücü, hatta dikkate alınması gereken siyasi grup, toplumsal dinamik olarak anlamlandırmak eğiliminden vazgeçmeye başlıyor. Şimdi yoksullar yeniden, nüfus fazlası, “toplumsal atık” olarak tanımlanıyor, zenginlerin insafına terk ediliyor dilenci konumuna indirgeniyor.

Toplumsal sorunun geri dönüşü

Restorasyon’un emekçi sınıfların yaşam koşulları, örgütlenme olanakları, yasal hakları ve sınıf bilinçleri üzerinde yarattığı tahribat, mutlak ve göreli yoksulluğun gezegenin hemen her noktasında hızla artmasına yol açtı. Emekçiler halk toplulukları bu basınca yerel ve küresel düzeyde cevap vermeye başladılar. Bu bağlamda, MAI karşıtı muhalefeti, Küreselleşme karşı gösterileri, Porto Allegre olayı’nı düşünebiliriz. Latin Amerika’da 1990’larda şekillenen yeni emekçi hareketlerini ve yeni popülizmi de…

Refah devleti, ve toplumsal yardım fonları tasfiye edilir, kaynaklar sermayeye aktarılırken, 1990’larda Sivil Toplum Örgütleri’nin, yeni şekillenmeye başlayan sadaka toplumunun ilk kurumları olarak karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Aynı dönemde, büyük ölçüde sadaka kültürüne dayanan Siyasal İslam’ın da Müslüman Kardeşler örneğinde gördüğümüz gibi, devletin çekildiği alanlarda derinleşen yoksulluk ve sefalet üzerinden toplum içinde hızla yayılmaya ve güçlenmeye başladığını görüyoruz.

Hardt ve Negri’nin İmparatorluk başlıklı çalışmalarında dikkat çektikleri gibi (bu çalışmanın temel yaklaşımına ilişkin eleştirilerim saklı kalmak koşuluyla), Sivil Toplum Örgütleri, küresel kapitalizmin (İmparatorluk’un- H&N) meşrulaştırılmasında, aynen geçmişte, Orta Çağlar’da imparatorlukları meşrulaştıran sadaka/dilencilik kurumları gibi işlediler. Konuya ilişkin çeşitli çalışmalardan da yararlanarak şu gözlemlerin yapılabileceğini düşünüyorum.

STÖ’ler neoliberalizmin parçaladığı sosyal dayanışma ağlarının sancılarını hafifletecek, ama genelde sistemi meşrulaştıran bir seçenek sundular. STÖ’ler refah devleti, toplumsal kontrat, devletin sosyal sorumlukları gibi konularda egemen ideolojinin ve ahlakın çürümesine katkıda bulundular. STÖ’ler yüksek ücretli işler üreterek, orta sınıf entelektüellerini kendilerin çekerek, onların geleneksel muhalefet kapasitelerini kırdılar; ayrıca varsıl bir orta sınıf oluştururken, “duygulanımsal emek” (affective labour) üzerinde şekillenmeye başlayan yeni sınıfa yönelik pasifikasyon sürecinin bir parçası oldular. STÖ’ler yerel ve ulusal düzeyde katılıma katkıda bulunan Demokratik Kitle Örgütleri’nin yerine geçtiler, demokratik (seçme, seçilme, hak ve sorumluluk) dinamiğe dayanmayan yapılarıyla, yerel katılımın, öz yönetim çabalarının önüne yeni engeller koydular. ST’ler kaynak elde etmek içi varsıl sınıflara, Çok Uluslu Şirketlere, AB fonları gibi emperyal (mekan düzenlemeye-yönetmeye yönelik) kaynaklara başvurduklarından, her zaman bunların yörüngesinde kaldılar; kapitalist sınıfın küresel yönetim sisteminin parçası olarak işlediler.

STÖ’ler hizmetlerini ve mali kaynaklarını “halkın, seçmenin hakları, denetimi” sorunsalı içinde değil fon sağlayan kurumlara sundukları projeler bağlamında, sadaka, hayır kurumu sorunsalı içinde dağıttılar, dağıtmaya da devam ediyorlar.

Özetle bu kez “toplumsal sorun” geri döndüğünde, Restorasyon’un siyasi ve ideolojik ikliminde, egemen sınıfları soruna sosyal reform refleksiyle değil, emekçi sınıfları güçsüzleştiren, pasifleştiren ve sessizleştiren, sadaka - dilencilik sorunsalı içinde cevap vermeyi seçtiler.

Kimi milyarderlerin servetlerinin bir kısmını hayır işinde kullanmaya karar vermeleri, bu kararı bir medya olayına dönüştürerek “güler yüzlü”, “vicdanlı” kapitalistler imajına yatırım yapmaya başlamaları, bu yukarda işaret ettiğim çürümenin ürünü. Batı kapitalizmi, 19 yüzyılda, krizlere rağmen refah yaratabiliyor, Cecile Rhodes’in “Devrim istemiyorsanız emperyalizmi kabul edeceksiniz” sözlerinde ifade ettiği gibi sömürgeleri talan ederek kendi halkına toplumsal hizmetler sunabiliyordu. Şimdi ne üretici güçleri geliştirebiliyor ne de bölüşülebilecek bir refah yaratabiliyor. Bu yüzden, iyice parazitleşen ve gericileşen egemen sınıf tek çare olarak sadaka toplumuna geri dönmeye çalışıyor. Bu zenginler böylece sadaka toplumunun dinamiklerine uygun olarak, kimlerin, hangi sorunların, hangi Sivil Toplum Örgütleri’nin destekleneceğine kendileri karar vermek, böylece yeni iktidar alanları oluşturmak istiyorlar. Düzenli toplantı yapma niyetlerini de bir kurumlaşma çabası, kapitalizmin yeni bir oligarşik sınıf örgütü, komplo merkezi kazanması olarak yorumlayabiliriz.

Kosova üzerinden çeşitlemeler, ya da teorinin sefaleti

Ahmet Altan bir yazısında, Kosova’nın bağımsızlığının tanınması üzerinden “Ulus devletin dokunulmazlığı bitiyor. Bölünebilecekleri hukuksal olarak Kabul görüyor” soncuna ulaştı. Oktay Ekşi, Altan’ın yazısını “sıra Türkiye’deki ulus devletin bölünmesine geldi demek istiyor” sözleriyle, yorumladı. Altan çok garip bir tepkiyle, Ekşi’nin yorumunun yanlış olduğunu göstermek yerine, kendi yaklaşımının arkasındaki “teorik” perspektifi vurgulamakla yetindi, Ekşiyi de, “gariban mı, alçak mı, ya da gariban bir alçak mı” sözleriyle okuyucuya havale etti.

Bu sertlik niye?

Gerçekten de, Altan “sıra Türkiye’ye geliyor” demiyor, ama yazısında kurulan mantıksal denklem, Ekşi’nin yorumuna kolaylıkla yol açacak niteliktedir. Birinci neden, bağlama ilişkin: Altan, Türkiye’de “bölünme”, “ayrı yaşama”, “özerklik ilan etme” tartışmalarının içinde yazıyor; “Ben bu bağlamın farkında değilim, ya da dışında yazıyorum” deme şansına sahip değil. İkincisiyse mantıksal: (a) Ulus devletlerin bölünebilecekleri hukuksal olarak kabul görüyor. (b) Türkiye bir ulus devlettir. (c) Öyleyse, (Altan karşı olabilir -ya da olmayabilir- ben de istemem ama…) Türkiye bir gün bölünebilir. Bu bölünme uluslararası bir kurum tarafından hukuka uygun bulunabilir ve buna da Lahey adalet divanının Kosova kararı emsal gösterilebilir.

Burada “uluslararası” kavramının içeriği, “hukuk” denen şeyin aslında ne olduğu tartışması saklı kalmak koşuluyla, Altan, haklı olarak “ ama somut koşullar…” diye itiraz edebilir. Gerçekten de, bölünmeye ilişkin kararı kabul etmek ya da etmemek, tümüyle güç dengelerine bağlı bir durum olacaktır. Ancak, Altan, karşımıza koyduğu mantık denklemin anlamını yadsıyamaz. Bu kadar sinirlenerek, “gariban, alçak” gibi kavramlarla tepki göstermesinin arkasındaki olası etkenleri ise ayrıca düşünmek gerekir.

Saçmalıkları gizlemek için mi?

Altan’a göre ulus devlet sanayi dönemindeki toplumsal örgütlenme biçimidir. Feodalizmden kapitalizme geçerken burjuva sınıfının, hem bir ekonomik pazarı korumak arzusunun, hem de halkı monarşiye karşı birleştirmesinin ürünüydü. Ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşması ulus devletin oluşumunu hızlandırdı… Bu gün ise kapitalist dönemden, sanayi sonrası döneme geçiyoruz. Burjuvazinin yerini yaratıcı bireyler alıyor… Para değil, buluş çağı, ulus ölçeğinde değil küresel düzeyde, insan odaklı yeni bir çağ geliyor… Bunun ilk sinyali “ulus üstü” bir örgütlenme olan Avrupa Birliği tarafından verildi… Ulus devlet bir yandan Kosova gibi küçülerek… Diğer yandan AB gibi genişleyerek iki uçtan birden yok oluşa gidiyor.

Altan’dan aktardığım, bu teorik açılımın çok ciddi sorunları var. Bu sorunlara geçmeden önce, Altan’ın bu yaklaşımının arkasında Alvin Toffler’in “üçüncü dalga” teorisinin yattığını, bu kişinin de son yıllarda yeni silah teknolojileri bağlamında Pentagon’a danışmanlık yaptığını, görüşlerinin, ABD muhafazakar partinin aşırı sağ kanadından Newt Gingrich tarafından sık sık övülmüş olduğunu not etmek istiyorum.

Şimdi, Altan’ın teorik açılımının sorunlarına, daha doğrusu içerdiği saçmalıklara geçebiliriz. Birincisi, kapitalist dönemden, sanayi sonrası döneme geçiyoruz ifadesi, teorik olarak anlamsızdır. Kapitalizm bir üretim tarzıdır, sanayiyse, üretim araçlarının örgütlenmesine ilişkin bir kavram (mülkiyet ilişkilerini içermez). Diğer bir değişle, Kapitalizm ve sanayi farklı düzlemlere ait kavramlardır. Bu yüzden önermeye, kapitalizmle, başlayıp, “sanayi sonrası dönem” ile devam etmek meşru bir kavramlaştırma olamaz. Kapitalizm bir üretim tarzı olduğundan, onun yerini almakta olan “şeyi” de üretim tarzı kavramı yoluyla tanımlamak gerekir.

Diğer taraftan, teorik olarak, “sanayi ötesine” geçerek kapitalizm, içinde kalınabilir. Örneğin, ekonomide, istihdam içinde sanayi üretiminin payı çök düşmüş, finansallaşarak parazitleşmiş, yazılım sistemleri, bilgi işlem teknolojileri üzerinde tekele oluşturmuş bir kapitalist ülke düşünebiliriz. Buna karşılık, sanayi döneminde kalarak, üretim araçlarının mülkiyetini ve üretimin örgütlenmesinin biçimini değiştirerek kapitalizmden çıkılabilir.

İkincisi, “Burjuvazinin yerini yaratıcı bireyler alıyor… Para değil, buluş çağı” saptamaları da anlamsızdır. “Burjuvazi” kavramı, mülkiyet, kültür, siyasi iktidar biçimleriyle bir sınıfı tanımlar. Sınıfın yerine “birey” geçiyorsa, (a) burjuva sınıfı (tabii işçi sınıfı da) ortadan kalkıyor, sınıfsız topluma geçiliyor, (b) Mülkiyet, siyasi iktidar ve kültürel biçimler değişiyor demektir. Böyle büyük bir iddiayı ileri sürebilmek için, bu gün, ya hayal dünyasında yaşıyor, yada açıkça yalan söylüyor olmak gerekir.

Diğer taraftan, burjuva birey tarih sahnesine son derecede yaratıcı, dönüştürücü bir unsur olarak çıkmıştır (BKZ Komünist Manifesto). Sorun yaratıcılıktan değil, bu yaratıcı enerjinin, doğal çevreye rağmen üretim, ne pahasına olursa olsun sermaye birikimi, silah üretimi gibi yıkıcı alanlara yönelmeye başlamış olmasından, sömürü ve yabancılaşma kısır döngüsü üzerinde işlemesinden kaynaklanıyor.

Sanırım, Altan’ın konuşmak istediği, ama belli ki teorik birikimi yetmediği için birbirine karıştırdığı konu, Fordist sermaye birikim rejiminin kriziyle başlayan süreçte gündeme gelen yeni “sınıf şekillenmeleri” ve bunların maddi zeminini oluşturan “gayri maddi” emek, “duygulanımsal” emek olarak tanımlanan çalışma biçimleriyle ilgilidir. Ama bu başka bir konu…

“Para değil buluş çağı” ifadesiyse, her buluşun maddileşmek için paraya gereksinimi olmasından öte, her buluşun günümüzde toplumsallaşabilmek için alınıp satılan metaya, bir sermaye birikim aracına dönüşmek zorunda olduğunu görmeyen garip bir saptamadır.

Ulus devletin çeşitli halleri

Altan yazısında, ulus devletinin tarihine burjuvazinin ortaya çıkış anından başlıyor. Sonra birden büyük bir sıçramayla, kendi deyimiyle, burjuvazinin yerini yaratıcı bireylere bırakmaya başladığı bir döneme, bu güne sıçrıyor. Bu yaklaşık 200 yüz yıllık sıçrama sayesinde Altan, ulus devletin, disiplin ve cezalandırma, savaş ve emperyalizm gibi en önemli özelliklerini atlama şansı yakalıyor. Hatta kapitalizmin taa başından, ulus ölçeğin sığmayan, sınır tanımayan, her konan engeli aşmak için türlü yöntemler geliştiren (BKZ: Komünist Manifesto), “küresel” bir üretim tarzı olduğunu da gizleyebiliyor, Böylece, küreselleşme söylemine binerek, neoliberal restorasyonu, kapitalizmin, adeta kapitalizme son verecek yeni bir çağı gibi paketleyerek satmak mümkün olabiliyor.

Bu sıçramanın üzerinden atladığı konular gündeme alınmayınca da, “Ulus devlet giderken, “disiplin ve cezalandırma” işlevini kim üstleniyor?”, “sermaye, emeği nasıl disiplin altına alacak?” soruları da sorulamıyor; savaş, sömürgeleştirme ve emperyalizm kavramlarının ulus ve ulusçuluk kavramlarına eklediği çok önemli nüanslar konuşulamıyor.

Diğer taraftan, ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşması ulus devletin oluşumunu hızlandırdığı doğrudur. Ama ulus devletlerin yok olmakta olduğu doğru değildir. Aksine. 1991’den bu yana, çok-etnik gruplu devletlerin bölünerek,10’dan fazla, etnik ve kültürel olarak homojen yeni ulus devlet doğurduğunu gördük. Bir gün Kürtler ayrılır bir devlet kurarlarsa, bu da etnik açıdan homojen, bir ulus devlet olmayacak mı?

1991 sonrası kurulan kimi ulus devletler:

Ülke

Etnik bileşim / Konuştuğu dil

Azebaycan

%90 Azeri / Azerice

Ermenistan

%97 Ermeni / Ermenice

Estonya

% 69 Estonyalı, %25 Rus / Estonyaca

Hırvatistan

%88 Hırvat/ Hırvatça

Kırgızistan

%70 Kırgız , %14 Uzbek, %9 Rus/ Kırgız resmi, Rusça 2.

Latvia

%60 Latvian, %25 Rus, / Latvian

Sırbistan

%83 Sırp / Sırpça

Slovakia

%86 Slovak / Slovakça

Slovenya

%40 Sloven / Slovence

Özbekistan

%70 Özbek / Özbekçe, Rusça 2.

Bunların bir kısmının AB’ye katılmasıysa onların “ulus devlet” olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü ulus devlet, bağımlılık, özellikle kapitalist emperyalist (işgale gerek kalmadan) bağımlılık ilişkilerini dışlamıyor. Bu bağlamda, Kosova bağımsızlığını ilan etti, ama halen üç farklı idari yapı tarafından, onlarca sivil toplum örgütü aracılığıyla yönetiliyor; fiilen işgal altında…

AB’nin “ulus üstü” olduğu savına gelince, son krizin gösterdiği gibi, “bu ulus üstü-yapı” karşımıza iç hegemonya denklemini çözebildiği taktirde, yaşama şansına sahip, esasen Almanya ve Fransa gibi iki büyük devletin yönlendirdiği bir ulus devletler hiyerarşisi olarak çıkıyor…

Altan’ın yazdıklarıyla, bir entelektüelin, kulaktan dolma da olsa edindiği bilgileri, “zamanın ruhunun” hizmetine vermesinin, oldukça kaba (vülger) bir örneğini oluşturuyor. Halbuki entelektüel namus, her zaman “zamanın ruhunun” karşısında eleştirel bir tutum almayı, “neden böyle de başka türlü değil” sorusunu her zaman gündemde tutmayı gerektirir.