Thursday, July 22, 2010

Yazık olacak bu küçük gezegene

İnsanlık çok garip bir dönemden geçiyor. Üç yüz yıldır geliştirdiği toplumsal örgütlenme ve üretim biçimleri, bu gün insanın salt “yaşam dünyası”nı değil, gezegeninin doğal çevre dengesini, karmaşık yaşam türlerini hızla yok olma noktasına doğru sürüklüyor.

Ancak en akılcı, etik açıdan en kaçınılmaz seçenek, gündemde bile değil. Çok ufak bir azınlık dışında kimse bu seçeneği hayal bile edemiyor. Diğer taraftan itiraf etmek gerekir ki (kendimi de içine katarak söylüyorum) bu seçeneğin ayırdında olanlar; alacağı biçimler, gerçekleşme süreci üzerine bu gün pek fazla bir şey söyleyemiyorlar. Adeta, Kafka’nın dediği gibi “Evet umut var, ama bizim için değil,” türünden bir ruh hali içindeyiz. Hâlbuki zaman bir süredir hızlanarak akıyor…

Evet, kapitalizmin yol açtığı felaketlerden ve komünizmden, daha doğrusu “komünist hipotez”den söz ediyorum. Artık, sosyalizm, sosyal demokrasi, sol vb kavramları, bu ayrımların geçen yüzyılda kaldığını kabul ederek bir kenara bırakmak ve Komünizm olasılığını, bu günün, bir ölüm makinesine dönüşen dünyasından çıkmak için tek akılcı, “gerçekçi” seçenek olarak konuşmak ve düşünmek gerekiyor.

Çok mu radikal, hatta sekter bir yaklaşım bu? Durup dururken komünizmden söz etmek, ulusal etnik ayrımcılık, cinsel baskı gibi sorunları, emperyalizme, ulusal ve cinsel baskıya karşı mücadeleyi askıya alan, erteleyen bir yaklaşım olmuyor mu? Bu sorular son derecede haklı kaygıları dile getiriyorlar.

Üretici güçler sorunu

Gelin en baştan, “üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engeller” sorunundan başlayalım. Kapitalizm, bu gün dünya üzerindeki tüm ekonomik sistemleri, üretim tarzlarını ve ilişkilerini kendine tabi kılmış, “ekolojik hakimiyetini” tümüyle kurmuş durumdadır. Kapitalizm kendinden farklı tüm ekonomik, kültürel ilişkileri, “dünyaları” çözmeye, dönüştürmeye ve kendine benzetmeye, diğer bir deyişle, “geliştirmeye” devam ediyor.

Ama aynı zamanda, bu gelişme, bir taraftan tüm doğal kaynakların, kamusal alanların, hatta özel ilişkilerin metalaşmasına, piyasa ilişkileri içine çekilmesine ve kar dinamiğine tabi kılınmasına yol açıyor. Che Guevara’nın imajından, “çevre dostu” yatırımcılara, “pembe” (eşcinsellere yönelik) piyasalara kadar tüm muhalefet alanlarının piyasa içine çekilmesi, İnternette boy göstermeye başlayan arkadaş kiralama siteleri, metalaşmanın ulaştığı absürd boyutu sergilemiyor mu?

Tüm doğal kaynaklar, insanlar arası ilişkiler metalaşarak kar dinamiğine tabi kılındıklarında da, aklı, insani kaygıları, vicdanı olmayan bir şeye, bir soyut ilişkiye, sermayeye tabi kılınmış olmuyorlar mı? Bir ahlaka, bir toplumsal aidiyet anlayışına, gelecek kaygısına, ölüm korkusuna sahip olan insan, tüm bunları tanımayan bir ilişkiye tabi olmuş olmuyor mu? Tüm özgürlüklerini, karar alma kapasitesini kaybetmiş olmuyor mu?

Ama bireylerin kendi aklı yok mu? Ama medya sabahtan akşama kadar onlara ne düşünmeleri, neleri beğenmeleri, neleri yüceltmeleri, neleri konuşmamayı öğrenmeleri, en son hangi malı tüketmeleri gerektiğimizi, düşünmeye fırsat vermemecesine söylemiyor mu? Medyanın sunduğu imajları kabul edip, koşullara uymaya çalıştıkça, bu bireylerin günlük yaşantıları, bedensel görüntüleri, ilişkileri, onlara daha yetersiz daha umutsuz gelmiyor mu? Medyanın koyduğu hedeflere ulaşamadıkça daha tatminsiz insanlar olup umutsuzca, alış veriş merkezlerine, en son moda markaya koşmuyorlar mı? Koşacak paraları yoksa kopyasını almaya, o da yoksa alacağı günü hayal etmeye çalışmıyor mu bu bireyler? Henüz pre-kapitalist ilişkilerin tam olarak çözülemediği, ama artık günlerini saydığı topluluklarda yaşıyorlarsa, bu malların kendilerinden önce imajları onlara ulaşmıyor mu? Mallara olan gereksinimi, talebi, hatta tutkuyu, mallar onlara ulaşmadan önce üretmeye başlamıyorlar mı?

Bu sırada, bu çılgın tüketim sürecine üretim yapan sanayi ve hizmetler gezegenin doğal kaynaklarını, doğal dengeyi bozacak düzeyde tüketmeye devam etmiyor mu? Biteviye üretim kapasitesi yaratan sermaye birikmeye devam etmek için bu tüketimi körüklemiyor mu? Körüklemek için para yaratıp kredi olarak dağıtıp daha kazanılmamış gelirlere bu günden el koymaya çalışmıyor mu? Sermaye kuyruğunu yiyen bir yılan gibi değil mi? Kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışan bir toplum değil mi bizimkisi?

Halen ABD’li insanın tükettiğinin yalnızca %8’ni tüketen Çinli, daha azını tüketen Hindistanlı insanların da refahını arttırmaya, o tüketim düzeyine ulaşmaya hakkı yok mu? Varsa bu yolun sonu, daha şimdiden görüldüğü gibi, çevresel felaketler, kıt kaynaklar üzerinde, en son teknolojilerle patlak verecek yerel, giderek küresel savaşlar değil mi?

Tüm bu sorulara cevap verdiğimizde şöyle bir sonuca ulaşmamız kaçınılmaz değil mi? Marx, hiçbir üretim tarzı bünyesindeki tüm üretici güçleri geliştirmeden yerini bir başkasına bırakmaz diyordu. Bu gün kapitalizm, bünyesindeki tüm üretici güçleri geliştirdi. Üretici güçlerin kapitalizm içinde “gelişmeye” devam etmesi, insanlığı, Hegel’in “Kötü sonsuz” dediği sürece soktu: Nitelik değişimine yol açamadan birikmeye devam eden niceliksel değişimlerin getirdiği bir canavarlaşma ile karşı karşıyayız!

Artık üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak değil sorunumuz. O kapitalizmin kendinden önceki üretim tarzlarıyla mücadele ettiği, insanlığı dini, feodal, despotik devletlerin elinden, kölelikten, somut (etnik, dini) aidiyetlerden kurtarıp, vatandaşlık, sınıf gibi soyut aidiyetler üzerinde eşitlediği, “özgür” bireylere dönüştürdüğü dönemindeki bir seçenekti. Şimdi, üretici güçlerin gelişmesini durdurmak, onları kapitalizmden kurtarmak ve yeni bir gelişme yolunu düşünmek gerekiyor.

Yoksa, her şeyi, nesneleri ve anlamları metalaştırarak, kar sürecine tabi kılarak, tüketerek, yok ederek süren bu ‘gelişme’, binlerce yıllık uygarlığın birikimini, bu süreçte gelişen karmaşık insan öznelliklerini, kültürel mirası, hepsinden önemlisi biyolojik anlamda, insanın içinde yaşadığı eko-sistemi yok ediyor.

Medyada her gün bir felaketin boy göstermesi, her felaketin bir kar nesnesine, yarattığı şokun, kitle kontrol, disiplin ve şekillendirme aracına çevrilmesi gelinen noktadan öteye, en temel insani değerlerden vazgeçmeden devam etmenin olanaksızlığını göstermiyor mu?

Bir başka seçenek olmak zorunda

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Tabii ki geçmişin yükü her zaman omuzlarındadır. Ama yaparlar! Yakın zamana, 30 yıl öncesine kadar insanlığın en önemli sorunu ve görevi yeni insanı yaratmaktı. Aydınlanma geleneği, onun Fransız devriminden, Paris Komününden, Ekim Devrimi, Çin, Küba devrimlerinden geçen yolu, bize bunu söylüyordu. Umut vardı ve bizim içindi! Çünkü Aydınlanma insanın kendini ve yaşam dünyasını, aklına dayanarak yeniden yapabileceğini, öyleyse yapması gerektiğini söylüyordu. Babeuf’ün “eşitlerin topluluğu” kavramından, neo-liberal post - modern restorasyona ve 1989 çöküntüsüne kadar geçen tarihsel dönemde, yapılması gereken işin, insanlığın siyasi hedefinin, projesinin teorik adı da komünizm idi.

Geçtiğimiz 30 yılda bu gelenek büyük bir darbe yedi. Restorasyon, insanın kendini ve toplumunu yeniden yapma istencini totaliter rejimlerin ve şiddetin kaynağı olarak ‘mahkum’ etti. Böylece sermayenin totaliter (kendisinden farklı, başka bir ilişkiye izin vermeyen, hemen imha ederek kendine benzeten) yapısal diktatörlüğü ve nesnel terörü (açlık, yoksulluk, devletlerin sömürge savaşları) egemen oldu, doğallaştı hatta sıradanlaştı.

İnsanı, yeni toplumu ve insanı yapmaktan vazgeçtiğine göre geride yalnızca kar yapmak ve haz tatmin etmek, sermayenin Matrix’ine bağlı, haz yumağı biyolojik üniteler, “haz makineleri” olarak yaşamaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Sanatın anlamdan kaçması, pornografi, uyuşturucu bağımlığı ve tüketim manyaklığı insanın kaderi mi olacaktı “tarihin sonun”da... Kapitalist toplum, bizzat kendi entelektüellerinin, “tarihin sonu”ndan söz ettiği bir noktada değil miydi? Yolun sonunda değil mi bu toplumsal örgütlenme?

Bu seçeneksizlik insanlığı bugünkü noktaya getirdi. Şimdi, yıllardır bu anlayışı üretenler, kapitalizmin nesnel terörü karşısında en kapsamlı “apologia” söylemlerini üretenler, şimdi sürdürülemezliğin hakikatini görüp korkuyorlar, çare arıyorlar. Ama gerçek seçeneği tartışmamaya büyük özen gösteriyorlar. Tüm “başka”ların hakları konuşulmak durumundadır, insanlığın karşısındaki en büyük başka (insan olmayan) sermaye karşısındakilerin hakları konuşulmamak koşuluyla… Her türlü özgürlük geçerlidir, sermayeden başka bir rejim seçme özgürlüğü hariç. Her türlü totaliter rejime karşıyız, sermayenin totaliter rejimi hariç! Demokrasi sonuna kadar arzulanmalıdır, sermaye düzeni içinde kalmak koşuluyla…

Amaç yine her şeyin (sermaye dünyası) aynı kalması için her şeyi değiştirmek. Yapının (bütün’ün) temel özelliklerini, onu oluşturan tüm parçaları değiştirerek korumak. Sürekli değişmek, kapitalizmin sınırları içinde… Ama bu boşuna bir çabadır!

Üretici güçleri geliştirerek, yeni teknolojiler, yeni örgütlenme (disiplin ve cezalandırma) yoluyla bütünü, sorunlarını aşarak korumak! Kötü sonsuzda ilerlemeye devam etmek… Boşuna bir çabadır! Her gün sermayenin gerçek yüzünü sergileyen bir felaket, her gün bir köşede sermayenin yapısını sorgulayan bir “olay” patlak veriyor. Kitleler yine hareketlendi, yine itiraz ediyorlar, arıyorlar…

Latin Amerika’dan, Avrupa’ya, Atina, Lizbon, Roma sokaklarından, Ankara’da Tekel işçilerinden, Tahran’da, Bangok’da “yeni orta sınıf proletaryanın” öfkesine, Çin’deki yeni sanayi proletaryasına kadar, baskıya ve sömürüye isyan ediyor insanlar. İnsanlar, tüm farklılıklarını birlikte, dayanışma ve dostluk içinde yaşamak, piyasaya kaptırdıkları özgürlüklerini geri almak istiyorlar.

Bu hareketlerin, isyanın, sorgulamaların ve istediklerinin tarihsel adı aslında komünizmden başa bir şey değil! İnsanlar birlikte özgürce, sömürü ve baskı olmadan, güven içinde, barış içinde yaşayabilmek, “yaşam dünyaları”nı birlikte, insanlığın ve gezegenin çıkarlarını gözeterek yeniden üretmeye, üretici güçleri yeni bir yapı, ama kalıcı olmayan, akışkan, dinamik bir yapı içinde geliştirmenin yollarını bulmak istiyorlar.

Hala böyle temel sorunlarla ve taleplerle uğraşıyor olmasının gösterdiği gibi insanlık, daha çok genç. Ne bilimi, ne teknolojiyi, hatta kendi biyolojik varlığını tüm kapasiteleriyle geliştirecek aşamaya ulaşamadı. Hala bu ufacık gezegenin ötesine geçemiyor. Adeta Amazon ormanında kapalı kalmış küçük kabileler gibi bu mavi gezegen sonsuz evrenin içinde…

Çok yazık olacak bu organizmaya, eğer düşünmeyi, iyi, kötü, ahlak kavramlarını, konuşmayı, hayal kurmayı, sanatı, tanrı yaratmayı ve sonra öldürmeyi öğrendikten sonra gelip de bir kar makinesinden başka bir şey olmayan, çevresini bir virüs gibi yok edene kadar tüketen sermayenin kar sürecinde yok olursa…

No comments: