Thursday, September 13, 2007

Anabasis[[1]], ama henüz değil...


Dieses
schmal zwischen Mauern geschriebne
unwegsam-wahre
Hinauf und Zurück
ın die herzhelle Zukunft[
[2]]

-I-

Adreslerini yitirmiş evlerin soğuk odalarına sığınır artık
Yetmişli yıllardan kalmış kırık melodiler,
Anlaşılmaz söylentilerle dolu sokaklardan kaçarak
Boyunları kırılmış başların kapalı gözlerinden uzakta ölmek için.
Eski tüfeklerin nostaljik ilgisi de koruyamaz onları,
Birileri bazen mırıldansa da nemli gözlerle rakı masalarında
Ya da bir reklam klibine sokuştursa bir başkası.
Arkalarında hiç bir şey kalmaz - Şimdi, Yarın, yıkılmış bir şeydir-
Yalnızca kanıksanan apseler ve “unutmanın tuhaf renkleri”...

Her gece, son kez, yeniden terk edilen bir travesti
Yırtık eteğini çekiştirir bacağındaki çürüğün üstüne doğru
Korkuyla bakarken aynadaki buğulu gözlerine taksi şoförünün
Dışarıda İngilizce reklam panoları, Arapça dualar- “II. Cumhuriyet”
“Bir an evvel eve dönsem... Kurtlar Vadisi. Kaçarsa, Yabancı Damat,...”
“Sigara içsem, dumandan rahatsız olur musun abla?”
Trenler bir ok gibi saplanır kasabanın tedirgin uykusuna
Gittikçe büyüyen, yayılan ve yakınlaşan bozkırdan fırlayarak
Zaten zor uyuyan çocuklar aniden uyanır ağlayarak
Duvarlar kireç rengidir, resim yoktur, yalnızca çerçevesiz aynalar
Ağza alınamaz günahlar işlenir yan odadaki adamın rüyalarında
Kadının solukları giderek hızlanır ve durur, titreşimleri ulaşınca trenin
Siyah bir inciri ısırır yakut gözlü sivri kulaklı siyah bir köpek
Sütünü akıtarak dişlerinin arasından kırmızı toprağın üzerine.

Masadaki adamın yüzünü aydınlattı boş beyaz kağıt
Bu odalar hep alkol, sigara ve biraz da soğan kokardı
Yağlanmaya başlayan saçlarını karıştırırken bir eliyle
Aklı kaleminin ucuna ulaşamadan kaçıp gitti
Bilmediği kadınların nemli, ılık bedenlerine doğru
Ve vakitlerin ne kadar çabuk tükendiğine dair bir şeylere
Halbuki sabaha karşı bile değildi, oda karanlıktı
Perdeyi okşuyordu, uzun etsiz parmaklarıyla
Adamı ve ipi bekleyen erguvan ağacının gölgesi...

(...)

Yazın sonuydu, ama henüz kış değildi.
Gizleyen örten beyaz sessizliğiyle kış...
Üstelik su yoktu ve belki de artık hiç olmayacaktı…


-II-
Sokak lambasının sodyum ışığında
Dans ediyordu, ağzından çıkarken sigaranın dumanı
“Ah! Ruhunun onu çoktan terk ettiğini sanıyordu”
Sonra durdu ve saydamlaştı - ironileri bile yavanlaştı
Bir özne değildi artık, giderek bir bireye dönüştü.
Yıllar önce yola çıktığı limana mı geri dönmüştü?
Ama, bir gemi yoktu orada, demir almayı bekleyen
- Yalnızca katran rengi bir nehir ve tek bir kayık-
Başını kaldırıp da, eğer cesaret edebilirse,
Ufka baktığında, yabancı, yabanıl haritasız bir menzil
Dönüp, arkaya baktığında
Artık ne bir yeri, ne de kimseyi tanıyordu...
“I have neither hope nor trust…
My heart is a handful of dust”[
[3]]

İşte tam da bu noktada başlanır
-Şaşkınlık ve derin bir kafa karışıklığı-
“yukarı doğru ve geriye” sürgünden,
Tırmanmaya yamacı, “yüreği-aydınlık geleceğe” doğru
- Dostluk- dayanışma ve sadakat -
“Ben”i, “Biz”e dönüştürmeyi, ama ayrımı kaybetmeden
“Hep birlikte” Evet “hep birlikte”
ve kaçınılmaz şiddeti baştan kabul ederek [
[4]].

[1] Xenophon, The Anabasis , MÖ 399-401, (On binlerin Dönüşü)Yokuşu tırmanmak, eve dönmek- sürgünden, dönmek üzere gemiye binmek…
[2] Paul Celan, Anabasis, Die Niemandrose, 1963, Paul Celan Selected Poems (Micheal Hamburger çevirisi) Penguin, 1998 içine, sf 203. Bu dar işaret duvarların arasında/ geçilemez - doğru/ Yukarı doğru ve Geriye/yüreği aydınlık geleceğe doğru. (İngilizce’den benim çevirim).
[3] Alfred Lord Tennyson, Maud, I, II
[4] Paul Celan’ın Anabasis şiırini burada kullanabilmeyi Alain Badiou’ya borçluyum: The Century, Bölüm -8, “Anabasis”, Polity, 2007

No comments: