Thursday, July 29, 2010

“Evrim ve devrim” yine “iç içe"mi geçiyor?

Durun hemen telaşlanmayın. Kimseyi, “öncü savaşı” başlatmaya çağırmıyorum. Ama, o zaman, kimi komünistlerin [[1]], “Evrim ve devrim iç içe” saptamasını, “suni denge” ve “emperyalizmin içsel olgu” olması, “oligarşik dikta” gibi kavramlarla birlikte dile getirmeye yönlendiren koşullara benzer koşulların oluşmaya başladığını düşünüyorum.

Kimseyi öncü savaşına çağırmıyorum, çünkü o zaman, yapıyı dönüştürmek için, o mücadele biçiminden başka çare kalmadığını düşünmeye yol açan koşullar, daha o zaman, o mücadele biçimiyle dönüştürülebilecek düzeyi çoktan aşmıştı. Mahir’in “suni denge”, “içsel emperyalizm” ve “oligarşik dikta” kavramlarıyla yakalamaya çalıştığı realite, bugün çok daha derinleşmiş ve karmaşıklaşmıştır. Dolayısıyla telaşlanmaya gerek yok…

Öyleyse ne? “Evrim ve devrim iç içe” kavramının çok özel bir konjonktürü tanımlayabilmek için tasarlandığını düşünüyorum da ondan. Mahir’in bu “iç içe” geçme kavramının tüm potansiyellerinin ayırdında olup olmadığını saptamak zor. Ama olduysa da bunu anlatmaya vakit bulamadığını biliyoruz. Ancak, “kesintisizler"i yazıldıkları dönemin içine koyarak okursak, Mahir’in bu kavramı, tarihin çok hızlandığı, toplumsal yapının çözülmeye, değişikliklerin hızlanmaya başladığı "toplumsal yapı"ların kendilerini ufak tefek değişikliklerle yenileyemeyeceğinin, buna karşılık, reform taleplerinin, sosyalist mücadelenin tüm potansiyellerini hem tüketemeyeceğinin hem de, hızla etkisizleşmekte (egemen sınıfların uzlaşma kapasiteleri, manevra alanları kayboluyor) olduğunun bilinçlere çıktığı bir konjonktürde ürettiğini söyleyebiliriz.

Somutlarsak, kapitalizm yapısal krizi, daha sonra 1968 olayları olarak tarihe geçecek büyük bir devrimci kabarışla açılmıştı. 1968 olayı, kapitalizmi olduğu kadar, zamanın sosyal demokrasi, Sovyet Sosyalizmi gibi egemen siyasi söylemlerini de hedef alıyordu. Dikkatler “III. Dünya”ya, proletaryadan, köylülüğe, bağımsızlık savaşlarına yöneliyor, Küba, Vietnam ve o sırada yaşanmakta olan Çin kültür devrimi üzerinde yoğunlaşıyordu. Egemen iktidar ve muhalefet söylemlerinin verimliliği hızla dağılıyordu. Aynı anda ABD hegemonyasının gerileme sürecine girdiğine ilişkin veriler hızla birikiyor, yönetici sınıflar, Latin Amerika’dan İran’a Ortadoğu’ya yönetemez hale geliyor, muhalefetler etkisizleşiyordu.

En önemlisi, komünistler açısından, “zaman” günlük pratik, yayın faaliyeti, kitle içinde kadro çalışması, reformlar için mücadele süreçleri içinde adım adım ilerleyen bir mücadele ile enerji biriktirerek yapıyı değiştirecek siyasi alternatifi inşa etmeye izin vermeyecek biçimde hızlanıyordu… “Tarih” kah birikerek, kah sıçrayarak, verili yapılardaki çözülmeyi hızlandırararak [[2]], ilerlemeye başlamıştı ve iyi bir yere doğru gitmiyordu.

O zaman kimi komünistler, adeta Termopil’de [[3]] olduklarını düşündüler. Kazanma ve kaybetme olasılıklarından bağımsız olarak, bu sürece bir kısa devre yaptırarak tarihin önüne geçmeye, inisiyatif ele almaya karar verdiler. Sonuç, Termopil’de ölen Leonides ve arkadaşlarınınkinden farklı olmadı. Ama 40 yıl sonra geri dönerek üzerinde düşünülecek, siyasi ve etik bir miras bıraktılar.

İşi aslına bakarsanız, 1970’ler bizden zamanda belki kırk yıl uzak ama, o yıllarla hala aynı “long durée”yi (uzun tarihsel dönemi) paylaşıyoruz: Hala aynı yapısal krizin (olaylar kümesinin) içindeyiz ve hala 1968 dalgasının geri çekilmesiyle başlayarak 1980’larin başında, sermayenin özgürlükleri açısından bir restorasyona dönüşen gericilik dalgasının içindeyiz…

Bu “uzun tarihsel dönemi”, son bir yılın içine lokalize edersek, “Evrim ve devrim iç içe kavramının” içerdiği unsurlarının hemen hepsini, bir eksiğiyle (!), bu lokalize ettiğimiz dönemde bulabiliriz diye düşünüyorum. Özellikle, son İnegöl ve Hatay olaylarının ışığında bakarsak…

İnegölve Hatay olaylarının söyledikleri

İnegöl ve Hatay olayları, öncelikle yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediğini, yönetilenlerin de bu durumun ayırdına varmaya başladığını gösteriyor. Birincisi PKK, operasyonlarını, artık inisiyatifi eline aldığına inandığını gösteren bir rahatlıkla ve cüretle düzenliyor.

Devlet’in güvenlik güçleri, öncelikle Asker sürekli kayıp veriyor, bu kayıpları da önleyemez gibi görünüyor. Gazeteler, bu çatışmaların yarattığı günlük ölümlerin Afganistan’ı geçtiğinden söz edebiliyor. Eğer PKK’nın, uçaklara, helikopterlere karşı kullanılan taşınabilir füzeler aldığına ilişkin söylentiler doğruysa, bu görüntünün çok daha karanlık biçimler alarak güçleneceğini söyleyebiliriz. Saldırıların polisi de hedef almaya başlaması, genişlemeye devam edeceğini düşündürüyor. Dahası PKK’nın bu saldırıların iç savaş ortamına açılan toplumsal ve topluluklar arası sonuçlarından çekinmediği, hatta bu sonuçlardan ülke çapında ve uluslararası alanda enerji toplamayı umduğu söylenebilir.

İkincisi, PKK’ya ve Kürtlere yönelik “kendiliğinden” tepkiler, İnegöl’de olduğu gibi aniden devlet güçlerini hedef almaya başlayabiliyor. Bu yeni durum, egemen ideolojik (simgesel) sistemin verimliliğinin ne kadar düştüğünü, “yapı"nın kendini insanlara, insanların da, topluma ve kendi konumlarına ilişkin öyküleri kendi kendilerine anlatmakta büyük zorluk çekmeye başladıklarını gösteriyor.

Bu, “yapı"yı değiştirmeye çalışanlar açısından büyük potansiyeller sahip bir süreç ama, aynı zamanda bir o kadar da büyük tehlikeleri içeriyor. Büyük potansiyellere sahip, çünkü toplumsal “yapı"ya, asker-sivil yönetenlere güvenini kaybetmekte olan bir toplumsal huzursuzluğun gelişmeye başladığı söylenebilir. Diğer bir değişle, halkın birikmiş düş kırıklıklarının, ekonomik, siyasi hatta kültürel kaygılarının ve korkularının, yönetenlerin kendilerini aldattığına ilişkin kuşkularının hep birlikte patlamaya başladığını görüyoruz. İnegöl ve Hatay olayları, daha büyük bir depremin “öncü sarsıntıları” gibi duruyorlar.

Bu “durum” çok büyük tehlikeleri de içeriyor, çünkü insanlar kendilerini öncelikle içinde yaşadıkları ideolojik yapıların (anlamlandırma sistemlerinin) kavramlarıyla ifade ederler. Bugün insanları en çok şoven milliyetçilik, dinci bağnazlık temelinde şekillenmiş anlamlar sistemi etkiliyor. Toplumsal basıncın kendini ilk önce bu kavramlarla ifade etmesi olağan bir gelişme: Kürt düşmanlığı… Büyük bir olasılıkla sırada, daha “saf, uzlaşmaz” dini siyasi öneriler de, dillendirilmeyi bekliyor.

Bu ideolojik kargaşa, canlı bir toplumsal kıpırdanma, “dışarıdan müdahele"ye, diğer bir değişle, bölge jeopolitiği içinde, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini yönlendirmek isteyen çeşitli oyuncuların provokasyonlarına açık ve verimli bir ortam yaratıyor.

Türkiye’yi yönetenlerin ise, böyle karmaşık, patlayıcı bir ortamı denetim altına alacak, sadeleştirecek ve fünyesini çözecek bir beceriye ve olanaklara sahip olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu, aslında kimsenin dillendirmek istemediği, ciddi bir siyasi kriz demektir. Bu krizin çok çarpıcı bir “semptomunu”, İç İşleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Ne yapıyorsanız yapın Amanosları Temizleyin” ifadelerindeki iki gariplikte görebiliyoruz.

Birincisi, bakan panik halinde, kocaman bir bölgenin “temizlenmesini” (ne demekse), hem de “ne yapıyorsanız yapın” ifadesiyle güvenlik güçlerine, orduya adeta açık çek vererek istiyor. Geçmişte verilen böyle açık çeklerin üzerine maddi ve manevi açından çok büyük meblağların yazıldığını biliyoruz. İkinci gariplik de, Bakanın, bu talebi, hakkında tutuklama emri olan bir komutana veriyor olmasında yatıyor. O sırada orada bulunan bir CHP’li il yönetim kurulu üyesi Ubeydullah Kolcu’nun “komutanları içeri atıyorsunuz, kim temizleyecek?” sorusu cevapsız kalırken, devletin içine düştüğü siyasi krizin diğer boyutunu da ortaya koyuyor.

Diğer taraftan, bir süredir emekçilerin, orta sınıfların ekonomik koşulları bozulurken, toplumsal piramidin en üst dilimlerinde, özellikle hükümete yakın çevrelerde yaşanan büyük servet birikmesi toplumun geniş kesimleri tarafından dikkatle izleniyor. Tüm bunlara ek olarak son haftalarda açıklanan, dış ticaret, sermaye hareketleri, borçlara ilişkin veriler, ekonomik koşulların daha da bozulacağını gösteriyor.

Özetle, Türkiye’de Mahir’in “evrim devrim iç içe” kavramıyla, ait olduğu dönemde, yakalamaya çalıştığı realitenin özelliklerini andıran, ama çelişkileri çok daha sert, toplumsal ilişkileri çok daha karmaşık, bir konjonktür gelişiyor. Üstelik, bu gün, toplum 1970’lerdekinden çok daha yakından (kameralar, telefon dinlemeler, merkezi veri bankaları vb… ) ve derinden (özendirici, hazlara ve statüye yöınelik tüketim, kredi tuzağı, reklamlar ve TV dizileri) denetleniyor. Dünya ekonomisi ve siyaseti de 1970’ların başındakine göre çok daha şiddetli istikrarsızlıklar ve belirsizlikler sergiliyor.

Ama tüm bu olumsuzluklar içinde, 1980’lerde başlayan gericilik (restorasyon) döneminin sonuna gelinmekte olduğunu gösteren belirtiler de yok değil. Kriz restorasyonun temel varsayımlarını (neo-liberal postmodern- yeni muhafazakar) çökertti. Sermayenin, karlarını restore edebilmek, krizin yükünü üzerinden atabilmek için, işçi sınıfına hem de metropol ülkelerinde küresel bir saldırı düzenlemekten başka seçeneğinin kalmadı. İşçi sınıfıysa, bu saldırıya direnmeye kararlı görünüyor.

Uluslararası düzeyde küresel ekonomiyi düzenleyecek bir merkez kalmadı. Büyük güçler arasında, kaynaklar ve piyasalar üzerinde rekabet giderek kızışıyor. Bu gelişmekte olan ülkelerin hükümetlerine yeni manevra alanları açıyor. Bu sırada küresel çapta en ileri iletişim, bilgi işlem teknolojileri üzerinde, yeni bir çalışanlar, “orta sınıf proletarya” tabakası şekilleniyor. Bu yeni “orta sınıf proletarya” küresel ısınma, enerji sorunu, barış ve insan hakları, bireysel-cinsel özgürlükler, kadın hakları, gibi “evrensel boyutlu” konulara duyarlı, yaşam dünyasını tehdit eden bu gibi sorunların çözümünün uluslararası işbirliği ve eşgüdüm gerektirdiğinin giderek daha fazla ayırdına varığını gösteren özellikler sergiliyor. Bu görece iyi eğitimli, otoriteye tavırlı, kozmopolitliğe, enternasyonalist reflekslere eğilimli, çoğu kez birden fazla dili konuşabilen, yeni teknolojilerin avantajlarından yararlanarak küresel çapta muhalefet kampanyaları örgütleyebilen, yeni “orta sınıf proletarya”nın şekillenmekte olması çok önemli. Bu yeni sınıf sekilenmesi, gericilik dönemine son verebilecek, anti-kapitalist projeler açısından yeni olasılıkları gündeme getirebilecek bir dalganın enerji kazanmaya başladığını düşündürüyor.

Tüm bunlar, hep birlikte, tarihin yeniden, kah nicelik birikimleriyle, kah sıçrayarak, çoğu zaman her ikisini birden sergileyerek ilerlemeye başladığı bir döneme işaret ediyor… Bu dönem de kendi özelliklerine uygun, siyaset tarzlarını bir an evvel yaratmayı gerekli kılıyor. Geçmişten ders çıkaramayanların geçmiş hataları tekrarlamaya mahkum olduğunu vurgularken, önce geçmişin ve geleneğin öneminin ayırdına varmak gerektiğini de anımsayalım.



[1]Komünist” kavramı burada, bir partiye, bir devlete, bir siyasi kampa ilişkin değil, kapitalizmin ötesine geçmeye, baskı ve sömürüden arınmış bir toplum tasarlamaya ve kurmaya kararlı siyasi duruş/seçenek/sadakat anlamında kullanılıyor.

[2] Avusturyalı şair, edebiyat eleştirmeni Hugo Hofmannsthal’ın (1874-1929) yaklaşık yüz yıl önce, yaşadığı dönemi anlatmakta kullandığı Gleitende kavramına uygun bir biçimde: Her şey kayıyor, elden kaçıyor, bölünüp çoğalıyor, belirsizleşiyor, hızla değişiyor…

[3] Pers imparatoru Kserkes’in yağmacı ordusunun Isparta’ya girmesini engellemek için ne pahasına olursa olsun savunulması gereken dar boğaz…

No comments: