Thursday, July 29, 2010

“Evrim ve devrim” yine “iç içe"mi geçiyor?

Durun hemen telaşlanmayın. Kimseyi, “öncü savaşı” başlatmaya çağırmıyorum. Ama, o zaman, kimi komünistlerin [[1]], “Evrim ve devrim iç içe” saptamasını, “suni denge” ve “emperyalizmin içsel olgu” olması, “oligarşik dikta” gibi kavramlarla birlikte dile getirmeye yönlendiren koşullara benzer koşulların oluşmaya başladığını düşünüyorum.

Kimseyi öncü savaşına çağırmıyorum, çünkü o zaman, yapıyı dönüştürmek için, o mücadele biçiminden başka çare kalmadığını düşünmeye yol açan koşullar, daha o zaman, o mücadele biçimiyle dönüştürülebilecek düzeyi çoktan aşmıştı. Mahir’in “suni denge”, “içsel emperyalizm” ve “oligarşik dikta” kavramlarıyla yakalamaya çalıştığı realite, bugün çok daha derinleşmiş ve karmaşıklaşmıştır. Dolayısıyla telaşlanmaya gerek yok…

Öyleyse ne? “Evrim ve devrim iç içe” kavramının çok özel bir konjonktürü tanımlayabilmek için tasarlandığını düşünüyorum da ondan. Mahir’in bu “iç içe” geçme kavramının tüm potansiyellerinin ayırdında olup olmadığını saptamak zor. Ama olduysa da bunu anlatmaya vakit bulamadığını biliyoruz. Ancak, “kesintisizler"i yazıldıkları dönemin içine koyarak okursak, Mahir’in bu kavramı, tarihin çok hızlandığı, toplumsal yapının çözülmeye, değişikliklerin hızlanmaya başladığı "toplumsal yapı"ların kendilerini ufak tefek değişikliklerle yenileyemeyeceğinin, buna karşılık, reform taleplerinin, sosyalist mücadelenin tüm potansiyellerini hem tüketemeyeceğinin hem de, hızla etkisizleşmekte (egemen sınıfların uzlaşma kapasiteleri, manevra alanları kayboluyor) olduğunun bilinçlere çıktığı bir konjonktürde ürettiğini söyleyebiliriz.

Somutlarsak, kapitalizm yapısal krizi, daha sonra 1968 olayları olarak tarihe geçecek büyük bir devrimci kabarışla açılmıştı. 1968 olayı, kapitalizmi olduğu kadar, zamanın sosyal demokrasi, Sovyet Sosyalizmi gibi egemen siyasi söylemlerini de hedef alıyordu. Dikkatler “III. Dünya”ya, proletaryadan, köylülüğe, bağımsızlık savaşlarına yöneliyor, Küba, Vietnam ve o sırada yaşanmakta olan Çin kültür devrimi üzerinde yoğunlaşıyordu. Egemen iktidar ve muhalefet söylemlerinin verimliliği hızla dağılıyordu. Aynı anda ABD hegemonyasının gerileme sürecine girdiğine ilişkin veriler hızla birikiyor, yönetici sınıflar, Latin Amerika’dan İran’a Ortadoğu’ya yönetemez hale geliyor, muhalefetler etkisizleşiyordu.

En önemlisi, komünistler açısından, “zaman” günlük pratik, yayın faaliyeti, kitle içinde kadro çalışması, reformlar için mücadele süreçleri içinde adım adım ilerleyen bir mücadele ile enerji biriktirerek yapıyı değiştirecek siyasi alternatifi inşa etmeye izin vermeyecek biçimde hızlanıyordu… “Tarih” kah birikerek, kah sıçrayarak, verili yapılardaki çözülmeyi hızlandırararak [[2]], ilerlemeye başlamıştı ve iyi bir yere doğru gitmiyordu.

O zaman kimi komünistler, adeta Termopil’de [[3]] olduklarını düşündüler. Kazanma ve kaybetme olasılıklarından bağımsız olarak, bu sürece bir kısa devre yaptırarak tarihin önüne geçmeye, inisiyatif ele almaya karar verdiler. Sonuç, Termopil’de ölen Leonides ve arkadaşlarınınkinden farklı olmadı. Ama 40 yıl sonra geri dönerek üzerinde düşünülecek, siyasi ve etik bir miras bıraktılar.

İşi aslına bakarsanız, 1970’ler bizden zamanda belki kırk yıl uzak ama, o yıllarla hala aynı “long durée”yi (uzun tarihsel dönemi) paylaşıyoruz: Hala aynı yapısal krizin (olaylar kümesinin) içindeyiz ve hala 1968 dalgasının geri çekilmesiyle başlayarak 1980’larin başında, sermayenin özgürlükleri açısından bir restorasyona dönüşen gericilik dalgasının içindeyiz…

Bu “uzun tarihsel dönemi”, son bir yılın içine lokalize edersek, “Evrim ve devrim iç içe kavramının” içerdiği unsurlarının hemen hepsini, bir eksiğiyle (!), bu lokalize ettiğimiz dönemde bulabiliriz diye düşünüyorum. Özellikle, son İnegöl ve Hatay olaylarının ışığında bakarsak…

İnegölve Hatay olaylarının söyledikleri

İnegöl ve Hatay olayları, öncelikle yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediğini, yönetilenlerin de bu durumun ayırdına varmaya başladığını gösteriyor. Birincisi PKK, operasyonlarını, artık inisiyatifi eline aldığına inandığını gösteren bir rahatlıkla ve cüretle düzenliyor.

Devlet’in güvenlik güçleri, öncelikle Asker sürekli kayıp veriyor, bu kayıpları da önleyemez gibi görünüyor. Gazeteler, bu çatışmaların yarattığı günlük ölümlerin Afganistan’ı geçtiğinden söz edebiliyor. Eğer PKK’nın, uçaklara, helikopterlere karşı kullanılan taşınabilir füzeler aldığına ilişkin söylentiler doğruysa, bu görüntünün çok daha karanlık biçimler alarak güçleneceğini söyleyebiliriz. Saldırıların polisi de hedef almaya başlaması, genişlemeye devam edeceğini düşündürüyor. Dahası PKK’nın bu saldırıların iç savaş ortamına açılan toplumsal ve topluluklar arası sonuçlarından çekinmediği, hatta bu sonuçlardan ülke çapında ve uluslararası alanda enerji toplamayı umduğu söylenebilir.

İkincisi, PKK’ya ve Kürtlere yönelik “kendiliğinden” tepkiler, İnegöl’de olduğu gibi aniden devlet güçlerini hedef almaya başlayabiliyor. Bu yeni durum, egemen ideolojik (simgesel) sistemin verimliliğinin ne kadar düştüğünü, “yapı"nın kendini insanlara, insanların da, topluma ve kendi konumlarına ilişkin öyküleri kendi kendilerine anlatmakta büyük zorluk çekmeye başladıklarını gösteriyor.

Bu, “yapı"yı değiştirmeye çalışanlar açısından büyük potansiyeller sahip bir süreç ama, aynı zamanda bir o kadar da büyük tehlikeleri içeriyor. Büyük potansiyellere sahip, çünkü toplumsal “yapı"ya, asker-sivil yönetenlere güvenini kaybetmekte olan bir toplumsal huzursuzluğun gelişmeye başladığı söylenebilir. Diğer bir değişle, halkın birikmiş düş kırıklıklarının, ekonomik, siyasi hatta kültürel kaygılarının ve korkularının, yönetenlerin kendilerini aldattığına ilişkin kuşkularının hep birlikte patlamaya başladığını görüyoruz. İnegöl ve Hatay olayları, daha büyük bir depremin “öncü sarsıntıları” gibi duruyorlar.

Bu “durum” çok büyük tehlikeleri de içeriyor, çünkü insanlar kendilerini öncelikle içinde yaşadıkları ideolojik yapıların (anlamlandırma sistemlerinin) kavramlarıyla ifade ederler. Bugün insanları en çok şoven milliyetçilik, dinci bağnazlık temelinde şekillenmiş anlamlar sistemi etkiliyor. Toplumsal basıncın kendini ilk önce bu kavramlarla ifade etmesi olağan bir gelişme: Kürt düşmanlığı… Büyük bir olasılıkla sırada, daha “saf, uzlaşmaz” dini siyasi öneriler de, dillendirilmeyi bekliyor.

Bu ideolojik kargaşa, canlı bir toplumsal kıpırdanma, “dışarıdan müdahele"ye, diğer bir değişle, bölge jeopolitiği içinde, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini yönlendirmek isteyen çeşitli oyuncuların provokasyonlarına açık ve verimli bir ortam yaratıyor.

Türkiye’yi yönetenlerin ise, böyle karmaşık, patlayıcı bir ortamı denetim altına alacak, sadeleştirecek ve fünyesini çözecek bir beceriye ve olanaklara sahip olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu, aslında kimsenin dillendirmek istemediği, ciddi bir siyasi kriz demektir. Bu krizin çok çarpıcı bir “semptomunu”, İç İşleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Ne yapıyorsanız yapın Amanosları Temizleyin” ifadelerindeki iki gariplikte görebiliyoruz.

Birincisi, bakan panik halinde, kocaman bir bölgenin “temizlenmesini” (ne demekse), hem de “ne yapıyorsanız yapın” ifadesiyle güvenlik güçlerine, orduya adeta açık çek vererek istiyor. Geçmişte verilen böyle açık çeklerin üzerine maddi ve manevi açından çok büyük meblağların yazıldığını biliyoruz. İkinci gariplik de, Bakanın, bu talebi, hakkında tutuklama emri olan bir komutana veriyor olmasında yatıyor. O sırada orada bulunan bir CHP’li il yönetim kurulu üyesi Ubeydullah Kolcu’nun “komutanları içeri atıyorsunuz, kim temizleyecek?” sorusu cevapsız kalırken, devletin içine düştüğü siyasi krizin diğer boyutunu da ortaya koyuyor.

Diğer taraftan, bir süredir emekçilerin, orta sınıfların ekonomik koşulları bozulurken, toplumsal piramidin en üst dilimlerinde, özellikle hükümete yakın çevrelerde yaşanan büyük servet birikmesi toplumun geniş kesimleri tarafından dikkatle izleniyor. Tüm bunlara ek olarak son haftalarda açıklanan, dış ticaret, sermaye hareketleri, borçlara ilişkin veriler, ekonomik koşulların daha da bozulacağını gösteriyor.

Özetle, Türkiye’de Mahir’in “evrim devrim iç içe” kavramıyla, ait olduğu dönemde, yakalamaya çalıştığı realitenin özelliklerini andıran, ama çelişkileri çok daha sert, toplumsal ilişkileri çok daha karmaşık, bir konjonktür gelişiyor. Üstelik, bu gün, toplum 1970’lerdekinden çok daha yakından (kameralar, telefon dinlemeler, merkezi veri bankaları vb… ) ve derinden (özendirici, hazlara ve statüye yöınelik tüketim, kredi tuzağı, reklamlar ve TV dizileri) denetleniyor. Dünya ekonomisi ve siyaseti de 1970’ların başındakine göre çok daha şiddetli istikrarsızlıklar ve belirsizlikler sergiliyor.

Ama tüm bu olumsuzluklar içinde, 1980’lerde başlayan gericilik (restorasyon) döneminin sonuna gelinmekte olduğunu gösteren belirtiler de yok değil. Kriz restorasyonun temel varsayımlarını (neo-liberal postmodern- yeni muhafazakar) çökertti. Sermayenin, karlarını restore edebilmek, krizin yükünü üzerinden atabilmek için, işçi sınıfına hem de metropol ülkelerinde küresel bir saldırı düzenlemekten başka seçeneğinin kalmadı. İşçi sınıfıysa, bu saldırıya direnmeye kararlı görünüyor.

Uluslararası düzeyde küresel ekonomiyi düzenleyecek bir merkez kalmadı. Büyük güçler arasında, kaynaklar ve piyasalar üzerinde rekabet giderek kızışıyor. Bu gelişmekte olan ülkelerin hükümetlerine yeni manevra alanları açıyor. Bu sırada küresel çapta en ileri iletişim, bilgi işlem teknolojileri üzerinde, yeni bir çalışanlar, “orta sınıf proletarya” tabakası şekilleniyor. Bu yeni “orta sınıf proletarya” küresel ısınma, enerji sorunu, barış ve insan hakları, bireysel-cinsel özgürlükler, kadın hakları, gibi “evrensel boyutlu” konulara duyarlı, yaşam dünyasını tehdit eden bu gibi sorunların çözümünün uluslararası işbirliği ve eşgüdüm gerektirdiğinin giderek daha fazla ayırdına varığını gösteren özellikler sergiliyor. Bu görece iyi eğitimli, otoriteye tavırlı, kozmopolitliğe, enternasyonalist reflekslere eğilimli, çoğu kez birden fazla dili konuşabilen, yeni teknolojilerin avantajlarından yararlanarak küresel çapta muhalefet kampanyaları örgütleyebilen, yeni “orta sınıf proletarya”nın şekillenmekte olması çok önemli. Bu yeni sınıf sekilenmesi, gericilik dönemine son verebilecek, anti-kapitalist projeler açısından yeni olasılıkları gündeme getirebilecek bir dalganın enerji kazanmaya başladığını düşündürüyor.

Tüm bunlar, hep birlikte, tarihin yeniden, kah nicelik birikimleriyle, kah sıçrayarak, çoğu zaman her ikisini birden sergileyerek ilerlemeye başladığı bir döneme işaret ediyor… Bu dönem de kendi özelliklerine uygun, siyaset tarzlarını bir an evvel yaratmayı gerekli kılıyor. Geçmişten ders çıkaramayanların geçmiş hataları tekrarlamaya mahkum olduğunu vurgularken, önce geçmişin ve geleneğin öneminin ayırdına varmak gerektiğini de anımsayalım.



[1]Komünist” kavramı burada, bir partiye, bir devlete, bir siyasi kampa ilişkin değil, kapitalizmin ötesine geçmeye, baskı ve sömürüden arınmış bir toplum tasarlamaya ve kurmaya kararlı siyasi duruş/seçenek/sadakat anlamında kullanılıyor.

[2] Avusturyalı şair, edebiyat eleştirmeni Hugo Hofmannsthal’ın (1874-1929) yaklaşık yüz yıl önce, yaşadığı dönemi anlatmakta kullandığı Gleitende kavramına uygun bir biçimde: Her şey kayıyor, elden kaçıyor, bölünüp çoğalıyor, belirsizleşiyor, hızla değişiyor…

[3] Pers imparatoru Kserkes’in yağmacı ordusunun Isparta’ya girmesini engellemek için ne pahasına olursa olsun savunulması gereken dar boğaz…

Thursday, July 22, 2010

Yazık olacak bu küçük gezegene

İnsanlık çok garip bir dönemden geçiyor. Üç yüz yıldır geliştirdiği toplumsal örgütlenme ve üretim biçimleri, bu gün insanın salt “yaşam dünyası”nı değil, gezegeninin doğal çevre dengesini, karmaşık yaşam türlerini hızla yok olma noktasına doğru sürüklüyor.

Ancak en akılcı, etik açıdan en kaçınılmaz seçenek, gündemde bile değil. Çok ufak bir azınlık dışında kimse bu seçeneği hayal bile edemiyor. Diğer taraftan itiraf etmek gerekir ki (kendimi de içine katarak söylüyorum) bu seçeneğin ayırdında olanlar; alacağı biçimler, gerçekleşme süreci üzerine bu gün pek fazla bir şey söyleyemiyorlar. Adeta, Kafka’nın dediği gibi “Evet umut var, ama bizim için değil,” türünden bir ruh hali içindeyiz. Hâlbuki zaman bir süredir hızlanarak akıyor…

Evet, kapitalizmin yol açtığı felaketlerden ve komünizmden, daha doğrusu “komünist hipotez”den söz ediyorum. Artık, sosyalizm, sosyal demokrasi, sol vb kavramları, bu ayrımların geçen yüzyılda kaldığını kabul ederek bir kenara bırakmak ve Komünizm olasılığını, bu günün, bir ölüm makinesine dönüşen dünyasından çıkmak için tek akılcı, “gerçekçi” seçenek olarak konuşmak ve düşünmek gerekiyor.

Çok mu radikal, hatta sekter bir yaklaşım bu? Durup dururken komünizmden söz etmek, ulusal etnik ayrımcılık, cinsel baskı gibi sorunları, emperyalizme, ulusal ve cinsel baskıya karşı mücadeleyi askıya alan, erteleyen bir yaklaşım olmuyor mu? Bu sorular son derecede haklı kaygıları dile getiriyorlar.

Üretici güçler sorunu

Gelin en baştan, “üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engeller” sorunundan başlayalım. Kapitalizm, bu gün dünya üzerindeki tüm ekonomik sistemleri, üretim tarzlarını ve ilişkilerini kendine tabi kılmış, “ekolojik hakimiyetini” tümüyle kurmuş durumdadır. Kapitalizm kendinden farklı tüm ekonomik, kültürel ilişkileri, “dünyaları” çözmeye, dönüştürmeye ve kendine benzetmeye, diğer bir deyişle, “geliştirmeye” devam ediyor.

Ama aynı zamanda, bu gelişme, bir taraftan tüm doğal kaynakların, kamusal alanların, hatta özel ilişkilerin metalaşmasına, piyasa ilişkileri içine çekilmesine ve kar dinamiğine tabi kılınmasına yol açıyor. Che Guevara’nın imajından, “çevre dostu” yatırımcılara, “pembe” (eşcinsellere yönelik) piyasalara kadar tüm muhalefet alanlarının piyasa içine çekilmesi, İnternette boy göstermeye başlayan arkadaş kiralama siteleri, metalaşmanın ulaştığı absürd boyutu sergilemiyor mu?

Tüm doğal kaynaklar, insanlar arası ilişkiler metalaşarak kar dinamiğine tabi kılındıklarında da, aklı, insani kaygıları, vicdanı olmayan bir şeye, bir soyut ilişkiye, sermayeye tabi kılınmış olmuyorlar mı? Bir ahlaka, bir toplumsal aidiyet anlayışına, gelecek kaygısına, ölüm korkusuna sahip olan insan, tüm bunları tanımayan bir ilişkiye tabi olmuş olmuyor mu? Tüm özgürlüklerini, karar alma kapasitesini kaybetmiş olmuyor mu?

Ama bireylerin kendi aklı yok mu? Ama medya sabahtan akşama kadar onlara ne düşünmeleri, neleri beğenmeleri, neleri yüceltmeleri, neleri konuşmamayı öğrenmeleri, en son hangi malı tüketmeleri gerektiğimizi, düşünmeye fırsat vermemecesine söylemiyor mu? Medyanın sunduğu imajları kabul edip, koşullara uymaya çalıştıkça, bu bireylerin günlük yaşantıları, bedensel görüntüleri, ilişkileri, onlara daha yetersiz daha umutsuz gelmiyor mu? Medyanın koyduğu hedeflere ulaşamadıkça daha tatminsiz insanlar olup umutsuzca, alış veriş merkezlerine, en son moda markaya koşmuyorlar mı? Koşacak paraları yoksa kopyasını almaya, o da yoksa alacağı günü hayal etmeye çalışmıyor mu bu bireyler? Henüz pre-kapitalist ilişkilerin tam olarak çözülemediği, ama artık günlerini saydığı topluluklarda yaşıyorlarsa, bu malların kendilerinden önce imajları onlara ulaşmıyor mu? Mallara olan gereksinimi, talebi, hatta tutkuyu, mallar onlara ulaşmadan önce üretmeye başlamıyorlar mı?

Bu sırada, bu çılgın tüketim sürecine üretim yapan sanayi ve hizmetler gezegenin doğal kaynaklarını, doğal dengeyi bozacak düzeyde tüketmeye devam etmiyor mu? Biteviye üretim kapasitesi yaratan sermaye birikmeye devam etmek için bu tüketimi körüklemiyor mu? Körüklemek için para yaratıp kredi olarak dağıtıp daha kazanılmamış gelirlere bu günden el koymaya çalışmıyor mu? Sermaye kuyruğunu yiyen bir yılan gibi değil mi? Kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışan bir toplum değil mi bizimkisi?

Halen ABD’li insanın tükettiğinin yalnızca %8’ni tüketen Çinli, daha azını tüketen Hindistanlı insanların da refahını arttırmaya, o tüketim düzeyine ulaşmaya hakkı yok mu? Varsa bu yolun sonu, daha şimdiden görüldüğü gibi, çevresel felaketler, kıt kaynaklar üzerinde, en son teknolojilerle patlak verecek yerel, giderek küresel savaşlar değil mi?

Tüm bu sorulara cevap verdiğimizde şöyle bir sonuca ulaşmamız kaçınılmaz değil mi? Marx, hiçbir üretim tarzı bünyesindeki tüm üretici güçleri geliştirmeden yerini bir başkasına bırakmaz diyordu. Bu gün kapitalizm, bünyesindeki tüm üretici güçleri geliştirdi. Üretici güçlerin kapitalizm içinde “gelişmeye” devam etmesi, insanlığı, Hegel’in “Kötü sonsuz” dediği sürece soktu: Nitelik değişimine yol açamadan birikmeye devam eden niceliksel değişimlerin getirdiği bir canavarlaşma ile karşı karşıyayız!

Artık üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak değil sorunumuz. O kapitalizmin kendinden önceki üretim tarzlarıyla mücadele ettiği, insanlığı dini, feodal, despotik devletlerin elinden, kölelikten, somut (etnik, dini) aidiyetlerden kurtarıp, vatandaşlık, sınıf gibi soyut aidiyetler üzerinde eşitlediği, “özgür” bireylere dönüştürdüğü dönemindeki bir seçenekti. Şimdi, üretici güçlerin gelişmesini durdurmak, onları kapitalizmden kurtarmak ve yeni bir gelişme yolunu düşünmek gerekiyor.

Yoksa, her şeyi, nesneleri ve anlamları metalaştırarak, kar sürecine tabi kılarak, tüketerek, yok ederek süren bu ‘gelişme’, binlerce yıllık uygarlığın birikimini, bu süreçte gelişen karmaşık insan öznelliklerini, kültürel mirası, hepsinden önemlisi biyolojik anlamda, insanın içinde yaşadığı eko-sistemi yok ediyor.

Medyada her gün bir felaketin boy göstermesi, her felaketin bir kar nesnesine, yarattığı şokun, kitle kontrol, disiplin ve şekillendirme aracına çevrilmesi gelinen noktadan öteye, en temel insani değerlerden vazgeçmeden devam etmenin olanaksızlığını göstermiyor mu?

Bir başka seçenek olmak zorunda

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Tabii ki geçmişin yükü her zaman omuzlarındadır. Ama yaparlar! Yakın zamana, 30 yıl öncesine kadar insanlığın en önemli sorunu ve görevi yeni insanı yaratmaktı. Aydınlanma geleneği, onun Fransız devriminden, Paris Komününden, Ekim Devrimi, Çin, Küba devrimlerinden geçen yolu, bize bunu söylüyordu. Umut vardı ve bizim içindi! Çünkü Aydınlanma insanın kendini ve yaşam dünyasını, aklına dayanarak yeniden yapabileceğini, öyleyse yapması gerektiğini söylüyordu. Babeuf’ün “eşitlerin topluluğu” kavramından, neo-liberal post - modern restorasyona ve 1989 çöküntüsüne kadar geçen tarihsel dönemde, yapılması gereken işin, insanlığın siyasi hedefinin, projesinin teorik adı da komünizm idi.

Geçtiğimiz 30 yılda bu gelenek büyük bir darbe yedi. Restorasyon, insanın kendini ve toplumunu yeniden yapma istencini totaliter rejimlerin ve şiddetin kaynağı olarak ‘mahkum’ etti. Böylece sermayenin totaliter (kendisinden farklı, başka bir ilişkiye izin vermeyen, hemen imha ederek kendine benzeten) yapısal diktatörlüğü ve nesnel terörü (açlık, yoksulluk, devletlerin sömürge savaşları) egemen oldu, doğallaştı hatta sıradanlaştı.

İnsanı, yeni toplumu ve insanı yapmaktan vazgeçtiğine göre geride yalnızca kar yapmak ve haz tatmin etmek, sermayenin Matrix’ine bağlı, haz yumağı biyolojik üniteler, “haz makineleri” olarak yaşamaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Sanatın anlamdan kaçması, pornografi, uyuşturucu bağımlığı ve tüketim manyaklığı insanın kaderi mi olacaktı “tarihin sonun”da... Kapitalist toplum, bizzat kendi entelektüellerinin, “tarihin sonu”ndan söz ettiği bir noktada değil miydi? Yolun sonunda değil mi bu toplumsal örgütlenme?

Bu seçeneksizlik insanlığı bugünkü noktaya getirdi. Şimdi, yıllardır bu anlayışı üretenler, kapitalizmin nesnel terörü karşısında en kapsamlı “apologia” söylemlerini üretenler, şimdi sürdürülemezliğin hakikatini görüp korkuyorlar, çare arıyorlar. Ama gerçek seçeneği tartışmamaya büyük özen gösteriyorlar. Tüm “başka”ların hakları konuşulmak durumundadır, insanlığın karşısındaki en büyük başka (insan olmayan) sermaye karşısındakilerin hakları konuşulmamak koşuluyla… Her türlü özgürlük geçerlidir, sermayeden başka bir rejim seçme özgürlüğü hariç. Her türlü totaliter rejime karşıyız, sermayenin totaliter rejimi hariç! Demokrasi sonuna kadar arzulanmalıdır, sermaye düzeni içinde kalmak koşuluyla…

Amaç yine her şeyin (sermaye dünyası) aynı kalması için her şeyi değiştirmek. Yapının (bütün’ün) temel özelliklerini, onu oluşturan tüm parçaları değiştirerek korumak. Sürekli değişmek, kapitalizmin sınırları içinde… Ama bu boşuna bir çabadır!

Üretici güçleri geliştirerek, yeni teknolojiler, yeni örgütlenme (disiplin ve cezalandırma) yoluyla bütünü, sorunlarını aşarak korumak! Kötü sonsuzda ilerlemeye devam etmek… Boşuna bir çabadır! Her gün sermayenin gerçek yüzünü sergileyen bir felaket, her gün bir köşede sermayenin yapısını sorgulayan bir “olay” patlak veriyor. Kitleler yine hareketlendi, yine itiraz ediyorlar, arıyorlar…

Latin Amerika’dan, Avrupa’ya, Atina, Lizbon, Roma sokaklarından, Ankara’da Tekel işçilerinden, Tahran’da, Bangok’da “yeni orta sınıf proletaryanın” öfkesine, Çin’deki yeni sanayi proletaryasına kadar, baskıya ve sömürüye isyan ediyor insanlar. İnsanlar, tüm farklılıklarını birlikte, dayanışma ve dostluk içinde yaşamak, piyasaya kaptırdıkları özgürlüklerini geri almak istiyorlar.

Bu hareketlerin, isyanın, sorgulamaların ve istediklerinin tarihsel adı aslında komünizmden başa bir şey değil! İnsanlar birlikte özgürce, sömürü ve baskı olmadan, güven içinde, barış içinde yaşayabilmek, “yaşam dünyaları”nı birlikte, insanlığın ve gezegenin çıkarlarını gözeterek yeniden üretmeye, üretici güçleri yeni bir yapı, ama kalıcı olmayan, akışkan, dinamik bir yapı içinde geliştirmenin yollarını bulmak istiyorlar.

Hala böyle temel sorunlarla ve taleplerle uğraşıyor olmasının gösterdiği gibi insanlık, daha çok genç. Ne bilimi, ne teknolojiyi, hatta kendi biyolojik varlığını tüm kapasiteleriyle geliştirecek aşamaya ulaşamadı. Hala bu ufacık gezegenin ötesine geçemiyor. Adeta Amazon ormanında kapalı kalmış küçük kabileler gibi bu mavi gezegen sonsuz evrenin içinde…

Çok yazık olacak bu organizmaya, eğer düşünmeyi, iyi, kötü, ahlak kavramlarını, konuşmayı, hayal kurmayı, sanatı, tanrı yaratmayı ve sonra öldürmeyi öğrendikten sonra gelip de bir kar makinesinden başka bir şey olmayan, çevresini bir virüs gibi yok edene kadar tüketen sermayenin kar sürecinde yok olursa…

Sunday, July 18, 2010

Middlesex Komünü 2010

(Yeni Harman Temmuz 2010)

Geride bıraktığız 60 yılın en sert mali krizinin genel bir çöküntüye dönüşmesini önlemek bahanesiyle, Batı ülkelerinde devletler bankaların zararlarını ve batık alacaklarını üstlendiler. Böylece Kamu maliyesinde büyük bütçe açıkları ve borç yükü oluştu. Şimdi mali piyasalar devletlerden, bu açıkların kapatılmasını, borçların azaltılmasını istiyorlar. Devletlerde bu yükü halkın sırtına aktarmak için toplumsal harcamaları hızla kısmaya başladılar. Sağlık, sosyal güvenlik kurumlarının yanı sıra eğitim sektörü de bu mali krizden payını alıyor.

Bu ortamda, kaynak sıkıntısına düşen üniversitelerin, birçok bölümünün daraltılması personel çıkartılması hatta kimi bölümleri kapatması bekleniyordu.

İngiltere’de akademik çevrelerde yaşananlar, ilk önce felsefe ve sosyal bilimler bölümlerinin bıçağın altına yatırılacağını düşündürüyor. Bu süreç ilk önce Londra Middlesex üniversitesi felsefe bölümünu hedef alarak başladı. Ancak Liverpool üniversitesi ve Londra King’s College üniversitelerinin felsefe bölümlerinin de tehdit altında olduğuna ilişkin haberler, yaşananların salt mali bir süreç olmadığını gösteriyor. Belli ki “sistem”, kesintilere kendisi için en az “gerekli”, hatta belki de tehlikeli gördüğü noktalardan başlıyor.

Saldırı ve direniş

Londra’daki Middlesex Üniversitesi, 26 Nisan 2010 günü, dünyaca ünlü felsefe bölümünü( Modern Avrupa Felsefesi Araştırma Merkezi –CRMEP)) “mali olarak sürdürülemez” gerekçesiyle kapatacağını açıkladı. Bu açıklamanın hemen ardından hiç beklenmedik bir şey oldu. Felsefe bölümü öğrencileri ve eğitim görevlileri fakülte binasını işgal ettiler. Binanın ön yüzüne “üniversite bir fabrikadır, grev yap işgal et” yazılı devasa bir pankart asıldı ve kapatma kararına karşı bir kampanya başlatıldı.

Bu beklenmedik gelişmeyi başka beklenmedi gelişmeler izledi. Bu kampanya İngiltere’nin önde gelen gazetelerinde çıkan yazılarla ve diğer üniversitelerden gelen destek mesajlarıyla hızla büyüdü. Dahası, CRMP’yi kapatma ya karşı kampanya kısa sürede uluslararası bir boyut kazandı.

İdareyle görüşmeye giden öğrenciler, karşılaştıkları aşağılayıcı tavır üzerine önce toplantı salonunu işgal ettiler. İşgal hızla tüm fakülte binasına yayıldı. Dahası, işgal uluslararası akademi dünyasında da yankılar bulmaya başladı. İmza kampanyasın katılanların sayısı 15,000’i geçti. Naom Chomski, bir açıklama yaparak kapatma kararını protesto etti. Ardında, aralarında Etienne Balibar, Alain Badiou, Slavoj Zizek, Jacques Ranciere, Antonio Negri, Michale Hardt, Simon Crichley, Judith Butler, Peter Sloterdijk, Gayatri Spivak’ın da bulunduğu uluslararası alanda tanınmış 30 filozof, Times Literary Supplement’ta (Time gazetesinin Eğitim eki) bir protesto mektubu yayımlattılar. Mektup, araştırma projeleriyle ünlü bir felsefe fakültesine ilişkin bu ani kapatma kararının yalnızca İngiltere açısından değil uluslararası düzeyde de büyük kaygı uyandırdığını vurguladılar. Öğrencilerin işgali sürerken ICA (Londra Çağdaş Sanatlar Enstitüsü) 19 Mayısta “Felsefeden kim korkar” başlıklı halka açık bir tartışma toplantısı düzendi.

Haftalar boyunca okulun önünde protesto gösterileri düzenlendi kampanya aralıksız sürdürüldü. Middlesex üniversitesi idari bölümü ikna edilemedi ama, Londra’daki Kingston Üniversitesi, CRMP’yi kendi bünyesi almaya karar verdiğini açıklayınca, en azından öğrencilerin ve akademik karonun çalışmaların devam etme koşulları korunabildi. Kampanya halen, ancak daha çok hukuksal yollardan devam ediyor.

Felsefeden kim korkar

Bu üniversitenin düzenlediği seminer, konferans etkinlilerinden yaralanan biri olarak, imza kampanyasıyla ilgili ileti bana ulaştığında hemen ve büyük bir üzüntüyle imzalamıştım.

CRMP İngiltere’de farklı bir yapıyı temsil ediyordu. Birincisi, “kırmızı tuğla” üniversitesi denen eski ve yerleşik, aynı ölçüde de muhafazakar, Oxford, Cambridge, Bristol gibi felsefe bölümlerine, üst orta sınıfın, çoğunlukla beyaz ve erkek çocuklarının devam ettiği üniversitelerin aksine, öğrencilerinin içinde kızların ve etnik azınlıklardan, aşağı orta sınıflardan gelen ve felsefeye tutkulu öğrenciler dikkat çekiyordu. CRMP, son yıllarda, krizin, toplumsal belirsizliklerin etkisi altında, lise örgencileri arasında, felsefeye yönelik olarak hızla artmakta olan ilginin en ön safında yer alıyordu.

Çünkü, hem geleneksel muhafazakar ve ampirisist programlardan hem de post modern modadan farklı olarak, CRMP’da Immanuel Kant, Hegel, Marx, Nietzche, Heiddegar gibi klasiklerin yanı sıra, Lacan, Foucault, Alain Badiou, Etienne Balibar, Judith Butler, Toni Negri, Jacques Rancière, Gayatri Spivak, Slavoj Zizek gibi zamanın önde gelen düşünürlerinin çalışmalarını üzerin araştırmalar yapılıyor, kitaplar makaleler yayımlanıyordu. Pete Ayrton Serpent's Tail, Julian Baggini Philosophy Press/The Philosophers' Magazine, Anne Beech Pluto Press, Nick Bellorini Earthscan, Ashley Biles Saqi Books, Tony Bruce Routledge, Michael Dwyer C Hurst & Co, Matthew FrostManchester University Press, Tariq Goddard Zer0 Books, Emma HutchinsonPolity Books, Jessica Kingsley Jessica Kingsley Publishers, Michael LeamanReaktion Books, Wendy Lochner Columbia University Press, Carol McDonaldEdinburgh University Press, Tristan Palmer Acumen, Jenna Steventon IB Tauris,Rowan Wilson Verso, Caroline Wintersgill Bloomsbury Academic gibi yayın evlerinin ve dergilerin de CRMP’nın kampanyasına destek verdiği ortak imzalı dayanışma mesajları fakültenin öğrencilerinin ve çalışanlarını üretkenliğinin en büyük kanıtıydı

Üstelik İngiltere’de üniversitelerin araştırma etkinlilerini ölçen kurul, CRMP’nın ürünlerinin %65’nin, kendi alanlarında dünya çapında önderlik ve dünya çapında mükemmellik düzeyine ulaştığını saptamıştı. CRMP tüm bunlara rağmen, ama aslında belki de bunlardan dolayı kapatılıyordu. CRMP tek örnek değildi, daha birçok üniversitenin felsefe, sosyal bilimler bölümleri tehdit altındaydı.

Felsefeden kim korkar?

Bu, cevabı çok eskiden verilmiş bir soru aslında. Sokrates’ın yaşamına ve kendisine yöneltilen suçlamalar bakmak yeterli. Felsefenin, filozofun görevi genç kuşakları, “doğru yoldan saptırmak”, “baştan çıkartmaktır!”. Bu “verili yapının sıradan yozlaştırma, baştan çıkartma rejimine düşman bir baştan çıkartmaktır”. Filozofun görevi, gençlere “sıradan, kaba baştan çıkartmanın yanı sıra, çok daha gelişkin ve üstün bir baştan çıkartmanın da olduğunu göstermektir”. “Son tahlilde tanrının olmadığını kanıtlayan genç adam, genç kıza teniz oynamayı önerenden çok daha çekici değil midir? Bu filozof olmak için iyi bir neden değil mi” diyordu Badiou, kendi gençliğinden örnek vererek!

Felsefe caziptir, çünkü, felsefe, özgürlük getirir, gençlerin hazır buldukları, kendilerinin yaratmadıkları, ama kabul etmeye zorlandıkları, bilgilerin ve ahlaki değerlerin hakikat değerini sorgular. Daha da önemlisi, felsefe hakikatin doğası ve bunun düşünülmesinin olanakları üzerin sorular sorar.

Öyleyse felsefe, verili olana, feodalizme, teolojik sistemlere, kapitalizme, devlete karşıdır. Simon Critchley’ın vurguladığı gibi, siyaset adalete ilişkin, felsefe dine ilişkin bir düş kırıklığından kaynaklanır.

Jacques Ranciere’in toplumda bir konuşanlar, bir de ağızlarını açtıklarında anlamlı olmayan sesler çıkaranlar vardır; siyaset bu sesi, anlamlı olmayanların (anlam kazanamayanların) seslerine anlam kazandırma, bunun içinde anlamı tanımlayan rejimi değiştirme savaşıdır diyordu. Bu bağlamda felsefe siyasete, yapının yalnızca gürültü olarak algıladığı sesleri duymakta, onlara anlam kazandıracak dili oluşturmakta kullanacağı araçları sunar, her iki düş kırıklığından çıkışın yolunu açar…

Felsefe salt siyaset alanında değil, insanlığın, Sanat, Bilim ve Aşk gibi diğer, en temel üç alanında patlak veren “olayları”, bu olayların getirdiği hakikati ve bu hakikatin ahlakını düşünür, anlamlandırır, karşımıza koyar. Böylece önce baştan çıkarır, sonra tercih yapmaya zorlar.

Restorasyon çöküyor: “Dur ve kendine zaman yarat”

Geçtiğimiz 30 yıl boyunca, sermayenin ve piyasanın kuralsız egemenliğini dayatan, insan’ın yaşam dünyasını, haz ve mutluk saplantısı, tüketim manyaklığı üzerine kuran neo-liberal- post modern Restorasyon, yeni bir insan, yeni bir yaşam dünyası yaratmaya yönelik tüm projeleri bastırdı. Hatta konuşulamaz hale getirdi, susturdu. Onun yerine kendi kar yapma projesini tek etkinlik olasılığı olarak dayattı ve bunun dilini egemen kıldı.

Üç yıl önce, METU’de bir panelde, Kapitalizmin krizinden ve kültürel, siyasi restorasyondan söz ediyordum. İki saygın Prof. sırayla söz alıp bana, son yıllarda öğrencilerin, kendi gençlik dönemlerinden farklı olarak artık, ne iş yapacağım, hangi dalda çalışacağım, en rahat nasıl yaşarım gibi çok daha somut konularla uğraştıklarını büyük bir hazla anlattıklarına şahit olmuş dehşete düşmüştüm. İşte

Restorasyon tam da buydu! Felsefenin baştan çıkarıcılığına şimdi her zamankinden daha büyük bir gereksinim vardı. “Yapı” ve restorasyon açısından ise düşünmenin araçlarını sunan, bir an durup yapıya bakmayı öneren felsefe büyük bir tehlike oluşturuyordu.

Ya gençler bir an durup düşünür, gösteri toplumunun, metalara, şiddete, paraya, ete ve duygusalcılığa ilişkin pornografik imajlarının akışına, felsefenin yardımıyla bakarsa? Ya gençler, teolojik hurafelerin şantajına, zamanı, mekanı, giyim kuşamı, yediğini içtiğini, denetleyen beden –siyasetine, bunlar benim değil, ben kurmadım diyerek direnirse?

Gerçekten de felsefe her fırsatta yeni bir yaşama açılır. Middlesex felsefe öğrencileri de, işgal ettikleri binada kendi yaşamlarını özgürlük alanlarını oluşturdular. Orada yatıp kalktılar, tartışma, şiir okuma, toplantıları okuma gruplarıyla halka açık, öğrencilerle hocaların arasındaki duvarların yok olduğu, canlı bir kültür, siyaset ortamı, hatta bir özgürlük mekanı yarattılar. Toplantı salonlarında, “hayal gücünden yoksun olanlar, yoksun oldukları şeyleri hayal edemezler”, “Dur ve kendine zaman yarat”, “Satılık değil”, “Yes we Lacan” (Obama’’nın “Yes We Can” sloganına gönderme) gibi pankartlar dikkat çekiyordu. Spiked’ın yazarlarından Patric Hayes, işgalle ilgili yazısında, Sokrates “gözden geçirilmeyen yaşamın yaşamaya değmeyeceğine inanıyordu, anlaşılan fakülte yönetimi de yaşamaya değer bir yaşamın mali olarak sürdürülemez bir lüks olduğuna inanıyor” diyerek son derece önemli bir noktaya parmak basıyordu. Gerçekten de sermaye egemenliğinin yaşanan yaşamın baş döndürücü hızı, “yaşanan yaşamın” “değerlendirilmesine, eleştirilmesine”, “yoksun olduğumuz şeyleri düşünmeye, hayal etmeye” olanak sağlamıyor. Ya durup düşünmeye başlarsa gençler ve felsefenin çekiciliğine kapılırsa?

En iyisi işi baştan sağlam tutmak, Sokrates’i öldürmek, felsefe fakültelerini kapatmak, kapatamazsanız mali kaynaklarını kısarak felç etmek…

Middlesex felsefe fakültesine yönelik bu saldırı iki acıdan bir başlangıca işaret ediyor. Birincisi Sermayenin dünyasında, giderek artan bir oranda, tüm bilgi üretme süreçleri sermaye birikim süreçlerinin gereksinimlerine göre yeniden düzenleniyor, eğitim kurumları, öğrenim yeri olmaktan, meslek edinme kurumlarına dönüşüyor. Sermaye için yararsız kurumlar, bilgiler ayıklanır!

İkincisi, sermaye bunu yaptıkça, özellikle kriz içindeki sermaye, bu yaşamın tek “gerçeği” olduğu ortaya çıkmaya başlıyor. İnsanlar felsefenin, “tek bir dünya vardır oda sermayenin dünyasıdır. Bu dünyanın içinde var olan tüm etnik, ulusal, dini, cinsel, “başkalar”, birbirleriyle uğraşmaktan, “büyük başkayı” (sermayeyi) hedef almaya fırsat bulamazlar” savını kendi deneyimlerinin de yardımıyla anlamaya başlıyorlar.

Middlesex felsefe öğrencilerinin, “üniversite bir fabrikadır, grev yap işgal et” sloganı bir başka ve çok önemli gelişmeye daha işaret ediyor. Bu gelişmeyse, sermayenin kendini ve toplumu denetim altında tutan süreçlerde gayri maddi emeği (bilgi, bilişim alanında) giderek daha çok kendine bağladığı bir dönemde özellikle anlamlıydı.

Evet sermaye, bilgiyi üretenlere biteviye siz orta sınıf sınıfsız diyordu. Bu kesim de hala kendilerini, geleneksel sanayi işçilerinden farklı, bir “orta sınıf” olarak görüyordu. Ama sermaye gerçekte, onları, üstelik hiçbir iş güvencesine sahip olmadan çalışan bir proletarya olarak görüyordu. Karını ve iktidarını destekleyen kontrol sistemlerini ve düşünceleri üreten bir proletarya

Ya bu “yeni proletarya” kendinin bilincine varır, başkaldırmaya başlarsa. Daha da “kötüsü”, ya kurtulmasının, özgürleşmesinin koşulunun, felsefe pratiğini yaygınlaştırmaktan, proletaryanın diğer kesimlerine taşımaktan geçtiğinin düşünmeye başlarsa.

Felsefe örgencilerinin sloganı işte bu bilince işaret ediyor. İşte bu yüzden felsefe fakültelerini bir an evvel kapatmak gerekiyor…

Wednesday, July 07, 2010

Canavar Dracula’dan, “iyi çocuk” Edward’a

Bram Stoker’ın, canavar Kont Dracula’sının yerini ‘kitch’ vampirlerin almasını 1990’lardan bu yana, bir tür nostalji ile izliyordum. Stephenie Meyer’in kitaplarından uyarlanan Twilight saga/Alacakaranlık Efsanesi üçlemesinin birincisini izleyince de ilk tepkim, Bela Lugosi’nin, Klaus Kinsky’nin iğrenç Nosferatu’sundan, Twilight’ın, bir romantik arzu nesnesi, hatta “süpermen” olarak Edward’ına geldik, “Vampir’in de b.ku çıktı” diye düşünmek olmuştu.

Ancak, üçüncüsü, geçen hafta vizyona giren bu filmlerin, bu kadar büyük hasılat yapması, 18 yaş altı gençlerin, özellikle kızların saplantısı, dolaysıyla bir “popüler kültür”olayı haline gelmesi, beni istemeyerek de olsa bir kez daha düşünmeye zorladı.

Sermaye ve vampir…

Stoker’ın Dracula’sı üzerine yapılmış en ilginç çözümlemenin Franco Moretti’nin New Left Review’nin 136. sayısında (1982) yayımlanan “Korkunun Diyalektiği” denemesi olduğunu düşünürüm. Moretti, Dracula’nın canlı olmadığına, ama ölü de olmadığına dikkat çeker: Dracula “ölü olmayan”dır (undead). O, insanların yaşam enerjisini taşıyan sıvıyla beslenerek “ölü olmamaya” devam edebilir. Vampir, enerjisini emerek “ölü olmayana”dönüştürdüğü insanları kendi iradesi altına alır.

Moretti, Vampir’in bu özelliğinin, ölü emek olan sermayenin, canlı emeği emerek var olmaya devam etmesine benzediğine dikkat çeker. Sermayenin var olmaya devam edebilmek için de işçiyi her zaman kendi denetimi, iradesi altında tutması gerekir. Dahası, Dracula, sermaye gibi, insan toplumunun hiçbir kuralına, yasasına uymak durumunda değildir. Sermaye, canlı emekle karşılaşmak için ve karşılaşmaya devam ettikçe hiçbir engel, kural tanımak istemez. Lacan’ın, arzularını tatmin etmeye gelince, hiçbir kural tanımayan “müstehcen babası” gibidir…

Diğer taraftan, şatosunun mahzeni tüm ülkelerden gelmiş altın sikkelerle dolu olan Kont Drakula, nakit (bir toprağa, vatana bağlı kalması gerekmeyen) sermayeyi temsil eder. Zaten sermaye de canlı emekle nakit biçimde, ücret olarak, tüketiciyle de kredi biçiminde karşılaşmaz mı?

Bu çok kısa özete eklemek istediğim bir diğer nokta da Stoker’ın romanının, gerilemekte olan İngiliz imparatorluğunun, yükselmekte olan ABD kapitalizmi karşısındaki endişelerine ilişkin, servetinin kaynağı belirsiz, vampir olma olasılığı yüksek, Teksaslı Quincy P. Morris’ın kimliğinde ifadesini bulan bir boyut da var.

Dracula’yı düşünürken kitabın, 1897’de, 1873 birinci büyük bunalımın ardından başlayan hızlı finansallaşma, sömürgeler üzerinde, giderek kızışan emperyalist rekabet ortamında yayımlandığını anımsamak da yararlı olacaktır.

Yeni vampir ve ‘süper egosu’

Dracula’nın arzularına sınır koyan, “yapamazsın, yasak” diyen bir iç sesi, bir “süper egosu” yoktur. Edward’in ise çok güçlü bir “süper egosu” olduğunu görüyoruz. Edward, doğasına, en temel dürtüsüne, insan kanı içmeye direnir. Âşık olduğu kızı, ona sahip olmadan sever.

Bu açıdan Edward’ın artık finans kapital metaforuna uymayan bir vampir olduğunu söyleyebilir miyiz? Ama Edward sürekli kriz içindedir. Edward aşkını, maddesini bulamayan uyuşturucu bağımlısı gibi “yaşar”; her an perhizini bozabilir, “relaps”edebilir. Tıpkı mali sermayenin, şu günlerde, tüm şimşekleri üzerine çekmemek için, kurallara uymayı kabul etmeye çabalaması gibi. Sermaye, genel krizi içinde, “undead”kalabilmek için, beslenme alışkanlıklarını (sınırsız spekülasyon, genişleme) değiştirmeye, belli denetimleri kabul etmeye hazır görünmüyor mu?

Vampir’in Dracula’dan, Edward’a evrimi, bir başka açıdan da mali sermayenin “kredi krizini” düşündürdü bana. Kredi krizinden önce, mali sermaye, herkese bolca kredi dağıtıyor, borç kıskacına alacak kurban arıyordu. Kredi krizinden sonra, bu kez tüketici kredi bulamaz hale geldi; mali sermaye “arzu nesnesi oldu”. Ama, Bella ne kadar isterse istesin, Edward onu “öpmeyi” bile göze almıyor; ya batarsa diye kredi vermekten kaçınan bankalar gibi.

Vampir filmlerinin bu kadar ilgi çekmesinin bir nedeninin de kahramanlarının “cool”, isyancı, topluma uyumsuz olmalarına, böylece gençliğin farklı olma, isyan etme refleksini ifade etmelerine bağlayanlar da var. Edward 108 yaşında (deneyim, hafıza olağanüstü) ama hâlâ liseye gidiyor, 15 yaşındaki kıza “âşık” oluyor, ama cinsel ilişkiden kaçınıyor, çok güçlü, çok güzel. Ama gerçekte, Edward uyumsuz, isyancı filan değil, aksine toplumun (kapitalist) tüm kurallarına uyuyor… Post-modernizmin tipik bireyi bu “cool”vampirler: Tüm kurallara isyan edebilirsin, sermayenin kurallarını kabul ettiğin sürece…