Friday, December 11, 2009

ABD'li bilim adamı Robert Lanza yayınladığı bir hipotez ile ölümün aslında var olmadığını iddia etti (Milliyet, 11/12/2009)

“Doğadan enerjinin asla ölmediği veya yok edilemediği gerçeğinden yola çıkan Lanza, bu enerjinin bizi biz yapan en önemli öğe olduğunu ve bedenin ölümünden sonra varlığını sürdürdüğünü iddia ediyor.”

------------
Bilgisayarım kapandığında, RAM’daki enerji nerede yaşamaya gidiyor dersiniz? Ya da hurdaya atılan bilgisayarların “bios”ları hangi “evrene” göç ediyorlar acaba?

Thursday, December 03, 2009

Empire of Illusion (Yanılsama Imparatorluğu)[1]
(Chris Hedges, Nation Books, 2009. 230sf.)

Plützer ödüllü, eski savaş muhabiri, gazeteci kültür eleştirmeni Chris Hedges’in savı ilk anda çok basit: Guy Debord’a bir göndermeyle, Okur Yazarlığın sonu ve Gösterinin zaferi alt başlığına uygun olarak kitap, Amerika’da popüler kültürün medyanın, bunları denetleyen korporasyonların elinde dejenere olduğunu savunuyor. Hedges, kitap boyunca, okuma yazma oranının giderek gerilediğini, insanların görsel medyanın ünlüler kültünün etkisi altında, kendi yaşamları üzerindeki denetimlerini kaybettiklerini, bir imparatorluk süreci yaşayan ülkede demokrasinin ve Cumhuriyetin hızla eritildiğin ayırtında olmadan sürü gibi yaşamakta olduklarını belgeleyerek, beş bölümde anlatmaya çalışıyor.

Birinci bölüm eğlence ve ünlüler ama özellikle kareografik güreş alanını tartışıyor. İkinci ve en çarpıcı bölüm pornografi endüstrisi üzerine. Üçüncü bölümde akademik, bilimsel yaşamın meta ve kar süreçlerine bağımlı hale gelmesinin sonuçları irdeleniyor. Hedges dördüncü bölümde, insanları düzene uydurma, sorunlara gözlerin kapama işlevini üstlenmiş “positif psikoloji” mesleğini hedef alıyor. Son bölüm bunların hepsini büyük bir başarıyla bir araya koyarak çok korkutucu bir resim oluşturuyor.

Hedges’ın Kuzey Amerika halkları ve kültürü üzerinde yoğunlaşmış olması bizi rahatlatmasın. Çünkü bu kültür, küreselleşme, “teknolojik devrim” yoluyla, Türkiye dahil hemen her yere nüfuz etti, etmeye de devam ediyor. “Gösteri” her yere egemen oluyor ve dinin ticarileşmiş, gösteriye uygun, dolayısıyla aslında, etik içeriğini kaybetmiş, Hedges’ın ABD dinci hareketlerini hedef alarak söylediği gibi faşistleşmeye başlayan biçimleri her yerde yaygınlaşıyor.

Hedges’i okurken aklıma Regis Debray’ın New Left Review dergisinin Temmuz/Ağustos 2007 sayısındaki “Socialism ve print: A life cycle” başlıklı denemesinin sonundaki bir şema ile Badiou’nun Evil (kötülük) ve etik ile ilgili savları geldi.

Debray’in makalesinin sonundaki tablo insanlık tarihinde, Siyasi örgütlenmenin, ideolojinin, bilginin, öznelliklerin kaynaklarına ilişkin, Logosphere (yazı) Graphosphere (matba) ve Videosphere (audiovisual) dönemlerina ayrılmış bir şema sunuyor. Bu karmaşık şemanın tümünü aktarmam burada olanaklı değil. Ama, Hedges’ın çalışmasıyla kesişen kimi ilginç noktalara değinmek istiyorum. Debray’a göre birinci dönemde egemen kuşak yaşlılar, ikinci dönemde yetişkinler iken, son dönemde gençlik olmuş. Meşruiyetin kaynağıysa, önce ilahi, sonra ideal nihayet, “ne işe yararsa o” olarak evrimleşmiş. Sürücü güç, önce inançmış, sonra yasa olmuş, nihayet son dönemde kanaat… Bireyin konumunda da ilginç bir evrimleşme gözlemliyor Debray: Önce teba, sonra vatandaş, şimdi tüketici. Nihayet özdeşleşme mitosu, önce Aziz, sonra kahraman ve günümüzde ünlü (celebrity). Kişinin söylediğinin doğruluğunu gösteren ifadenin evrimiyse söyle: Bana tanrı söyledi. Okudum, TV’de gördüm… (age.sf 26)

Debray’ın çalışmasına bakınca ABD’nin tek örnek olmadığı, bu saptadığı evrimin hemen her kapitalist ülkede, tabi Türkiye’de de yaşanmakta olduğunu kolaylıkla söylemek olanaklı.
Badiou’ya Evil (kötülük) tanımını hakikatin, özel yada bireysel çıkarların baskısıyla kesintiye uğratılması olarak veriyor (örneğin, CABINET dergisi söyleşisi, Sayı 5, Kış. 2000/2001) Öyleyse diyor, Evil (kötülük) akademik tekrar, kültürel ticaret; kapitalizmin hizmetindeki bilgi; salt bir haz alma tekniği olarak görülen cinsellik. Diğer bir değişle, obskürantizm, ticarileşmiş akademik yaşam, kar ve eşitsizlik siyaseti, cinsel barbarlık…

Badiou’ya herhangi gönderme yapmamakla birlikte Hedges’in çalışması bu alanların hepsinde benzer saptamalar yapıyor.
----------------
[1] “Sabitfikir.com” için yazıldı

Monday, November 23, 2009

2012
Maya takvimine göre 2012 yılında uygarlığı yok olma noktasına getirecek bir felaketi anlatan 2012 filmi, dünya çapında 105 film piyasasında vizyona girdiği hafta gişe rekorlarını kırarak birinci sıraya çıktı.

Film 157 dakika boyunca yanardağ, deprem, tsunami, uzaydan gelen tehlike, su, batan gemi gibi tüm bildik felaket senaryolarını başarıyla sergileyerek izleyiciye insanın doğa karşısındaki önemsizliğinin, çaresizliğinin ayırdına varmakla ilişkili estetik duygularını harekete geçirebiliyor.
Ancak 2012’yi; tarihinin sonuna gelmiş bir (kapitalist) uygarlığın, sermayenin yoğunlaşma, merkezileşme sürecinde iyice daralmış oligarşik egemen sınıfının, nasıl aşacağını bilemediği, ekonomik, ekolojik, enerji, gıda, hatta jeopolitik krizler karşısında, insanlığa bu krizlerinin biteviye tekrarlanan kötü sonsuzundan başka bir gelecek öneremediği noktada, ulaştığı nihilist momentteki ideolojisinin, arzularının bir semptomu olarak da okumak olanaklı.
Böyle bir okuma bize dünyayı, kendisiyle en yakın hizmetçileri dışındaki herkesten (emekçi sınıflardan) temizleyecek yeni başlangıçlar arzulayan bir egemen sınıfla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.
Janrın canlanması ve evrimi
Soğuk savaş döneminde giderek gerileyen felaket filmleri janrı, 1990’ların son çeyreğinde, küreselleşmenin krizinin belirginleşmeye başladığı dönemde, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, yeniden canlanmaya başladı.

Janrın, en büyük bütçeli filmlerine bakarsak, 1997’den bu yana, deprem, tsunami, yanardağ, salgın hastalık, küresel ısınmadan, terorizme, uzaydan gelen tehditlere kadar insanlığın geleceğini tehdit eden tehlikeleri konu alan yaklaşık 180 film saptayabiliriz. Neredeyse hepsi Hollywood ürünü olan bu filmler, hegemonik ülkenin egemen kültürünün kendisini ve dünyayı düşünme biçimleri, bu düşüncenin filmlerde yansıdığı haliyle geçirdiği evrim hakkında bize önemli ipuçları sunuyor.

Felaket filmleri canlanmaya başladığında, başlangıçta (örneğin, Armageddon, Outbreak) kahraman (her zaman Amerikalı) insanlığa yönelik tehlikeyi çok fazla bir hasara yol açmadan son dakikada önleyebiliyordu. Bazen kahraman kendini insanlık için feda etmek durumunda da kalabiliyordu. İkinci dalga filmlerde, kahraman, Amerikan devletinin önderliğinde dünyayı kurtarıyor ama büyük bir hasar yaşanmasını önleyemiyor (Deep impact, Independance Day). Üçüncü aşamada, kahramanın dünyayı kurtarması söz konusu değil. Bu yüzden yalnızca sevdiklerini kurtarmaya çabalıyor (The Day after, Happening, The Day the Earth Stood Stil), ya da felaketi kabul ediyor (Knowing). 2012 filmi bunlardan, birçok noktada ayrılıyor. Artık kurtuluş dünyanın değil seçkinlerin kurtuluşuna indirgenmiştir. Kurtuluş kahramanların özverisine değil, G8+Çin’den oluşan (G9) grubun oligarşisinin devletlerin işbirliğine bağlıdır. Filmdeki, başarısız yazarın ve Çinli bir işçinin ailesi oligarşinin gemisine gizlice sığınarak kurtulurlar. Diğer kahramanımız, bilim adamı, felaketi halktan saklamakta oligarşiyle işbirliği yaptığı için gemide bir yer bulabilir. Diğer bir deyişle, 2012’de kahramanların insanlığı kurtarması gibi bir durum söz konusu değildir. Aksine, “kahramanların”, (bu bencil, korkak yaratıklara kahraman denebilirse) kurtuluşu egemen sınıfın ortak iradesine bağlıdır. Filmin belki de tek gerçek kahramanı, yaklaşan felaketi ısrarla halka anlatmaya çalışan (filmdeki tek gerçek oyunculuk örneğini sunan Woody Harrelson’un canlandırdığı) hippi radyo programcısıdır. O kurtulmaya çabalamayı değil, ölmeden önce, olayı en yakından izleyerek “güzelliğinin” tadına varmayı seçer.

2012 filminde bilim insanları, felaketin tarihini yaklaşık 2 yıl önceden saptıyorlar. Burada ilginç olan “Mayalar çok önceden biliyordu” efsanesi değil; bu tarihin, yaşanacak felaketin, G9 grubunun liderlerinin üst düzey teknokratları dışında kalan 6-7 milyar insandan büyük bir titizlikle saklanması, halkı uyarmaya çalışan bilim insanlarının soğukkanlılıkla öldürülmesidir. Bu bilginin halktan saklanmasının nedeniyse, panik, kaos korkusudur. Ama, halkı bir plan aracılığıyla kurtarmayı engelleyebilecek bir kaos değil. Bu, egemen sınıfların, servetlerini kaybetmelerine yol açacak bir borsa paniğinin, hazırlık yapmalarını engelleyecek bir siyasi tepkinin korkusudur. Egemen oligarşi kendini kurtarmak için dokuz devletin dışındaki devletlerin egemen sınıflarını, dünya halklarını, herhangi bir tedbir almayı deneme şansından yoksun bırakarak yok olmaya mahkûm etmiştir.

Bu sırada dokuz devletin liderleri, en üst düzey bürokratları, Çin’de (ABD’de veya Avrupa’da değil) Tibet’te bir yerde (akla faşist fantezi Şangri-La geliyor) tüm dünyayı sular kapladığında hayatta kalmalarına olanak sağlayacak gemilerin inşasıyla meşguldür. Bu girişim, dünyanın en zengin insanlarına adam başı bir milyar Avro’ya (Dolar, Yen değil) yer satılarak finanse edilmekte, müzeler boşaltılarak insanlığın mirası gemilere taşınmakta, gasp edilmektedir.

Oligarşinin, en yakın çevresinin gözü o kadar dönmüştür ki.. son anda, telaşla gemilerin kapaklarını kapatarak, yer sattığı insanları (sınıfın ikinci düzeydeki üyelerini) almadan gitmeye, kontratı bozmaya dahi hazırdır. Bu noktada kahraman “ahlaklı” bilim adamıyla, soğukkanlı üst düzey bürokrat arasında yaşanan tartışmaysa utanç vericidir. Kahraman, “Yeniden başlıyoruz, büyük bir haksızlıkla başlarsak, bunu çocuklarımıza anlatamayız”, diyerek itiraz eder. Utanç verici olan, kahramanın, 6.5 milyar insanı arkada bırakmış olmaktan değil, sayıları yüzlerle ifade edilecek bir multimilyarderler grubundan söz ediyor olmasıdır. Dahası, son anda kapakları açılarak bu insanlar içeri alınmaya başlandığında, yapımcının uyguladığı görsel tekniklerle, müzikle, adeta gözlerimizin dolmasını amaçlamadığını; filmin, bizden, hepimiz yok olurken yaşayacak olan bir avuç parazitin kurtulmasına bakarak bir katarsis yaşamamızı beklediğini görüyoruz.

Afrika’nın yeniden kolonizasyonu
Bu bağlamda filmin aslında iki sonu olduğu söylenebilir. Bu katarsis ile amaçlanan “birinci son” izleyiciye, 6.5 milyar insanın geride bırakıldığını unutturmayı amaçlıyor. Filmin, ikinci, belki de gerçek sonuysa bu katarsis’i izleyen sinsi senaryoyla ilgili.

Filmin sonunda, Amerika, Avrupa ve hatta Asya toprakları, bunların üzerinde yaşayan halkları yok olmuş; kapitalizmin yarattığı dünyanın, yoksulluk, sınıf mücadelesi, nüfus artışı, iklim değişikliği gibi sorunları kendiliğinden çözülmüştür. Afrika yükselmiş, tek yaşanabilecek kara parçası haline gelmiştir.

Bugün gerçek dünyada, Afrika kıtasının doğal zenginliklerini, mineral kaynaklarını, kıymetli taşlarını, verimli topraklarını ele geçirmek için rekabet eden G9 ülkelerinin egemen sınıfları, filmin sonunda, bir işbirliği, eşgüdüm içinde, yanlarında gerekli teknolojik kadro, araç gereçle donatılmış gemileriyle bu “bakir kıtaya” doğru yol almaktadırlar. Şimdi, Afrika’yı, yeni bir yerleşimci sömürgecilik (kolonizasyon) beklemektedir.

Kapitalist uygarlığın nihilist momentinin bir ürünü olarak “2012”, oligarşinin, insanlığın toptan yok oluşuyla ve sömürgecilikle birlikte gelece bir “yeni başlangıç” fantezisi kurguladığını söylüyor. Bu, filmin belki de gerçeğe en yakın, bu yüzden de en korkutucu yanı.

Thursday, September 24, 2009

Cenevre'de hukuk doktorasi yapan Mehmet Can Ekzen’den

M’introduire dans ton histoire

Şiiri için bir Için bir çeviri denemesi

Girmek hikayene

Urkek bir kahramanca

Ciplak topukları degermiscesine

Topraklarinin birkac cimine


Tehditkar buzullara uzanan

O masum gunahi bilmem ki ben

Senin engellemeyecek oldugun

Yuksek sesle hani zaferine gulecek olani

Neseli degilsem eger soyle

Simsek ve yakutlari orta yerinde

Gormekten bu atesin deldigi gokyuzunde


Daginik kralliklar ile

Olmesi gibidir mordan tekerlegin

Ait olan savas arabalarimin yegane gecesine.

Thursday, August 27, 2009

“Varlık ve Olay” – “Dünyaların Mantıkları”

Ergin Yıldızoğlu (“Sabit Fikir” için yazılmıştı)

Alain Badiou’nun İngilizce çevirisi 2007’de çıkan yapıtı Varlık ve Olay’ın (Being and event, Continuum Publisher), sabırsızlıkla beklenen II. Cildi Dünyaların Mantıkları (Logics of worlds, Continuum, 2009) da yayımlandı.

600 sayfayı aşan “DM” da 526 sayfalık “VO” gibi ilk anda insanı korkutan bir yapıt. Ben VO okumaya başladığımda 15. sayfada kaçmayı düşünüyordum. Ellinci sayfaya geldiğimdeyse artık bitirmek zorunda olduğum bir yapıtla, hatta başyapıtla karşı karşıya olduğumu biliyordum. İlk anda anlaşılmaz gibi görünen savların, biriktikçe birbirine bağlanarak anlam kazandığı, okundukça anlaşılabilirliği artan bir yapıt VO.

VO, savlarını sıfır noktasından, varlığın durumuna ilişkin “bir midir? Değil midir? (one is, or isn’t) gibi ilk anda karanlık bir soruyla sunmaya başlıyor. Biraz sonra da sizi, dünyayı anlamakta, anlamlandırmakta ve davranmakta, iki farklı yola gidecek olan bir kavşakta durduğunuzun ayırdına vardırıyor. “Bir dir” derseniz, tanrı kavramından geçerek siyasette totaliterliğe kadar ulaşan bir yolda bululuyorsunuz kendiniz. Eğer “bir değildir” derseniz, çoklukların mutlak çokluğuyla, sonsuz olasılılıklarla karşılaşıyor, demokratik hatta kapitalizme alternatif bir düzene açılma olasılığını içeren bir yolu seçmiş oluyorsunuz.

Böyle başlayan okuma serüveni, biraz sonra, savlarını sunuştaki sistematiği, iç tutarlılığı, kapsadığı konuların genişliği ve iddiaları açısından Kant’ın üç eleştirisi, Hegel’in Ruhun fenomenolojisi, Marx’ın Das Kapital’i, Heidegger’in Varlık ve Zaman yapıtları düzeyinde bir çalışmayla karşı karşıya olduğunuza düşündürtmeye başlıyor.

Gerçekten de Badiou’nun bu iki yapıtı, Darrida’nın dil oyunları, Deleuze ve Guttari’nin oradan oraya sıçrarken başınızı döndüren “rhizomatic” stilinden çok farklı bir akıcılığa ve berraklığa sahip. Badiou’nun post modern yazarların, içinde yaşadığımız dil hapishanesinden, bedenlerden başka bir şey yoktur savlarına karşı olduğunu da görüyoruz. Bu yazarların, evrensel hakikat kavramını yadsıyarak, düşünsel dünyamızı, felsefenin öldüğüne ilişkin bir saptamadan hareketle bir taraftan beden politiği bağlamında, antropolojiyle, kültürel çalışmalarla, diğer taraftan, “dil hapishanesi” bağlamında, edebiyat çalışmalarıyla, dilbilimle, retorikle sınırlayan (hapsetmelerine) “rölativizmine” karşılık, Badiou evet yalnızca diller ve bedenler vardır, ama hakikatler de vardır, saptamasıyla cevap veriyor…

Badiou felsefenin ölmediğini ve otonomisini yeniden kazanmak zorunda olduğunu savunuyor ve gösteriyor. Felsefe, “kendi koşullarından” hareketle hakikatlerin anlaşılmasına katkıda bulunacak bir disiplindir diyor Badiou. Felsefe, siyaset, sanat, bilim, aşk gibi insanlığın dört durumunu kendi varlık koşulu olarak almalı, bu alanlarda, ortaya çıkan verili durumlara uymayan, hatta ortaya çıkması asla beklenmeyen “yeniliklerin”, “olay”ların düşünülmesi ve anlamlandırılmasıyla ilgili bir disiplin, uğraşı olmak zorunda... Bu anlamda, da Sokrates’den gelerek de “gençleri yoldan çıkartmakla”…

VO, adından da anlaşılacağı gibi, ontolojik düzeyden başlayıp, gerçek dünyadaki, belirlenmiş, (mutlak çoklukların içinden, bir olarak sayılmış) yapılar içindeki değişimlerin mantığına, diyalektiğine kadar giden bir yolculuğun haritası. Bir olarak sayılmış, yapılanmış bir “çokluğun” içinden nasıl “yeni” bir şey çıkar?” sorusuna bir cevap. Bu cevap da, belirlenmiş çokluğun (kümenin) içinde olmakla birlikte, sayımda gözükmeyen bir alt kümenin varlının yaratacağı gerginlikten başlayan istikrarsızlıkla ilgili. Bu alt küme hem belirlenmiş çokluğun içindedir hem de değil! Proletarya, etnik azınlıklar, göçmen işçiler gibi…

Besbelli ki burada, artık matematik ve özellikle de küme teorileri alanındayız. Badiou’nun bu baş yapıtının en önemli, onu belki de “bir olay” statüsüne yükseltecek özelliği de burada yatıyor. Badiou, Cantor, Cohen gibi matematikçilerin karşı karşıya kaldıkları paradoksları aşarak yaptıkları, “zorlama”, “jenerik” gibi katkılardan hareketle, matematiği (küme teorisini) ontolojin dili olarak kullanmanın ötesinde, buradan hareketle siyasetten, aşkın (psikanalitik anlamda), sanatın dinamiklerine kadar ortaya çıkan gelişmeleri anlamakta kullanılabilecek bir araç olarak sunuyor.

Nihayet Badiou’nun çalışmasını bize, “bir” olarak sayılmış kümenin içinden “olay”ın çıkmasının yanı sıra, bu olayın birey üzerinde yaptığı değiştirici etkilerini, verili bilgi sistemini bir hakikat sorunuyla karşı karşıya bırakmasını, bu hakikate sadakat açıklayarak evrenselleştirmek için kolları sıvayan bireyin böylece özneleşmesinin de teorisi olarak anlamak gerekiyor.

VO Badiou’nun projesinin esas olarak ontolojik boyutuyla, “olayın” ortaya çıkışı, “hakikat”, “ahlak” ve “özne” arasındaki ilişkiyle ve bireyin özneye dönüşüm süreciyle ilgiliyken, DM ise bu çalışmanın, çeşitli bileşenlerini, nesnelerin ait oldukları dünyalar (sayılmış çokluklar)içindeki halleri bağlamında tartışıyor açımlıyor ve savunuyor.

Bunlar kolay kitaplar değil, ama bir kez başladıktan sonra bir sadaket geliştirdiğiniz taktirde, giderek “düşünme” süreçleriniz zenginleştirecek, varoluşun yüzeyinde gözleriniz kamaştırarak dolaşan imajları, “sağduyu” parçacıklarını asarak, var olan ama sayılmayanı görmenize, gizlenen dünyayı anlamlandırmanıza, pasif bireylerden aktif öznelere dönüşerek değiştirmenize katkıda bulunacak çalışmalar…

Wednesday, August 05, 2009

Cumhuriyet 'olayı' ve iki çalışma

(Cumhuriyet Kitap 24/07/09)

Alev Coşkun'un Samsun'dan Önce Bilinmeyen 6 Ay ve Serdar Şahinkaya'nın Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası başlıklı çalışmaları birbirlerini çok ilginç bir biçimde tamamlıyor, Cumhuriyet olayını ve ona olan sadakati düşünme çabalarına önemli bir katkı oluşturuyorlar.

Son yıllarda, daha doğrusu, Türkiye ekonomisinin, 1980'lerden başlayarak uluslararası sermayenin kullanımına, girişine, çıkışına, değer transferlerinin öndeki tüm engeller kaldırılarak açılmasına, bu açılmanın getirdiği toplumsal sarsıntıyla birlikte siyasal İslamın yükselmesine paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş anının özellikleri yeniden, tartışmaya açıldı.

Bu tartışmalarda bir kesimin, 'resmi tarihin' teşhir edilmesi adı altında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş olayına ilişkin yerleşik hakikati sorguluyor. Bunu, olayın izlerini yapının içine yeniden entegre ederek imha etme, 'silme' çabası olarak da yorumlayabiliriz.

Ancak bu çabaya karşı toplumda güçlü bir direniş de yok değil. Bu, Cumhuriyet olayının hakikatini, bağımsız çağdaş bir ulus devlet ve ekonomi inşa projesinin doğuş anı olarak anlayan ve bu projeye sadık kalmaya kararlı olanların direnişi.

Bu bağlamda, Alev Coşkun'un Samsun'dan Önce Bilinmeyen 6 Ay (Cumhuriyet Kitapları, Kasım 2008) ve Serdar Şahinkaya'nın Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası (ODTÜ Yayıncılık, Mayıs 2009) başlıklı çalışmaları birbirlerini çok ilginç bir biçimde tamamlıyor, Cumhuriyet olayını ve ona olan sadakati düşünme çabalarına önemli bir katkı oluşturuyorlar.

Alev Coşkun'un çalışması, olaya yol açacak olan 'durumun' özelliklerini ama en önemlisi, bu olayın gerçekleşmesini sağlayan öznenin içindeki en etkin bireyin, Mustafa Kemal'in, 'gerçekleşme' sürecine katılımının ilk altı ayının 450 sayfalık ayrıntılı bir çözümlemesini yapıyor.

Serdar Şahinkaya'nın çalışmasıysa, olay gerçekleştikten sonraki döneme, olayın hakikatine sadık öznenin, olayın dağıttığı yapının yerine yenisini koyma çabalarına, özellikle de ekonomik inşa sürecine ilişkin. Birinci çalışmada, öznenin oluşma 'anını', ikincisindeyse olaydan sonraki yaratıcı eylemini ve sadakatinin ahlakını izleyebiliyoruz.

Böyle iki farklı çalışmanın birbirlerini bu kadar uygun bir biçimde tamamlıyor olmalarını da, yaşamaya devam eden sadakatin gücünün bir örneği olarak görüp, açıklama sürecine eklemek de mümkün.

'DURUM' VE 'OLAY' VE 'ÖZNE'(1)

Bu iki çalışmayı birlikte değerlendirebilmek için durum, olay ve özne ilişkisinin materyalist diyalektiğini kısaca anımsamakta yarar olabilir.

Olayların en önemli özelliği öngörülemez oluşlarıdır. Olaylar tarihsel oldukları ölçüde de verili hesapları/bilgileri altüst ederler. Olay, durum içinden doğar ama duruma ait değildir. Durumun içinde 'olay alanları' vardır. Ama olayın durumu yoktur. Çünkü, durum yapılandırılmıştır, tanımlanabilir bir 'küme' oluşturur. Olay ise bu yapının içinden çıkmakla birlikte yapının istikrarını bozduğundan yapıyı oluşturan kümeye ait değildir. Olay kendini olanaklı kılan yapıyı bozar.

Ancak olay yeniden yapının içine asimile edilebilir. Böylece olay, olay statüsünü kaybeder, sıradan bir biçime dönüşür. Bu açıdan bakınca olayın aslında bir kararsızlık noktası olduğunu görebiliriz. Olay durumun içinde kendini bir olasılık olarak sunar; gerçekleşme isteyen bir olasılık' Bundan sonra gerçekleşmesi, uygun bir öznenin eylemine bağlı olacaktır. Burada en önemli nokta, bu öznenin herhangi bir özne değil, olaya ait bir özne olmasıdır. Bu özneyi olayın oluş süreci yaratır'.

6 AY: OLAY ALANI VE ÖZNE

Alev Coşkun'un çalışması, olay öncesindeki durumun yapısını, olay alanlarını ve öznenin doğuşunu anlamak açısından çok yararlı bir çalışma.

Durumun yapısının özelliklerini şöyle tanımlayabiliriz. Evrensel kümeyi, kapitalist dünya sisteminin krizi, hegemonya ve paylaşım savaşları oluşturuyor. Osmanlı imparatorluğu bir alt küme olarak bir durum ve olay alanı oluşturuyor: Çünkü, yapısı istikrarını kaybetmiş, çözülme noktasına gelmiştir. İşgal altındadır. Bu yapının desteklediği bireyler çeşitli krizler yaşamaktadırlar. Ancak bir olayın olacağına, bunun Cumhuriyet biçimi alacağına ilişkin bir öngörü yoktur. Genelde hâkim olan, imparatorluğu kurtarma, restorasyon refleksidir. Ancak durumun yapısı buna açık değildir, kendini sunan olay Cumhuriyet'tir. Ama önce gerçekleşmesi ve geriye doğru tanımlanması, adlandırılması gerekecektir.

6 Ay, bu olay alanının merkezine, İstanbul'a odaklanıyor. Böylece, sürece restorasyon olasılığıyla başlayıp, uluslararası ilişkiler, imparatorluğun güç dengeleri, bunların sunduğu olasılıklar içinde giderek, restorasyonun olanaksızlığını, yapının dışına çıkmadan, bir çözüm bulunamayacağını kavramaya başlayan öznelerden, tarihte en önemli yeri alacak olanının, Mustafa Kemal'in karar sürecini anlatıyor.

Yapının dışına çıkmak ise yapıyı ve yapının evrensel kümeyle ilişkilerinin yıkılması ve yeniden şekillendirilmesini gerektirecektir. Böylece 6 Ay'ın sonunda, özne, olayın teklifini kabul ederek olay alanın merkezini terk eder ve olay da böylece gerçekleşmeye başlar. Başkaları bu olaya sadakat göstermeseydi, özne olarak katılmasaydı, bu olay söner, bileşenleri yapıya geri dönebilirdi. Ya da olay tamamlandığında, Cumhuriyet değil, şu veya bu ülkenin sömürgesi, mandası gibi bir siyasi yapı şekillenmiş olabilirdi, üstelik bu yönde müdahale ederek olayı engellemeye çalışan güçler de yok değildi. Ama hepsi yapıya aittiler, restorasyoncuydular, olay Cumhuriyet oldu'.

OLAY VE SADAKAT

Olay gerçekleşir, tamamlanır, katılanlar üzerinde iz bırakır. Olay karşısında üç tavır söz konusudur. İlk tavır, yeni bir şey olmuyormuş gibi davranmak. İkinci tavır, olayın dağıttığı yapıya geri dönmek, buradan kaynaklanan çıkarları korumak için olayın izlerine karşı, onu silme, yok etme mücadelesidir. Üçüncü tavır ise, bir olayı saptamak, bunun yarattığı hakikati benimsemek ve bu hakikate sadakat açıklayarak onu evrenselleştirmek için mücadele etmektir.

Serdar Şahinkaya'nın çalışması, bu üçüncü tutumun doğuşuna, ilk eylemlerine ilişkin öyküyü anlatıyor. Şahinkaya'nın çalışmasında, olay'ın izi, yeni hakikat ve ona sadakatin anlamı bizzat bu olayın yarattığı öznelerin ve en etkili öznenin ağzından, eylemlerinden (kararlar, yasalar tartışmalar vb') hareketle aktarılıyor. Böylece de karşımıza Cumhuriyetin hakikati olarak, bağımsız (kendi çıkarlarını kendi belirleyecek iradeye sahip), ama dünya ekonomisinin parçası olmayı yadsımayan, halkçı, ulusal, ama kapitalist bir ekonomi projesinin prototipidir. Bu sadakatin ahlakının en önemli bileşeniyse laiklik olacaktır. Laiklik ilkesi, bu sadakatin aslında bir başka sadakatin, aydınlanma devrimine sadakatin devamı, teorik ve pratik mirasçısı olduğunu da göstermektedir.

Prototipidir, çünkü yapılanın teorisi henüz yoktur, yapılan türünün ilk örneğidir. Bu yönde diğer çabaların ilk örneklerini (gelişme ekonomisi, kapitalist olmayan yol, ithal ikameci kalkınma, bağımlı gelişme teorileri gibi) görebilmek için II. Dünya Savaşı'nın sona ermesini, yeni bir yapının oluşmasını, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasını, sanayileşmeye, tarımın geliştirilmesine ilişkin ulusal kalkınma projelerinin gündeme gelmesini beklemek gerekecektir.

Burada prototip ile sonraki örnekleri arasında dikkat edilmesi gereken bence en önemli fark, ulusal proje olarak kapitalist gelişme yolunu seçen deneyimlerin hemen hepsinin, belki Küba, Vietnam gibi bir iki örneğin dışında, daha baştan yapının içinde olmalarıdır. Cumhuriyet olayıyla gündeme gelen ulusal projenin başlangıçta, tarihsel koşulların da yardımıyla yapının dışında kalmayı başardığını, ancak yeni bir yapı kurulmaya başladıktan sonra yavaş yavaş, yeni yapının egemenlik bağımlılık ilişkileri içine çekildiğini görüyoruz.

Ancak Şahinkaya'nın çalışmasında aktardığı örnekler dikkatle izlendiğinde, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan yapının iç dengelerinin iki kutup durumunun, bu prototipin birçok ekonomik, sınıfsal özelliğin, daha önemlisi yarattığı sadakatin yaşamasına izin verecek nitelikte olduğu görülebilir.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan yapının krize girmesiyle birlikte, bu özelliklerin hızla ortadan kalkmaya başladığını, dünya ekonomisinin bir önceki döneminden kalan sadakatlerin şimdi dayanılmaz hale geldiğini, çünkü o zaman olduğu gibi bugün de yapının istikrarını, kendini yenileme reflekslerine (restorasyon) pratik ya da ideolojik direnç noktaları oluşturduklarını görüyoruz. Ve yine, Cumhuriyet olayı karşısında şekillenmiş ittifakların da yeniden kurulmaya başladığını da'

Alev Coşkun'un ve Serdar Şahinkaya'nın çalışmaları, bugün Cumhuriyet olayının hedef alınmasının, izlerinin imha edilmeye çalışılmasının, o olayın iktidardan dışladığı, marjinalleştirdiği dinci entelijansiya sınıfının(2) şimdi tekrar, iktidara talip olma çabaların arkasında yatanları da düşünmeye yardımcı oluyor.

=================================

(1) Bu yazıda kullandığım teorik kavramlar sistemini esas olarak Alain Badiou'nun Being and Event, (varlık ve olay), ve Logics of worlds (dünyaların mantıkları) çalışmalarına borçluyum. Bu metinde yapacağım özetiyse, Allan Pero'nun 'The Chiasm of Revolution: Badiou, Lacan, and Lefebre' (The Syptom No:10, Bahar 2009 )başlıklı denemesinden kısaltarak aktarıyorum.

(2) Siyasal İslamın yükselişi sırasında, neredeyse hâkim olan görüş, seçkinlerin iktidardan dışladığı halkın yeniden iktidara döndüğüne ilişkindi. Bu yüzden yaşananlar kolaylıkla demokrasi olarak sunulabiliyordu. Halbuki iktidardan dışlanan dini entelijansiya sınıfıydı, ve şimdi o iktidarını restore etmeye çalışıyordu. Olay demokrasiyle değil seçkinler arasındaki, daha doğrusu iki farklı hakikat rejimine (Aydınlanmaya ve Müslümanlığın mesajına) sadık iki farklı seçkinler arasındaki bir çatışmada, halkın ne tarafta tavır alacağının belirlenmesiyle ilgiliydi. Marjinal ve egemen entelektüeller, bunların sınıf refleksleriyle ilgili çok yararlı teorik bir çalışma için bkz: George Konrad & Ivan Szelenyi, The Intellectuals on the road to power, Harvester pres, 1979. Bu kitabın bir ilginç yanı da Glasnost ve Perestorika'yı daha on yıl önceden, tanımlamaya başlamış olmasıdır'

Thursday, March 19, 2009

Bu dünyada, insan kalmaya devam ederek nasıl yaşanır?

(Cumhuriyet Kitap:19/02/09)

Umutsuzluk çağında yaşıyor olabilir miyiz? İki yüz elli yıldır uygarlık diye bellediğimiz şey adeta çözülüyor. Ekonomik kriz, işsizlik yoksulluk, jeopolitik gerginlikler, terörizm, savaşlar… Şoven milliyetçilik, ırkçılık… Tüm bunlara ek olarak bir de küresel ısınma… Gezegenimiz ölüyor: Su, gıda krizleri, göçler, 1970’lerden bu yana hızla kabaran bir intihar dalgası[[i]], her şeyin, insan organlarına, kadar acımasızca metalaşmasını izlemek…

Ama en önemlisi insanın dünyayı değiştirme becerisine olan inançsızlık. Yeni bir dünya, yeni bir insan yaratmak… Bu “Aydınlanma” geleneğinin projesiydi. Şimdi toplumsal mühendislik diyerek rafa kaldırdık. Malum toplumsal mühendislik sonunda mühendislerin diktatörlüğüne açılıyordu…  Yeni insanı yaratmanın artık gündemde olmadığı yerde, kar yapmaktan başka ne kalıyor geriye. Ha bir de dünyanın dışından bir yerlerden yardım beklemek… tanrı veya uzaylılar… Boşuna, okullarda evrim teorisinin yaradılış mitolojisini okutmak isteyenlerin sayısı giderek artmıyor. İroni şurada ki, herkes dindar ama, kimse dininin ahlakına sahip çıkmaya niyetli değil. Herkes, “On Emir"i her gün ihlal ediyor… Zizek’in işaret ettiği gibi gerçekten inanan kökten dinci bulmak artık olanaksız. Şimdi, tek bir uygarlık var; tüm dinleri, yerel kültürleri, her şeyi kendine uyduran, kendi yasalarını dayatan: Kapitalizm!!!  Ama o da krizde…

Şimdi, bu yazının başına gidip yeniden okumaya başlayabilirsiniz. Neden olmasın yaşamımız “kötü sonsuza” sıkışmış, değişmeden, sürekli dejenere olan bir süreç değil mi artık…

Bu koşullarda insan nasıl yaşar? Bu koşullarda insan, insan kalmaya devam ederek nasıl yaşar? Hayvanlar hazlarının kölesidirler. İnsan ise bir amaç için hazlarına ket vurarak geleceğine yatırım yapabilen hayvandır desek çok abartmış olmayız. Biraz abartmış oluruz çünkü insanların çoğu, hazlarının tatminine odaklanmış bir yaşam sürmüyorlar mı? Gerçek dindar bulmak artık olanaksız demiştik… Peki öyleyse insan insan olarak kalmaya nasıl devam edebilir? 

Lenin “Neden böyle de başka türlü değil?" sorusunun en önemli başlangıç olduğunu söylüyordu. Peki neden insanlar “Neden yaşam böyle de başka türlü değil?” sorusunu sormuyorlar?

Bir adım ileri giderek Peter Sloterdijk’i anımsatıp, “Çünkü ne yaptıklarını biliyorlar, ve bile bile yapmaya devam ediyorlar," [[ii]]  diyerek bana bir kez daha “umutsuzluk çağında” olduğumuzu anımsatabilirsiniz.

İkinci kitabı, “Vakıf”[[iii]], Şubat ayında yayımlanan Lara üçlemesinin yazarı Selim Yalçıner’in, biraz daha farklı bir cevabı var. Yalçıner “korkuyorlar da ondan,” diyor ve ekliyor, “Korkularımızdan sıyrıldıkça özgürleşiriz!”. “Özgürleşiriz?”  Özgür değil miyiz? Ya da Molloy’un [[iv]]  dediği gibi “Memnuniyetle, hevesle değil ama memnuniyetle yapabileceğin her şeyi, yapmamak için bir gerekçen olmadığı halde yapmadığın her şeyi! Özgür olmayabilir miyiz?” Bu çok önemli bir soru ve yine Molly’un dediği gibi “Bunu düşünmeye değebilir."

Alain Badiou’nun, özne ve birey ayrımı bunu düşünmemize yardımcı olabilir. Kabalaştırmayı göze alarak kısaca özetlersem: İnsan "verili yapı"ya uymadığında, özne olur, duruşunu ölümü de göze alarak koruduğunda özne olarak kalmaya devam eder. Birey "yapı"ya aittir, tümüyle uyumlu... Bireyden özneye geçiş ise, bir “olay"ın karşısında alınan tutumla, bir tercihle ilgili. Ya birey “Olayın”, kendisinde bir travma yaratan etkisini kabul eder, yapıyı destekleyen verili bilgi sistemine uymayan, onda delik açan etkisini, dolayısıyla “hakikatini” (“hakikat” verili bilgi sisteminde açılan bir deliktir) benimser ona sadakat ilan eder, böylece ahlaki bir tutum alır ve bu hakikatin ahlakının evrenselleşmesi için mücadele eder; Ya da hiçbir şey olmamış gibi davranır, bu etkiyi bastırır, değişmeden, olaydan önce olduğu gibi kalmaya çalışır. Ya da yapıyı korumak için verili bilgi sistemini sarsan etkiyi silmeye, deliği kapamaya çalışır.

Bugün ve uzun bir süredir – artık tarihin sonuna geldiğimize, diğer bir değişle artık bir devrim olasılığı kalmadığına 'karar' verildikten sonra-  yüceltilen özne değil, bireydir; salt kendi hazlarına ve mutluluk istencine kitlenmiş birey… Mutluluk peşinde bir birey: Tüketim, pornografi, sentimental aşk, uyuşturucu madde, mistisizm… Zizek’in ahlakla, haz prensibini aşarak aşkın bir amaca bağlanmak arasında kurduğu doğrudan ilgiyi düşünürsek, birey töreci olabilir ama ahlaksızdır…

Yalçıner’in kitabı tam da bu yüceltmeye karşı bir çalışma, hem de uluslar, kültürler, cinsel tercihler ve akademik disiplinler arasında sınır tanımadan kendine yol açmaya, kendi ahlakını evrenselleştirmeye çalışan bir çalışma… Yalçıner’in “sadakat” deklare hakikat ise insan sevgisi ve bunun bir sonucu olarak, baskıya sömürüye savaşlara karşı bir duruş. Üçlemeyi de bu bağlamda okumak gerekiyor…

Lara üçlemesinin birinci kitabında, Lara’nın günlük yaşamın tek düzeliğinde arzularının izinin sürerek yaşayan bir bireyden, beklenmedik bir anda karşısına çıkan bir “olayın” travmasıyla, yaşam karşısında etkin tutum alan mücadele eden bir özneye dönüşme sürecini izlemiştik. Lara’yı günlük yaşamın dar alanından çekip çıkaran yazar bizi, onun serüvenini izlerken uluslararası ilişkilerin, mali, siyasi entrikaların, bilinemezlik sınırında dolaşan karmaşıklığının içine atarak bir çok felsefi, siyasi ve tarihsel tartışmayla da karşı karşıya bırakıyordu.

Lara Viyana’da felsefe öğrenimi yapar, erkek arkadaşıyla istikrarlı bir yaşamı “mutlu” bir biçimde sürdürürken, babasından kendisine “inanılmaz” büyüklükte 35 milyon Avro miras kaldığını öğrenir. Üstelik bu miras bir de isim listesiyle birlikte gelmiştir. Lara’nın günlük yaşamını “realitesini” düzenleyen bilgi sisteminde bir anda devasa bir delik açılır. Babası aslında kimdir? Neden bu listedeki insanların hepsi öldürülmüştür? Babası ondan bu listedeki insanların çocuklarını okutmasını isterken aslında ne demektedir? Lara’nın realitesinin bu travmayla yırtılmasıyla korkutucu ama bir o kadarda çekici ve realitenin hemen tüm huzursuzluk alanlarına değen bir gerçek başını gösterir.  Lara, pembe gözlü tavşanın peşinden giden Alice gibi, bu açılan deliğe atlar… 

İkinci kitapta, Lara’nın bu fantastik ama gerçeklikten daha gerçek dünyada evrimleşme sürecini, Meksika’dan Kuzey Irak’a, giderek artan sayıda insanın da katılmasıyla gelişen mücadelesini izlemeye devam ediyoruz. Lara, kendisi ve arkadaşlarının “davalarında bu kadar haklı olmalarına” karşın yaşadıkları başarısızlıkları, içine düştükleri tezgahları, neden daha fazla insanın kendilerine katılmadığını, ya da en azından, kendi yaşam dünyaları içinde, benzer sorunlara tepki göstererek özneleşmeye, mücadele etmeye başlamadığını düşünmeye başlıyor.

Üçüncü kitap bizi, Lara’nın gittikçe yeni boyutlar kazanarak karmaşıklaşan serüvenini izlerken, “bağlanmanın” ve “mücadele ahlakının” sorunlarını, bu ahlakın oluşmasının tinsel, toplumsal ve inter-sübjektif boyutları üzerinde, “sevgi” ve “dostluk” temalarını özellikle öne çıkararak düşünmeye zorlayacak gibi görünüyor.  

Lara üçlemesi gerçek anlamda bir entelektüel “tour de force”. Alışık olmadığımız bir cüretle, felsefeden fiziğe, jeopolitikten ekonomiye, ahlaktan teolojiye, hatta para-normale kadar kaldırmadık taş bırakmıyor, ısrarla her şeyi her şeyle ilişkilendirmeye çalışarak bizi bilgiyle paranoya, sadakatle ihanet, cesaretle yılgınlık arasında tercih yapmaya zorlamayı, dahası, aslında bu tür tercihlerle her zaman karşı karşıya olduğumuzu göstermeye amaçlıyor Yalçıner.

Arzularının kölesi olarak yaşamanın temel özellik haline geldiği günümüz toplumunda, Lara üçlemesi, insan olmanın etik bir yaşamdan, özgürlüğün, arzuların köleleştirici çekiciliğini aşarak bu etik yaşamın getirdiği seçeneklere sadık kalmaktan geçtiğini vurgulayan güncel ve gerekli bir çalışma… Ama kesinlikle düşünme tembelleri için değil…

 



[i] Robert Pool,”Why do people die that way” New Scientist, 28,02,2009

[ii] Peter Sloterdijk, Cririque of Cynical Reason, Verso, 1988

[iii] Selim Yalçıner, Vakıf –Ceset dökmek yasaktır, Özgür Yayınları, İstanbul, Şubat 2009. Üçlemenin ilk kıtabı, Vasiyet, Artemis Yayınları, İstanbul, Mart 2007.

[iv] Samuel Beckett, The Beckett Triology –Molloy, Malone Dies, The unnameable, Picador, 1976, sf. 35 

Wednesday, March 11, 2009

Gitmeye durmak


…“wandering ‘defines’ a woman, and that,
if you have a mortal who is immobile in the dark, it must be a man
— this sexuation is by no means empirical or biological.”
[1]

Beyaz duvarlar, bir masa,
iki iskemle, çıplak ampul
pencere var mıydı bilmiyorsun
ya da başka şeyler…
Gitmelerin mekanı işte…

Ne demekse…
Gidince oluşacak boşluğu - Ne cüret!-
doldurmadan olmaz…
Boşluğu sözcüklerle…
ki artık onları paylaşmıyorsunuz - Gitmek
boşluğu doldurmadan …
suskunluklarınızın konuşmasını bekleyerek
– yıllardır olandan farklıydı, ama ne?-

“Ben” diyorsun, “aslında” – ağzını açmadan
“Niye” diyor - durdukça uzayan bir sessizlik –
“Niye şimdi”
konuşmak en iyisi
(Ya gerçekten sorarsa?)
hiç bir şey söylemeden - en iyisi- aslında
kaçınılmaz gibi. Bir süre için
tekrar cesaretini toplayıp susana kadar.

Sen aranızdaki ‘boşluğu’ arzulamıştın, “iki”liğinizi tanımlayan
O ise o ‘boşluktan’ başka her şeyi, “iki”liğinizle tanımlanan…

Gitmek istiyorsun
bekliyorsun. Senin yokluğunda,
“o boşluğa koyacağı sözcükleri duyabilir miyim” diye…
-ne iyimserlik- geride kimse kalacak mı? Kalıp kalmayacağını…
Kalıyorsun. Konuşmak zorlaşıyor, susmaya devam etseniz bile…

Soğuk bir el tırnaklarıyla oynuyor
Sen burnunu çekiyorsun belli belirsiz
iskemleye gidip gelen tedirgin bakışlar
masanın üzerinde dolaşanlarla karşılaştığında
– belki yeni bir anlam… gidecek olan gittiğinde…

“Biliyorum”… “Çoktandır”…
odanın köşesine bakarak – ısrarla onun yüzüne değil…
“Nereden biliyorsun” diyor gözünün ucunda bir ışık
(Ya gerçekten sorarsa?)
cevabı bilmiyor yüzün, çığlık çığlığa bu yüzden
devam ediyor bir cevap beklemeye.
Devam ediyorsun beklemeye – gidebilmek için beklemeleri tüketip
suskunluğunuz gereken her şeyi söyleyince ve sen
bekleyişinin bıraktığı tüm izleri sildikten sonra…

[1] Alain Badiou, “Figures of Subjective Destiny: On Samuel Beckett”

Friday, January 23, 2009

(İngilizce’den bir Akhmetova çevirisi)

Konuk

 

Her şey eskisi gibi: Odanın camına vuruyor

havada uçuşan kar taneleri.

Ben dünkü çocuk değilim,

ama bir adam gelmişti o gün.

 

Ne istiyorsun?”  diye sordum.

Seninle olmak istiyorum dedi “cehennemde”.

Güldüm, “Eminim

ikimizi de yok edeceksin”.

 

İnce elini kaldırdı

hafifçe okşadı çiçekleri

Söyle bana seni nasıl öpüyorlar

söyle sen nasıl öpüyorsun

 

Kabullenmiş gözlerle

bakıyordu parmağımdaki alyansa.

Hiçbir çizgi oynamadı

ışıldayan şeytani yüzünde.

 

Ah! Biliyorum: Bu onun oyunu

derin, yoğun bir tutkuyla bildiği.

Benden istediği bir şey yok

ben de reddetmek zorunda değilim bir şeyi.

 

(1 Ocak 1914)

Selected Poems (Michael McKane çevirisi) Blodeaxe Books, 1989 sf. 65

Monday, January 12, 2009

Bir Stéphan Mallarmé çevirisi:

M’introduire dans ton histoire…

 

M’introduire dans ton histoire
C’est en héros effarouché
S’il a du talon nu touché
Quelque gazon de territoire

A des glaciers attentatoire
Je ne sais le naïf péché
Que tu n’auras pas empêché
De rire très haut sa victoire

Dis si je ne suis pas joyeux
Tonnerre et rubis aux moyeux
De voir en l’air que ce feu troue

Avec des royaumes épars
Comme mourir pourpre la roue
Du seul vespéral de mes chars

 

Kendimi öyküne eklesem

 

 

Kendimi öyküne eklesem

İçinde ürkek bir kahraman olurdu

Eğer deymişse çıplak topukları

O toprağın bazı çimenlerine…

 

Koşullanmış buzullara gelince,

Eritemeyecek bir toy günah bilmiyorum

Önleyemeyecek olsan da,

Zaferine kahkahalarla gülmeyeceğin

 

Söyle eğer neşeli değilsem

Yukardan izlerken o ateşin

Yıldırım ve yakutlarla açtığı deliği

 

İçinde etrafa saçılmış krallıklar…

Cansız mor tekerlekleri gibi

Savaş arabalarımın biricik günbatımının