Monday, November 24, 2025

ABD’DE TEKNOLOJİ SERMAYESİNİN YÜKSELİŞİ:

 


 

Ergin Yıldızoğlu

 

The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken, 10 dev ABD bankasını kastederek “Evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi. Bugün “evrenin yeni efendileri” hızla değişiyor: ABD’de Teknoloji Sermayesi, sınıflar matrisinin lider fraksiyonu konumuna yükseliyor.

 

Yüzyılın başından bu yana ABD kapitalizmi, tarihsel derinliği olan yapısal bir dönüşüm süreci yaşıyor. Bu dönüşüm yalnızca teknolojik yeniliklerin etkisiyle açıklanamayacak kadar kapsamlıdır; çünkü aynı zamanda devlet aygıtının örgütlenme biçimini, kapitalist birikim mekanizmalarının niteliğini, sermaye fraksiyonları arasındaki güç dengelerini ve ulusal güvenlik stratejilerini dönüştürmektedir. 

 

Yapay zekâ (YZ), bulut bilişim, veri merkezleri, yarı iletken üretimi, savunma teknolojileri, kuantum hesaplama ve platform ekonomisi gibi alanlar bugün ABD kapitalizminin yeni ve en dinamik birikin noktalarıdır.

 

Tarihsel olarak ABD kapitalizminin belirleyici sektörleri arasında 19. yüzyılın sonlarında demiryolları, 20. yüzyılın ortasında otomotiv ve petrol, 1980 sonrası dönemde ise finans sektörü yer almıştır. Ancak 2010’lu yıllardan itibaren, finansal krizin ertesinde ve uzun durgunluk boyunca finans sektörünün belirleyiciliği yerini giderek teknoloji sermayesinin belirleyici rolüne bırakmaya başladı. Bu dönüşüm, özellikle yapay zekânın “ulusal güvenlik” kategorisine sokulması, çip üretiminin jeopolitik silah hâline gelmesi ve büyük teknoloji şirketlerinin kamu otoriteleriyle kurduğu simbiyotik ilişkilerle hızlanmıştır.

Bu bağlamda temel soru şudur: ABD teknoloji sermayesi, Amerikan burjuvazisinin yeni egemen sınıf fraksiyonu hâline mi geliyor?

 

Bu soruya, Göran Therborn’un sınıf analizi çerçevesini [[i]] kullanılarak, çalışmasındaki, “sınıf şekillenmesi” “içsel (doğasından gelen) sınıf gücü”, “hegemonik kapasite”, “Pazar-genleşme kapasitesi”, “yerinden etme”, “boyun eğdirme”, “yalıtma” ve “zamansal eşzamanlılık” kavramlarından yararlanarak cevap vermeye çalışacağım.

 

Bu teorik perspektif, teknoloji sektörünün yükselişinin yalnızca ekonomik bir süreç olmadığını, aynı zamanda bir “sınıf şekillenmesi”, devletin yeniden yapılanması ve ideolojik hegemonya dönüşümü süreci olduğunu göstermeye çalışacaktır..

 

1. Therborn’un Sınıf Analizi Çerçevesi

Göran Therborn’un sınıf teorisi, kapitalist toplumlarda burjuvazinin tek bir blok olmadığını, aksine birbirleriyle rekabet eden, çatışan ve bazen de ittifak kuran farklı fraksiyonlardan oluştuğunu vurgular. Egemen fraksiyon, yalnızca ekonomik açıdan en güçlü olan değil, aynı zamanda devlet politikalarını biçimlendirme, ideolojik yönelimleri belirleme ve toplumsal tahayyülü yeniden kurma kapasitesine sahip olandır

 

1.1 İçsel sınıf gücü

Bir sermaye fraksiyonunun içsel (doğasından gelen) gücü, ekonominin temel altyapılarını ne ölçüde kontrol ettiğiyle ilgilidir. Demiryolu sermayesinin ABD kapitalizmini ,iç pazarının, birikim, tüketim merkezlerinin kaynak havzalarının 19. yüzyılda birbirine bağlaması, otomotiv sermayesinin 20. yüzyılın ortasında Amerikan yaşam biçimini şekillendirmesi ve finans sermayesinin neoliberal dönemde tüm ekonomik alanları borçlandırma yoluyla kontrol etmesi buna örnektir.[1] Bugün benzer bir kontrol kapasitesi teknoloji sermayesinde görülüyor.

 

1.2 Hegemonik kapasite

Therborn, hegemonik kapasitenin üç mekanizma üzerinden inşa edildiğini söyler:

Yerinden etme (displacement): Kendi çıkarlarını evrensel çıkarlar gibi sunmak.

Boyun eğdirme (submission): Rakip sınıfları baskılama veya kendi stratejilerine eklemleme.

Yalıtma (isolation): işçi sınıfını ve muhalefeti parçalamak. Hegemonya bu üç mekanizmanın eşzamanlı işlediği durumlarda ortaya çıkar.

 

1.3 Birikim rejimi

Egemen fraksiyon, ekonomik büyümenin hangi sektörlerde yoğunlaşacağını belirler. Örneğin finans kapital, neoliberal dönemde borçlanma ve türev piyasalarını büyümenin ana motoru hâline getirmiştir.[[ii]]

 

1.4 Zamansal eşzamanlılık

Therborn’a göre sınıf fraksiyonlarının yükselişi yalnızca ekonomik güçle değil, aynı zamanda tarihsel zamanların uygunluğu ile ilgilidir. Ekonomik yükseliş, jeopolitik dönüşüm ve devlet içi kırılmalar aynı anda gerçekleştiğinde yeni bir egemen fraksiyon oluşabilir.[[iii]]

ABD teknoloji sermayesinin yükselişi bu koşullara fazlasıyla uyuyor..

 

2. Birikim Rejiminin Dönüşümü: Devlet–Teknoloji Simbiyozu

ABD’de teknoloji sermayesinin yükselişi, üç temel yapısal dönüşümün üzerine kuruludur:

Teknolojik altyapıların kapitalist birikimin çekirdeği hâline gelmesi, Devletin teknoloji sektörünün ihtiyaçlarına göre yeniden örgütlenmesi, Jeopolitik rekabetin teknoloji merkezli bir form alması.

 

2.1 Yapay zekâ ve yarı iletkenler: Yeni stratejik altyapı

Yapay zekâ modellerinin eğitilmesi, veri merkezlerinin kurulması, küresel çip üretiminin sürdürülebilmesi ve karmaşık algoritmaların işlenmesi trilyonlarca dolarlık yatırımlar gerektirmektedir. Örneğin: NVIDIA’nın veri merkezi segmenti finans devlerinin toplamından daha yüksek piyasa değerine ulaşmıştır.[[iv]]

 

TSMC (Taiwan Semiconductor Manufacturing Company Limited) ve ASML ((Advanced Semiconductor Materials Lithography) gibi şirketler küresel üretim zincirinin vazgeçilmez halkaları hâline gelmiştir.

 

Büyük teknoloji şirketlerinin enerji tüketimi birçok ülkenin ulusal tüketimini aşmıştır.[[v]]

Bu altyapılar olmaksızın modern kapitalizm çalışamaz. Bu nedenle teknoloji sermayesi, kapitalist ekonominin vazgeçilmez altyapısal çekirdeğine dönüşmüştür.

 

2.2 Devlet destekli teknoloji kapitalizmi

ABD devleti, özellikle 2018 sonrasında teknoloji sektörünü ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamaya başlamıştır. CHIPS and Science Act, IRA, YZ altyapı fonları, DARPA projeleri ve savunma–teknoloji konsorsiyumları bu yeni dönemin kurumsal temelleridir. CFR raporları  ABD devletine: Çip üretiminde bağımlılığı azaltma, YZ araştırmalarını hızlandırma, teknoloji sermayesine doğrudan finansman sağlama, Çin’e karşı teknolojik üstünlük stratejileri geliştirme gibi öneriler sunmaktadır[[vi]]. Bu öneriler neredeyse aynen uygulanmaktadır.

Bu durum, teknoloji sermayesinin yalnızca devlet tarafından desteklenen bir sektör değil, devlet aygıtı ve ulusal strateji tarafından şekillendirilen birikim rejiminin kalbi hâline geldiğini gösterir.

 

2.3 Finans kapitalin göreli gerilemesi

Teknoloji sermayesi, finans sermayesinin 1980–2008 arasındaki “hegemonik” konumunu sarsmaktadır. Bugün en büyük değerlemeler ve en yüksek kâr oranları teknoloji devlerinde yoğunlaşmıştır.[[vii]] Finans kapital geri çekilmemiş, tam tersine teknoloji sermayesiyle bütünleşmeye. Başlamıştır.; BlackRock, Fidelity ve Vanguard gibi dev fonlar teknoloji altyapılarına devasa yatırımlar yapmaktadır.[[viii]] Bu nedenle teknoloji sermayesinin finans kapitali ikame etmekten çok, onu kendi etrafında yeniden örgütlemekte olduğu g.

 

3. Teknoloji Sermayesinin İçsel (d9o-asından gelen) Sınıf Gücü

Teknoloji sektörünün içsel (doğasından gelen) sınıf gücünün üç temel kaynağı vardır:

Dijital altyapının vazgeçilmezliği, Sermaye yoğunluk ve ölçek ekonomileri, Savunma ekosistemi ile bütünleşme.

 

3.1 Dijital altyapıların vazgeçilmezliği

Bugün ekonomik faaliyetlerin çoğu büyük teknoloji şirketlerinin altyapılarına bağımlıdır:

Amazon AWS, Google Cloud ve Microsoft Azure olmaksızın küresel internet çalışamaz.

Çip üretimi olmaksızın modern üretim zincirlerinin hiçbir halkası işlemez. Yapay zekâ, finansal piyasalardan tıbba, lojistikten askeri stratejilere kadar her alanda zorunlu hâle gelmiştir.

Bu altyapılar bir kez kurulduktan sonra yerinden edilemez, tekrar üretilemez veya kolayca kamusallaştırılamaz. Bu durum teknoloji sermayesine tarihsel olarak örneği az görülen bir güç sağlar.

 

3.2 Savunma–teknoloji bütünleşmesi

Pentagon’un yeni savaş doktrinleri [[ix], yapay zekânın merkezi rolünü kabul etmektedir. Palantir, Anduril, Microsoft ve Google gibi şirketler artık ABD askeri altyapısının stratejik ortaklarıdır.[[x]] Böylece teknoloji sermayesi sermaye birikimini  askeri üretimle birleştiren “teknomlitarist bir kompleks” hâline gelmektedir.

 

3.3 Yatırım ölçekleri ve giriş bariyerleri

YZ modellerinin eğitimi bir tek şirket tarafından yıllık milyarlarca dolarlık sermaye gerektirdiği için yeni oyuncuların giriş yapma şansı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle teknoloji sermayesi, yüksek yoğunluklu, yüksek giriş bariyerlerine sahip tekelci bir piyasada yapı sergilemektedir. Bu da içsel (doğasından gelen) sınıf gücünü daha da artırır.

 

4. Hegemonik Kapasite: Üç Mekanizmanın Eşzamanlı İşleyişi

Therborn’un hegemonya kavramı ABD teknoloji sermayesinin yükselişini anlamak için çok güçlü bir araç sunuyor.

4.1 Yerinden Etme: Ulusal Güvenlik Söylemi

Teknoloji sermayesi, çıkarlarını “ulusal çıkarlar” ve “ulusal güvenlik” söylemiyle sunarak toplumun genelinin, hatta insanlığın çıkarıymış gibi sunmaya  büyük özen gösteriyor. 

Örneğin: “Yapay zekâda geri kalan ülke yok olur” söylemi, Çin ile rekabetin varoluşsal gösterilmesi, teknoloji yatırımlarının “ulusal kriz” konusu yapılması, yerinden etme mekanizmasının klasik örnekleridir.[[xi]]

4.2 Baş eğdirme

Emek, siyaset ve toplumsal alanların arasında stratejik uyumun sağlanması 

a) Emek ve boyun eğdirme

Gig ekonomisi, yazılım emek piyasalarındaki rekabet, yüksek borç yükleri ve sendikasızlık, işgücünü sermaye karşısında zayıflatmaktadır. Mühendis emeği yüksek ücretli olsa da örgütsüzdür.

b) Siyasal boyun eğdirme

ABD’de her iki büyük parti de teknoloji sektörünün çıkarlarına uyumlu politikalar benimsemiştir. Demokratlar yenilikçilik söylemiyle, Cumhuriyetçiler ise ulusal rekabet söylemiyle teknoloji sermayesini desteklemektedir.

c) Kültürel boyun eğdirme

Toplumun büyük kısmı teknolojik gelişmeyi “kaçınılmaz”, “evrimsel” ve “karşı konulamaz” bir süreç olarak algılamaktadır.[[xii]] Bu da hegemonik kapasiteyi pekiştiriyor.

 

4.3 Yalıtma: Muhalefetin Parçalanması

Teknoloji sermayesi muhalefeti şu yollarla yalıtıyor: Emeğin segmentasyonu, Sendikaların marjinalleşmesi,  ekonomik büyümeyi hızlandırma, sqğlık sorunlarının çözülmesini hızlandırma, Ulusal güvenlik söylemiyle eleştirilerin bastırılması, Alternatif kamusal modellerin “gerçekçi değil” diye dışlanması. Bu mekanizmalar bir araya geldiğinde teknoloji sermayesi, geniş bir hegemonik alan yaratmaktadır.

 

4.4 Emperyalizm

Emperyalizm sermaye brikim sürecine içseldir [[xiii]]. Bu içsellik, kriz eğilimlerinin, ya da sermeye birikiminin önündeki engellerin  yönetilmesiyle yakından ilgilidir ve devletin bu süreçteki rolü kritiktir. Bir başka yönden gelerek söylesek, kar oranları düşme eğilimi temel kriz eğilimidir ve bunun karşıt eğilimleri de bu krizi önlemeye, ötelemeye kısacası yönetmeye ilişkindir. Bu  anlamda devletin rolü de  karşıt eğilimlerim harekete gerilmesi, önlerinin açılması ve yönetilmesi olarak belirir.  Buradan emperyalizm konusun geçebilmek için kariıt eğilimlerin, ikidinin alan dışına mal ve sermaye fazlasını göndermek olduğunu anımsamamız yeter.

 

David Harvey sermayenin bu hareketini, sorunlarını çözmek için mekana kaçarak (spatial fix; sermaye, mal ihracatı) ve zamana kaçarak (temporal fix: borçlandırma ve spekülasyon yoluyla ilerde  yapılacak kararı bugünden edinme) olarak tanımlıyordu[[xiv]]. Burada devletin rolü gidilen coğrafyalara girişi kolaylaştırmak, gidince oluşacak direnişi yeniden yapılandırmaya aşmak  bağlamında şekilleniyor. 

 

Devlet politikalarını alacağı biçimleri de egemen sermayenin  gereksinimleri belirliyor Bu bağlamda 1990’lar boyunca devletler,  “yükselen piyasalar” ve neoliberal küreselleşme, öncelikle mali piyasaların açılması, yasal kurumsal ortamın düzenlemesi gibi sorunlar üzerinde odaklandılar. 

 

Teknoloji şirketleri yükselmeye başladıktan sonra  odak noktası, tedarik zincileri (ucuz ve vasıflı iç gücü) güvenliği, teknoloji sektörünün girdilerinin ve vasıflı iş gücü gereksinimin sağlanması oluşturmaya başladı.  Teknoloji merkezleri arasındaki emperyalist rekabet de önemli bir ilgi alanı oluşturuyordu

 

5. Zamansal Eşzamanlılık: Yükselişin Tarihsel Koşulları

Teknoloji sermayesinin yükseldiği tarihsel an, üç koşulun çakışmasıyla belirleniyor:

Jeopolitik zaman: ABD–Çin rekabeti teknoloji merkezli bir soğuk savaş niteliği taşıyor.

Ekonomik zaman: Finansal birikimin krize girmesi, ekonomik büyümeyi hızlandırma aciliyeti, yeni bir sermaye birikim rejimi arayışı.

Siyasal zaman: Emek hareketi zayıftır, iki partili sistem teknoloji sermayesine karşı alternatifsiz durumdadır. Sosyal medya, özellikle  toplumsal muhalefetin denetlenmesi, faşist hareketin yükselmesi bağlamında,  stratejik bir siyasi bir özellik kazanmıştır

Bu koşullar yeni bir egemen fraksiyonun yükselişi için ideal ortam yaratmaktadır.

 

Sonuç

Therborn’un kavramsal çerçevesiyle yapılan bu analiz, ABD teknoloji sermayesinin Amerikan burjuvazisinin yeni egemen fraksiyonu hâline geldiğini güçlü biçimde göstermektedir.

Bugün teknoloji sektörü: Kapitalist birikimin yeni çekirdeğini oluşturuyor, devlet aygıtını dönüştürüyor, ulusal güvenlik stratejilerini beliriyor, emek ve toplum üzerinde hegemonik baskı kuruyor, finans sermayesini kendi etrafında yeniden örgütlenmeye zorluyor, altyapısal vazgeçilmezlik yaratıyor. 

Bu nedenle teknoloji sermayesi, artık yalnızca ekonomik bir sektör değil; devletin, ekonominin ve toplumsal tahayyülün merkezine yerleşmiş hegemonik bir sınıf fraksiyonudur.

 



[i] Therborn, Göran. What does the Ruling Class do when it rules” ( Egemen sınıf yönetirken ne yapar?”-Verso, 1978)

[ii] Krippner, G. Capitalizing on Crisis: The Political Origins of the Rise of Finance (2011);  Ben, bu “birikim rejimi”  tanımını yetersiz ve yüzeysel  buluyorum, ama burada, yüzeysel de olsa konunun akışına açıklayıcı bir katkı yapıyor

[iii] Poulantzas’ın devlet kuramıyla benzer bir şekilde Therborn, sınıf fraksiyonlarının yükselişinde tarihsel zamanın rolüne dikkat çeker

[iv] ABD 2024 teknoloji borsa verileri.

[v] Data Center Energy Consumption Reports, 2023–2025.

[vi] Örneğin: Eask force report no. 83- U.S. ECONOMIC SECURITY- Winning the Race for Tomorrow’s Technologies- Kasım 2025) ve CFR, Innovation and National Security Raporları, 2020–2024.

[vii] , 2025 yılının ilk yarısında ekonomik büyüme oranını %92’sini (Teknoloji sektörünün büyüme hızını çıkarınca ABD GSH büyüme hızı %0,1 düzeyine geriliyor), borsadaki artışın %80’ini, sağlayan teknoloji şirketleridir Yalnızca NVIDIA’nın veri merkezi segmenti, finans devlerinin toplamından daha yüksek piyasa değerine ulaşmış. 

 

[viii] Black Rock Annual Report, 2023.

[ix] Joint All-Domain Command and Control; Mosaic Warfare (“Müşterek Çoklu-Alan Komuta ve Kontrolü- Mozaik Savaş Konsepti”

[x] Pentagon AI Integration Roadmap, 2023

[xi] Ulusal güvenlik söylemi üzerine: B. Muller, Security Assemblages (2016)

[xii] Hatırlarsanız finans sermayesi de küreselleşmeyi tam da bu kavramlarla dayatıyordu. Bir süredir “küreselleşmenin gerilemekte olduğunu, bittiğini konuşuyoruz. Thatcher neoliberalimi TINA (there is no alternative) diye sunuyordu.

[xiii] Yıldızoğlu, Ergin. Emperyalizm ve Jeopolitik, Remzi Kitabevi, 2017.

[xiv] Harvey, David, Spaces  of Capital, Kısım 3. Sf 312 “Geopolitics of capitalizm”,2001

Friday, November 07, 2025

Yabancılaşma, Kırılganlık, Hafıza ve Direniş

 

"Şiir, yaralı bir yüzün üzerine konan kelebekler gibidir: 

Hafifliğiyle ağır olanı taşır.”

(Kaynağı belirsiz)

 

Nilay Özer’in şiirleriyle ilgili bir sorunum var. Özer ‘in şiirlerinden, ilk kitabı ‘Zaman Dağılan Kar ’dan buyana hem tekrar tekrar okuyacak kadar haz alıyorum hem de her okuyuşumda şiirde varlığını hissettiğim ama tam olarak anlamlandıramadığım bir şeylerin, şu dizlerde olduğu gibi...

 

üzüm şaraptan yapılmıştır bundan bir ev kur kendine

(...)

üzüm şaraptan çok sonra 

bir kadını bilmenin kana verdiği hızdan

hazda serbest bırakılmış sevinçten yapılmıştır”

 

elimden kaçtığını düşünerek tedirgin oluyorum

 

Üzüm şaraptan yapılmıştır” gibi tersyüz edilmiş ifadeler, yalnızca zamansal bir oyun değil, belleğin, arzunun ve kadının yaşantısının nasıl sürekli yeniden yazıldığını mı anlatıyor? Gündelik olanın içine ölüm, yas, erotizm ve toplumsal sessizlik yerleşmiş. Kadının kurduğu ev, aynı anda hem korunaklı bir alan hem de bastırılmış geçmişin mekânıdır. O Şiirin sonunda kadının bedeni ve arzusu hem politik hem estetik bir direniş alanına dönüşür gibi şeyler düşünüyorum ama hiç biri beni tatmin etmiyor; öyle havada bırakıyor.

 

 

Yüzü Kelebeklerle Örtülü”  Nilay Özer'in üçünü ve bence en derinlikli şiir kitabı ve o tedirginlik de kendini daha çok hissettiriyor. 

 

Estetik hazla, onun yanı sıra varlığı duyumsanan ama bilgisi tam olarak kavranamayan bir anlam arasındaki gerilim ister istemez akla Kant’ın III. Eleştiresindeki (9. Bölüm) “güzel” kavramının analizini anımsatıyor. Gerçekten de şiirleri okurken oluşan bu gerilim, estetik yargının öznelliğiyle nesnel evrensellik iddiası arasındaki Kantçı gerilimle bir paralellik taşıyor. Ancak, bu noktada “güzel” kavramının yeterli olmadığı da bir gerçek.

 

Nilay Özer'in “estetik zaman” anlayışı da bu Kantçı estetikle bağdaşıyor. Zamana dair anlatısal bir sıralamadan çok, deneyim öncesi bir kategorisi olan bir dağılma, zamanın şiirsel düzlemde yeniden kurulması gerektiğini ima ediyor. Bu da okuyucuyu salt anlamaya değil, hissetmeye ve yeniden düşünmeye zorluyor.

 

Özer'in Şiirinde nesneler, çoğu zaman düzenli bir anlatının içinde değil, bir sezginin, bir hissin ya da eksik bir düşüncenin taşıyıcılarıymış gibi yer alıyor. Örneğin, "Sevgilime bir hediye: siyah kadife kutuda altı ölü kuş" şiirinde (daha sonra yakından bakmak için döneceğim), şiirin kendisi ne tam bir temsil ne de bir anlatım değil, Kant’ın "estetik fikir" adını verdiği, duyularla algılanan ama akıl tarafından tam olarak kavranamayan bir yoğunluk sunuyor. 

 

Tam olarak kavranamayan ama bir bütünlüğü ima eden anlamdaki eksikliği tamamlayarak bütünlüğü aramak da okuyucuya düşüyor.  Nilay’ın şiirlerindeki, “tuzda yanan salyangoz” ve “zamanda yanan aşk”, “kayasından kopmuş bir midye”, “incirler kendi sütleriyle kendi içlerini emziriyor ” örneklerinde gördüğümüz gibi hemen her sayfada bizi karşılayan, şaşırtan, çok zengin ve hemen her zaman özgün metaforlar, onların açtığı kapılardan giren türlü simgeler, kimileri tamamen okuyucuya ait anlam parçacıkları, anılar, mekanlar, zamanlar ve bunların  tasavvur edilebilen bir bütünlük oluşturabileceğine ilişkin algı ve de umut,  şiirlerin verdiği estetik hazzın belki de en önemli kaynağını oluşturuyor.

 

Özer'in şiirlerini anlamlandırmaktan çok, onlarla estetik bir deneyim yaşamak gerekiyor. Anlama, anlamaya da bu noktadan hareketle girişmek, Kant'ın estetik fikir kavramı, bu deneyimin hem imkânını hem de sınırını işaret ediyor. Özer’ın şiiri estetik yargının Kant'çı anlamda evrenselliğine çok yaklaşıyor.

 

Ancak, niyetim, Nilay'in şiirlerini, daha genel olarak poetikasını Kant'ın “Yargı Gücünün Eleştirisi” içinde geliştirilen perspektife hapsetmek değil. Aksine Nilay’ın şiirlerindeki hem varoluşçu hem toplumcu, Benjamin’ın deyimiyle “sanatı siyasileştirme” pratiklerini tartışmaya çalışmak bence çok daha önemlidir. Bundan sonra yapacağım yorumları, anlamı ararken oluşmuş, subjektif, yakınsamalar olarak düşünülebilir. 

 

Bastırılmış olanın dilde açtığı yara...

Nilay Özer’in  Yüzü Kelebeklerle Örtülü  adlı şiir kitabı, yalnızca bireysel bir duygulanımın ya da lirik bir iç dökmenin değil, tarihsel ve toplumsal katmanların şiirsel bir direnişle işlenmesidir. Bu kitapta şiir, ne bir estetik süs ne de bir iç dökme alanıdır. Tam tersine, şiir, bastırılmış olanın dilde açtığı yaraya çevrilmiştir. 

 

Eliot’ın "Şairin duygusuz kalabilme yeteneği, onun en güçlü silahıdır" sözü, Özer’in şiirlerindeki “soğuk lirizmle” (Auschwitz sonrasında lirik şiir yazılamaz, Lirizm, ancak, böyle soğuk ve mesafeli olabilir) örtüşür. Belki de “dissosiasyon” (ayrışma), tam da bu yüzden çağdaş şiirin kaçınılmaz bir gereci haline gelmiştir: Anlamı paramparça ederek, onu yeniden kurma cesareti vermek için. Nilay tam da bu alanda (bu “Waste Land’da) üretiyor iste...

 

Kitabın ismiyle başlamak gerekirse, “Yüzü kelebeklerle örtülü” bir varlık imgesiyle karşı karşıyayız. Yüz, kimliğin, hafızanın, acının mekânı. Örtülen bir yüz ise hem korunmuş hem susturulmuş. Kelebek imgeleri, geçicilikle, dönüşümle, güzellikle ilişkili olsa da burada aynı zamanda bir maskeyi, bir örtüyü, bir kamuflajı da çağırıyor. Şiirin dünyasında yüzün örtülmesi, yalnızca bireyin kendini koruma çabası değil, aynı zamanda toplumun acıya, çöküntüye ve sessizliğe yüklediği zoraki örtülerle de ilgili. 

 

Yüzü Kelebeklerle Örtülü’de "yüz", Levinas’ın etik çağrısını, Rilke’nin “dönüşüm” şiirini akla getiriyor. Levinas için yüz, ötekinin savunmasız varlığıyla kurduğumuz mutlak sorumluluk anıdır: "Senin binlerce ifaden var / fakat benim tek bir yüzüm bile yok" dizesi, bu etik yokluğu sorgular gibidir. Rilke ise yüzü bir maskeden çok, geçici bir kabuk olarak görür; Özer’in kelebek imgeleri, Rilke’nin "ölümle dönüşen" ruhunu hatırlatıyor.

 

Şiirde yüz, politik şiddetin silip attığı bir bellek (Tahir Elçi), doğanın içinde eriyen bir iz ("zehirli yosunlara değmiş ten"), ya da iki kalpli bir gerçeklik olarak da karşımıza çıkıyor. Levinas’ın "yüz öldürülemez" dediği noktada, Özer bize onun nasıl öldürüldüğünü, Rilke’nin "dönüşüm" dediği yerde ise nasıl yeniden doğduğunu mu fısıldıyor? Belki de yüz, tam da bu çatışmada anlam buluyor.

 

Kitabın isminden sonra, daha “Ödünç yüz” başlıklı ilk bölümdeki ilk şiirin ilk satırlarında “ve kökleri sevindirmek ölülerin işidir” dizesiyle adeta bundan sonra gelecek olanların poetikası ve politikası ile aynı anda karşılaşıyoruz.

 

Bu dize, Nilay Özer’in şiirlerinde sıkça kullandığı bitki-toprak-beden döngüsünü tersinden kuruyor. Burada yaşayanların değil, ölülerin eyleme geçtiği bir dünya var. Kökler seviniyorsa, bu canlıların değil, ölülerin hareketiyle oluyor. Bu, yaşayanlara yönelik bir atalet eleştirisidir: yas tutmayan, harekete geçmeyen, direnmeyen bedenler, yalnızca ölüleri seyretmektedir. İnsanın aklına ister istemez, sosyalist hareketin, iktidarsızlığını aşmak bir gelecek projesi oluşturmak için çabalamak yerine ölmüş kahramanların, eski devrimleri posterleriyle avunması geliyor. 

 

Kitaptaki ilk şiir de, kitaptaki şiirlerde sık sık karşılaşacağımız, kişisel, toplumsal ve siyasi boyutların hepsini birden sunuyor. 

 

ali itti kuyuya 

tutunacak bir şey aradım ah ki bir şey koparttım[1] [2] 

karanlık kumaşından gecenin kadifeli bir parça

nasıl ki tüylü tüylü geceydi  

çürümüş dut yapraklarına 

ipek böceklerine[3] [4]  karışmış bir sevişmeydi

olmaz diyenler[5] [6]  oldurmayanlar bilsin

aliyi sokak köşelerinde ilik kemik kaynatıp

tenhaların dilinde soğutanlar kimlerse

ben şimdi telkinle susturulmuş mânâyı[7] [8]  tahrik

ima ile[9] [10]  geçilmiş sırları tehdit edip

taşları arasında esiyorum kuyunun”

 

Buradaki trajedinin, yasak aşka,  etnik-dini çatışmalara, kışkırtmaya nihayet ölüme, öldürmeye ilişkin kişisel, ama aynı zamanda, bu toprakların tarihsel hafızasına, unutmaya, direnişe ilişkin  siyasi bir yanı, o kendini ima edan anlamın içinden bize bakıyor. 

 

İstanbul’un çok katmanlı tarihi, kültürel çatışmalar, dinsel imgeler ve zamanın bulanık akışı şiirde belirgin şekilde hissediliyor. Gerçekten de Şehir, Rum taşları, Balat’ın rüzgârı, eski binalar, İstanbul'un Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, çokkültürlülükten homojenleşmeye evrilen sosyokültürel dönüşümünü yansıtan bir hafıza mekânı değil midir?  

 

Kitap boyunca bireysel olanla toplumsal olan iç içedir. Aşk, annelik, ölüm, yalnızlık gibi temalar hiçbir zaman yalnızca kişisel düzlemde kalmaz; her birinde bir sistemin, bir ideolojinin, bir toplum mühendisliğinin izleri sürülebilir. Kadın bedeniyle ilgili imgeler, sıklıkla bir hafıza mekânına, bir taşıyıcıya dönüşür.

 

Nilay’ın şiirlerindeki, biçimsel bütünlük yerine kırık dizeler, eksiltili imgeler, kopuk çağrışımlar, bu yapısal dağınıklık, yalnızca estetik bir tercih değil, içinde yaşadığımız dünyaya yönelik bir eleştiridir de. Düz bir anlatı, anlamı tek bir merkeze bağlayan söylemler, bu şiirlerde bilinçli olarak bozulur. Çünkü dünya, (Waste Land) bütünlükten uzaktır. Çünkü hakikat, çoğu zaman bastırılmış, üzeri örtülmüş, tarihin dip notlarına itilmiş hâldedir. Özer’in şiiri, bu bastırılmış olanı açığa çıkarmaya değil, onun kırık parçalarını sezdirerek, okuru onunla yüzleştirmeye çalışır.

 

Bu şiirlerde anlam, okuyucuya doğrudan sunulmaz. Şiir, anlamı üretmez; okuyucuyu boşlukla, sessizlikle, çelişkiyle baş başa bırakır. Bu anlamda Yüzü Kelebeklerle Örtülü, okunacak değil, içinden geçilecek, içinde oyalanılacak bir şiirler kümesidir. Okuyucu, bu metinleri "anlamak" için değil, onlarla birlikte "hissetmek", onlarla birlikte "yüzleşmek" zorundadır.

 

Nilay Özer’in bu kitabı, güzelliğin örtü işlevine, sessizliğin bastırılmış sese, biçimin politik bir alana dönüştüğü noktaya işaret eder. Nilay’ın bu şiirleri, daha doğrusu poetikası ne bir dekor ne bir teselli sunar; şiir burada bir uyarı, bir sarsıntı, bir çağrıdır. İçinde yaşadığımız düzenin tüm “estetikleştirilmiş barbarlıklarına” karşı, kelebek kanadı kadar hafif ama bir yüz kadar çıplak bir itirazdır.

 

Ödünç yüz ve “Altı Ölü Kuş” 

 

 “Ödünç Yüz” bölümündeki şiirler, öznenin parçalanmışlığını ve sahte bütünlük yanılsamasını dile getiriyor. Yüz, burada benliğin temsili değil, tam tersine benliğin başkasına ait bir tortusu, bir ödünçtür.  Bu yüz, tanıdık olduğu kadar yabancıdır. Bu yüz de öznenin arzusunun nesnesi değil, arzunun kırıldığı bir boşluk olarak belirir.

 

“Sevgilime Bir Hediye: Siyah Kadife Kutuda Altı Ölü Kuş” , çok daha derin bir -arzu nesnesinin imkânsızlığını- dramatize eder. Buradaki hediye, sevgiyle sunulmuş bir armağan değil, arzunun yapısal eksikliğiyle yüklü, neredeyse gotik bir boşluk nesnesi olarak düşünülebilir.

 

 

Canlı cansız her şeyi önce donduran ve sonra biçen bir soğukla ve uzaklık (Boston) duygusuyla başlayan şiir,

 

şimdi daha yeşil daha iri bir yılanın

ardında bıraktığı beyaz buruşuk

derisine sığıyor kısalan günlerimiz

kısalan cümlelerimiz camlarda

buzun ele verdiği yalanlar arasında

ışıldayıp sönüyor

 

dizeleriyle bir özlem anlatısı olarak değil kıskançlıkla (yeşil yılan) yalanlarla tükenmiş ve artık atılmış ilişkinin tiksinti verici görüntüsü, bir ayrılmanın acılarıyla açılan bu şiir, hem erotik hem ölümcül bir nesne üzerinden kurulur. Altı ölü kuş, arzunun simgesel düzen içinde asla tatmin edilemeyecek doğasını yansıtır.  Şiir ilerledikçe, sevgiliye sunulan bu grotesk armağan, sevgi ilişkisinin bir tür fantazmatik çöküşünü de ima eder: “aşkların da zamanda yandığını” anımsatır.

 

Sevgiliye bu armağan, bir sevgi göstergesi değil, arzunun simgesel düzende çözümsüz kalan doğasını - aşkın söylemle asla bütünüyle temsil edilemeyen doğasını - betimler. Lacan’ın “arzu, ötekinin arzusudur” sözü burada tam anlamıyla iş başındadır. Sunulan şey, bir ötekine yöneltilmiş ama onun da anlamlandıramayacağı bir “fazlalıktır”.

 

Siyah kadife kutu, estetikle örtülmüş bir yas nesnesidir. Altı ölü kuş ise bastırılmış arzulara, kıskançlıklar ve yalanlar altında ölen aşklara ilişkindir, ya da yok sayılmış kadınlara... Şair, yaşamı boyunca hiçbir şey biriktirmediğini söylerken aslında bu ölü nesnelerin-yani hatırlanması istenmeyenlerin-tek gerçek miras olduğunu ima eder. Dize, sessizlikle değil, üç noktayla biter; çünkü bu kutunun içinden hâlâ söylenmemiş çok şey taşar. 

 

Kadın Bedeninin  Politikası

Nilay Özer’in şiirleri, yalnızca kırılgan bir benlik araştırması değil, aynı zamanda kadın bedeninin nasıl siyasallaştırıldığını açığa çıkaran yoğun metinlerdir. Bu şiirler, çağdaş faşizmin incecik estetik perdelerle örttüğü şiddet dilini sökmeye girişir; sessizlikle, suskunlukla, kopuşla konuşur.

 

“Ödünç yüz” bölümünün il şiiri “marikula’nın köklerine dokunduğu ağaçlar “ içindeki en çarpıcı anlardan biri şudur:

 

“sesimi kaybetti düne kendi ipiyle sarkıtılan / o gün bugündür kuyuda sus sürmekte”

 

Burada yalnızca bireysel bir kayıp değil, toplumsal hafızanın ve kadın sesinin sistemli olarak bastırılması anlatılır. “Kendi ipiyle sarkıtılmak”, kadının kendi suskunluğunu seçtiği değil, bu suskunluğun sistematik olarak kurulduğu bir yapıyı sezdirir. “Kuyuda sus sürmekte” ise bu bastırmanın zamansal bir hal aldığını, bir gün değil, bir düzen meselesi olduğunu anlatır.

Dizelerdeki sessizlik, yas tutulamayan ölülerin sessizliğine benzer. Kadın cinayetlerinin “faili belli ama adaleti yok” düzeninde, sesin yitimi, bir yas biçimi değil, yas tutulmasına bile izin verilmeyen bir varoluş hâlidir.

 

Bu evrende, “salyangozların tuzda yandığı gibi / aşkların da zaman da yandığını”, 

sadece bireysel değil, toplumsal sürekliliğin de bozulduğunu görürüz. Aşk, artık dönüşüm değil; yanma, tükenme ve yok oluşla özdeşleşmiştir. Bu, neoliberal ve otoriter yapılar altında aşkın, bakımın, birlikte var olmanın imkânsızlığına dair bir tanıklıktır.

 

“Sevgilime Bir Hediye: Siyah Kadife Kutuda Altı Ölü Kuş” adlı şiir, ölümün ve şiddetin “armağan” kisvesi altında sunulmasına odaklanır. Şiirin ilk bölümlerinde görülen ...

 

uyudum uyandım rüyayla budanmışım / kollarımın yerinde acıyan dallar buldum”

“göğ göğ sayıklamaktan / yorgun düştüm dünyanın çukurlarında” 

 

... dizelerindeki imgeler, kadının yalnızca fiziksel değil, ruhsal olarak da budandığını gösterir. Kadın artık bütün değildir; “dallar” onun yerini almıştır ama bu dallar canlı değil, acıyan parçalar hâlindedir. Burada hem annelik miti hem de aşkın “ağaç gibi kök salma” metaforu tersyüz edilir. Kadının sevgide kök salması değil, acıyla budanması söz konusudur.

 

Uzak bir yerde (Boston) daha da ağırlaşan yalnızlık, sevginin yetersizliğinden değil, sevgiyi biçimlendiren düzenin çöküşünden kaynaklanır. Faşizm, sevgiyi yalnızlaştırır. Kadına biçilen aşk, hediye, sadakat, annelik rolleri - hepsi kadının yalnızlığını örgütlemenin estetik araçlarına dönüşür.

 

Eğer bakış açımı biraz değiştirip Türkiye bağlamında düşündüğümde, “Altı ölü kuş”,  bana hem   devletin kadınlara sunduğu sessiz mezarlar hem de aile, aşk, sadakat gibi kavramların şiddetle örülmüş hâlleri olarak görünmeye başlıyor.  Bu kuşlar, belki altı kadının ismi olabilir; adalet bulamamış, haber değeri bile taşımayan ölümler. Belki de bu kutular, her gün yeniden paketlenen milliyetçi ya da dindar mesajlarla pazarlanan “geleneksel değerler”dir.

 

Aşırı sağın yükselişiyle birlikte küresel ölçekte tanık olduğumuz “manosphere” (kadın düşmanı çevreler- erkek dünyası),  incel hareketinin ürettiği simgesel şiddet ve fiziki şiddet, kadınların cinselliğini ve öznelliğini düşmanlaştıran dijital kitleler, bu şiirin arka planında yankılanan karanlık seslerdir.

 

Özer’in şiiri, herhangi bir sloganik feminizmle değil, sessizliğin yapısal dokusunu analiz ederek feminist bir karşı-söylem üretir.   Bu şiirler, kadınların bastırılmış arzularını, ölü bedenlerini, ödünç kimliklerini ortaya koyar - hem de bağırmadan.