Monday, November 23, 2009

2012
Maya takvimine göre 2012 yılında uygarlığı yok olma noktasına getirecek bir felaketi anlatan 2012 filmi, dünya çapında 105 film piyasasında vizyona girdiği hafta gişe rekorlarını kırarak birinci sıraya çıktı.

Film 157 dakika boyunca yanardağ, deprem, tsunami, uzaydan gelen tehlike, su, batan gemi gibi tüm bildik felaket senaryolarını başarıyla sergileyerek izleyiciye insanın doğa karşısındaki önemsizliğinin, çaresizliğinin ayırdına varmakla ilişkili estetik duygularını harekete geçirebiliyor.
Ancak 2012’yi; tarihinin sonuna gelmiş bir (kapitalist) uygarlığın, sermayenin yoğunlaşma, merkezileşme sürecinde iyice daralmış oligarşik egemen sınıfının, nasıl aşacağını bilemediği, ekonomik, ekolojik, enerji, gıda, hatta jeopolitik krizler karşısında, insanlığa bu krizlerinin biteviye tekrarlanan kötü sonsuzundan başka bir gelecek öneremediği noktada, ulaştığı nihilist momentteki ideolojisinin, arzularının bir semptomu olarak da okumak olanaklı.
Böyle bir okuma bize dünyayı, kendisiyle en yakın hizmetçileri dışındaki herkesten (emekçi sınıflardan) temizleyecek yeni başlangıçlar arzulayan bir egemen sınıfla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.
Janrın canlanması ve evrimi
Soğuk savaş döneminde giderek gerileyen felaket filmleri janrı, 1990’ların son çeyreğinde, küreselleşmenin krizinin belirginleşmeye başladığı dönemde, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, yeniden canlanmaya başladı.

Janrın, en büyük bütçeli filmlerine bakarsak, 1997’den bu yana, deprem, tsunami, yanardağ, salgın hastalık, küresel ısınmadan, terorizme, uzaydan gelen tehditlere kadar insanlığın geleceğini tehdit eden tehlikeleri konu alan yaklaşık 180 film saptayabiliriz. Neredeyse hepsi Hollywood ürünü olan bu filmler, hegemonik ülkenin egemen kültürünün kendisini ve dünyayı düşünme biçimleri, bu düşüncenin filmlerde yansıdığı haliyle geçirdiği evrim hakkında bize önemli ipuçları sunuyor.

Felaket filmleri canlanmaya başladığında, başlangıçta (örneğin, Armageddon, Outbreak) kahraman (her zaman Amerikalı) insanlığa yönelik tehlikeyi çok fazla bir hasara yol açmadan son dakikada önleyebiliyordu. Bazen kahraman kendini insanlık için feda etmek durumunda da kalabiliyordu. İkinci dalga filmlerde, kahraman, Amerikan devletinin önderliğinde dünyayı kurtarıyor ama büyük bir hasar yaşanmasını önleyemiyor (Deep impact, Independance Day). Üçüncü aşamada, kahramanın dünyayı kurtarması söz konusu değil. Bu yüzden yalnızca sevdiklerini kurtarmaya çabalıyor (The Day after, Happening, The Day the Earth Stood Stil), ya da felaketi kabul ediyor (Knowing). 2012 filmi bunlardan, birçok noktada ayrılıyor. Artık kurtuluş dünyanın değil seçkinlerin kurtuluşuna indirgenmiştir. Kurtuluş kahramanların özverisine değil, G8+Çin’den oluşan (G9) grubun oligarşisinin devletlerin işbirliğine bağlıdır. Filmdeki, başarısız yazarın ve Çinli bir işçinin ailesi oligarşinin gemisine gizlice sığınarak kurtulurlar. Diğer kahramanımız, bilim adamı, felaketi halktan saklamakta oligarşiyle işbirliği yaptığı için gemide bir yer bulabilir. Diğer bir deyişle, 2012’de kahramanların insanlığı kurtarması gibi bir durum söz konusu değildir. Aksine, “kahramanların”, (bu bencil, korkak yaratıklara kahraman denebilirse) kurtuluşu egemen sınıfın ortak iradesine bağlıdır. Filmin belki de tek gerçek kahramanı, yaklaşan felaketi ısrarla halka anlatmaya çalışan (filmdeki tek gerçek oyunculuk örneğini sunan Woody Harrelson’un canlandırdığı) hippi radyo programcısıdır. O kurtulmaya çabalamayı değil, ölmeden önce, olayı en yakından izleyerek “güzelliğinin” tadına varmayı seçer.

2012 filminde bilim insanları, felaketin tarihini yaklaşık 2 yıl önceden saptıyorlar. Burada ilginç olan “Mayalar çok önceden biliyordu” efsanesi değil; bu tarihin, yaşanacak felaketin, G9 grubunun liderlerinin üst düzey teknokratları dışında kalan 6-7 milyar insandan büyük bir titizlikle saklanması, halkı uyarmaya çalışan bilim insanlarının soğukkanlılıkla öldürülmesidir. Bu bilginin halktan saklanmasının nedeniyse, panik, kaos korkusudur. Ama, halkı bir plan aracılığıyla kurtarmayı engelleyebilecek bir kaos değil. Bu, egemen sınıfların, servetlerini kaybetmelerine yol açacak bir borsa paniğinin, hazırlık yapmalarını engelleyecek bir siyasi tepkinin korkusudur. Egemen oligarşi kendini kurtarmak için dokuz devletin dışındaki devletlerin egemen sınıflarını, dünya halklarını, herhangi bir tedbir almayı deneme şansından yoksun bırakarak yok olmaya mahkûm etmiştir.

Bu sırada dokuz devletin liderleri, en üst düzey bürokratları, Çin’de (ABD’de veya Avrupa’da değil) Tibet’te bir yerde (akla faşist fantezi Şangri-La geliyor) tüm dünyayı sular kapladığında hayatta kalmalarına olanak sağlayacak gemilerin inşasıyla meşguldür. Bu girişim, dünyanın en zengin insanlarına adam başı bir milyar Avro’ya (Dolar, Yen değil) yer satılarak finanse edilmekte, müzeler boşaltılarak insanlığın mirası gemilere taşınmakta, gasp edilmektedir.

Oligarşinin, en yakın çevresinin gözü o kadar dönmüştür ki.. son anda, telaşla gemilerin kapaklarını kapatarak, yer sattığı insanları (sınıfın ikinci düzeydeki üyelerini) almadan gitmeye, kontratı bozmaya dahi hazırdır. Bu noktada kahraman “ahlaklı” bilim adamıyla, soğukkanlı üst düzey bürokrat arasında yaşanan tartışmaysa utanç vericidir. Kahraman, “Yeniden başlıyoruz, büyük bir haksızlıkla başlarsak, bunu çocuklarımıza anlatamayız”, diyerek itiraz eder. Utanç verici olan, kahramanın, 6.5 milyar insanı arkada bırakmış olmaktan değil, sayıları yüzlerle ifade edilecek bir multimilyarderler grubundan söz ediyor olmasıdır. Dahası, son anda kapakları açılarak bu insanlar içeri alınmaya başlandığında, yapımcının uyguladığı görsel tekniklerle, müzikle, adeta gözlerimizin dolmasını amaçlamadığını; filmin, bizden, hepimiz yok olurken yaşayacak olan bir avuç parazitin kurtulmasına bakarak bir katarsis yaşamamızı beklediğini görüyoruz.

Afrika’nın yeniden kolonizasyonu
Bu bağlamda filmin aslında iki sonu olduğu söylenebilir. Bu katarsis ile amaçlanan “birinci son” izleyiciye, 6.5 milyar insanın geride bırakıldığını unutturmayı amaçlıyor. Filmin, ikinci, belki de gerçek sonuysa bu katarsis’i izleyen sinsi senaryoyla ilgili.

Filmin sonunda, Amerika, Avrupa ve hatta Asya toprakları, bunların üzerinde yaşayan halkları yok olmuş; kapitalizmin yarattığı dünyanın, yoksulluk, sınıf mücadelesi, nüfus artışı, iklim değişikliği gibi sorunları kendiliğinden çözülmüştür. Afrika yükselmiş, tek yaşanabilecek kara parçası haline gelmiştir.

Bugün gerçek dünyada, Afrika kıtasının doğal zenginliklerini, mineral kaynaklarını, kıymetli taşlarını, verimli topraklarını ele geçirmek için rekabet eden G9 ülkelerinin egemen sınıfları, filmin sonunda, bir işbirliği, eşgüdüm içinde, yanlarında gerekli teknolojik kadro, araç gereçle donatılmış gemileriyle bu “bakir kıtaya” doğru yol almaktadırlar. Şimdi, Afrika’yı, yeni bir yerleşimci sömürgecilik (kolonizasyon) beklemektedir.

Kapitalist uygarlığın nihilist momentinin bir ürünü olarak “2012”, oligarşinin, insanlığın toptan yok oluşuyla ve sömürgecilikle birlikte gelece bir “yeni başlangıç” fantezisi kurguladığını söylüyor. Bu, filmin belki de gerçeğe en yakın, bu yüzden de en korkutucu yanı.