Friday, November 07, 2025

Yabancılaşma, Kırılganlık, Hafıza ve Direniş

 

"Şiir, yaralı bir yüzün üzerine konan kelebekler gibidir: 

Hafifliğiyle ağır olanı taşır.”

(Kaynağı belirsiz)

 

Nilay Özer’in şiirleriyle ilgili bir sorunum var. Özer ‘in şiirlerinden, ilk kitabı ‘Zaman Dağılan Kar ’dan buyana hem tekrar tekrar okuyacak kadar haz alıyorum hem de her okuyuşumda şiirde varlığını hissettiğim ama tam olarak anlamlandıramadığım bir şeylerin, şu dizlerde olduğu gibi...

 

üzüm şaraptan yapılmıştır bundan bir ev kur kendine

(...)

üzüm şaraptan çok sonra 

bir kadını bilmenin kana verdiği hızdan

hazda serbest bırakılmış sevinçten yapılmıştır”

 

elimden kaçtığını düşünerek tedirgin oluyorum

 

Üzüm şaraptan yapılmıştır” gibi tersyüz edilmiş ifadeler, yalnızca zamansal bir oyun değil, belleğin, arzunun ve kadının yaşantısının nasıl sürekli yeniden yazıldığını mı anlatıyor? Gündelik olanın içine ölüm, yas, erotizm ve toplumsal sessizlik yerleşmiş. Kadının kurduğu ev, aynı anda hem korunaklı bir alan hem de bastırılmış geçmişin mekânıdır. O Şiirin sonunda kadının bedeni ve arzusu hem politik hem estetik bir direniş alanına dönüşür gibi şeyler düşünüyorum ama hiç biri beni tatmin etmiyor; öyle havada bırakıyor.

 

 

Yüzü Kelebeklerle Örtülü”  Nilay Özer'in üçünü ve bence en derinlikli şiir kitabı ve o tedirginlik de kendini daha çok hissettiriyor. 

 

Estetik hazla, onun yanı sıra varlığı duyumsanan ama bilgisi tam olarak kavranamayan bir anlam arasındaki gerilim ister istemez akla Kant’ın III. Eleştiresindeki (9. Bölüm) “güzel” kavramının analizini anımsatıyor. Gerçekten de şiirleri okurken oluşan bu gerilim, estetik yargının öznelliğiyle nesnel evrensellik iddiası arasındaki Kantçı gerilimle bir paralellik taşıyor. Ancak, bu noktada “güzel” kavramının yeterli olmadığı da bir gerçek.

 

Nilay Özer'in “estetik zaman” anlayışı da bu Kantçı estetikle bağdaşıyor. Zamana dair anlatısal bir sıralamadan çok, deneyim öncesi bir kategorisi olan bir dağılma, zamanın şiirsel düzlemde yeniden kurulması gerektiğini ima ediyor. Bu da okuyucuyu salt anlamaya değil, hissetmeye ve yeniden düşünmeye zorluyor.

 

Özer'in Şiirinde nesneler, çoğu zaman düzenli bir anlatının içinde değil, bir sezginin, bir hissin ya da eksik bir düşüncenin taşıyıcılarıymış gibi yer alıyor. Örneğin, "Sevgilime bir hediye: siyah kadife kutuda altı ölü kuş" şiirinde (daha sonra yakından bakmak için döneceğim), şiirin kendisi ne tam bir temsil ne de bir anlatım değil, Kant’ın "estetik fikir" adını verdiği, duyularla algılanan ama akıl tarafından tam olarak kavranamayan bir yoğunluk sunuyor. 

 

Tam olarak kavranamayan ama bir bütünlüğü ima eden anlamdaki eksikliği tamamlayarak bütünlüğü aramak da okuyucuya düşüyor.  Nilay’ın şiirlerindeki, “tuzda yanan salyangoz” ve “zamanda yanan aşk”, “kayasından kopmuş bir midye”, “incirler kendi sütleriyle kendi içlerini emziriyor ” örneklerinde gördüğümüz gibi hemen her sayfada bizi karşılayan, şaşırtan, çok zengin ve hemen her zaman özgün metaforlar, onların açtığı kapılardan giren türlü simgeler, kimileri tamamen okuyucuya ait anlam parçacıkları, anılar, mekanlar, zamanlar ve bunların  tasavvur edilebilen bir bütünlük oluşturabileceğine ilişkin algı ve de umut,  şiirlerin verdiği estetik hazzın belki de en önemli kaynağını oluşturuyor.

 

Özer'in şiirlerini anlamlandırmaktan çok, onlarla estetik bir deneyim yaşamak gerekiyor. Anlama, anlamaya da bu noktadan hareketle girişmek, Kant'ın estetik fikir kavramı, bu deneyimin hem imkânını hem de sınırını işaret ediyor. Özer’ın şiiri estetik yargının Kant'çı anlamda evrenselliğine çok yaklaşıyor.

 

Ancak, niyetim, Nilay'in şiirlerini, daha genel olarak poetikasını Kant'ın “Yargı Gücünün Eleştirisi” içinde geliştirilen perspektife hapsetmek değil. Aksine Nilay’ın şiirlerindeki hem varoluşçu hem toplumcu, Benjamin’ın deyimiyle “sanatı siyasileştirme” pratiklerini tartışmaya çalışmak bence çok daha önemlidir. Bundan sonra yapacağım yorumları, anlamı ararken oluşmuş, subjektif, yakınsamalar olarak düşünülebilir. 

 

Bastırılmış olanın dilde açtığı yara...

Nilay Özer’in  Yüzü Kelebeklerle Örtülü  adlı şiir kitabı, yalnızca bireysel bir duygulanımın ya da lirik bir iç dökmenin değil, tarihsel ve toplumsal katmanların şiirsel bir direnişle işlenmesidir. Bu kitapta şiir, ne bir estetik süs ne de bir iç dökme alanıdır. Tam tersine, şiir, bastırılmış olanın dilde açtığı yaraya çevrilmiştir. 

 

Eliot’ın "Şairin duygusuz kalabilme yeteneği, onun en güçlü silahıdır" sözü, Özer’in şiirlerindeki “soğuk lirizmle” (Auschwitz sonrasında lirik şiir yazılamaz, Lirizm, ancak, böyle soğuk ve mesafeli olabilir) örtüşür. Belki de “dissosiasyon” (ayrışma), tam da bu yüzden çağdaş şiirin kaçınılmaz bir gereci haline gelmiştir: Anlamı paramparça ederek, onu yeniden kurma cesareti vermek için. Nilay tam da bu alanda (bu “Waste Land’da) üretiyor iste...

 

Kitabın ismiyle başlamak gerekirse, “Yüzü kelebeklerle örtülü” bir varlık imgesiyle karşı karşıyayız. Yüz, kimliğin, hafızanın, acının mekânı. Örtülen bir yüz ise hem korunmuş hem susturulmuş. Kelebek imgeleri, geçicilikle, dönüşümle, güzellikle ilişkili olsa da burada aynı zamanda bir maskeyi, bir örtüyü, bir kamuflajı da çağırıyor. Şiirin dünyasında yüzün örtülmesi, yalnızca bireyin kendini koruma çabası değil, aynı zamanda toplumun acıya, çöküntüye ve sessizliğe yüklediği zoraki örtülerle de ilgili. 

 

Yüzü Kelebeklerle Örtülü’de "yüz", Levinas’ın etik çağrısını, Rilke’nin “dönüşüm” şiirini akla getiriyor. Levinas için yüz, ötekinin savunmasız varlığıyla kurduğumuz mutlak sorumluluk anıdır: "Senin binlerce ifaden var / fakat benim tek bir yüzüm bile yok" dizesi, bu etik yokluğu sorgular gibidir. Rilke ise yüzü bir maskeden çok, geçici bir kabuk olarak görür; Özer’in kelebek imgeleri, Rilke’nin "ölümle dönüşen" ruhunu hatırlatıyor.

 

Şiirde yüz, politik şiddetin silip attığı bir bellek (Tahir Elçi), doğanın içinde eriyen bir iz ("zehirli yosunlara değmiş ten"), ya da iki kalpli bir gerçeklik olarak da karşımıza çıkıyor. Levinas’ın "yüz öldürülemez" dediği noktada, Özer bize onun nasıl öldürüldüğünü, Rilke’nin "dönüşüm" dediği yerde ise nasıl yeniden doğduğunu mu fısıldıyor? Belki de yüz, tam da bu çatışmada anlam buluyor.

 

Kitabın isminden sonra, daha “Ödünç yüz” başlıklı ilk bölümdeki ilk şiirin ilk satırlarında “ve kökleri sevindirmek ölülerin işidir” dizesiyle adeta bundan sonra gelecek olanların poetikası ve politikası ile aynı anda karşılaşıyoruz.

 

Bu dize, Nilay Özer’in şiirlerinde sıkça kullandığı bitki-toprak-beden döngüsünü tersinden kuruyor. Burada yaşayanların değil, ölülerin eyleme geçtiği bir dünya var. Kökler seviniyorsa, bu canlıların değil, ölülerin hareketiyle oluyor. Bu, yaşayanlara yönelik bir atalet eleştirisidir: yas tutmayan, harekete geçmeyen, direnmeyen bedenler, yalnızca ölüleri seyretmektedir. İnsanın aklına ister istemez, sosyalist hareketin, iktidarsızlığını aşmak bir gelecek projesi oluşturmak için çabalamak yerine ölmüş kahramanların, eski devrimleri posterleriyle avunması geliyor. 

 

Kitaptaki ilk şiir de, kitaptaki şiirlerde sık sık karşılaşacağımız, kişisel, toplumsal ve siyasi boyutların hepsini birden sunuyor. 

 

ali itti kuyuya 

tutunacak bir şey aradım ah ki bir şey koparttım[1] [2] 

karanlık kumaşından gecenin kadifeli bir parça

nasıl ki tüylü tüylü geceydi  

çürümüş dut yapraklarına 

ipek böceklerine[3] [4]  karışmış bir sevişmeydi

olmaz diyenler[5] [6]  oldurmayanlar bilsin

aliyi sokak köşelerinde ilik kemik kaynatıp

tenhaların dilinde soğutanlar kimlerse

ben şimdi telkinle susturulmuş mânâyı[7] [8]  tahrik

ima ile[9] [10]  geçilmiş sırları tehdit edip

taşları arasında esiyorum kuyunun”

 

Buradaki trajedinin, yasak aşka,  etnik-dini çatışmalara, kışkırtmaya nihayet ölüme, öldürmeye ilişkin kişisel, ama aynı zamanda, bu toprakların tarihsel hafızasına, unutmaya, direnişe ilişkin  siyasi bir yanı, o kendini ima edan anlamın içinden bize bakıyor. 

 

İstanbul’un çok katmanlı tarihi, kültürel çatışmalar, dinsel imgeler ve zamanın bulanık akışı şiirde belirgin şekilde hissediliyor. Gerçekten de Şehir, Rum taşları, Balat’ın rüzgârı, eski binalar, İstanbul'un Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, çokkültürlülükten homojenleşmeye evrilen sosyokültürel dönüşümünü yansıtan bir hafıza mekânı değil midir?  

 

Kitap boyunca bireysel olanla toplumsal olan iç içedir. Aşk, annelik, ölüm, yalnızlık gibi temalar hiçbir zaman yalnızca kişisel düzlemde kalmaz; her birinde bir sistemin, bir ideolojinin, bir toplum mühendisliğinin izleri sürülebilir. Kadın bedeniyle ilgili imgeler, sıklıkla bir hafıza mekânına, bir taşıyıcıya dönüşür.

 

Nilay’ın şiirlerindeki, biçimsel bütünlük yerine kırık dizeler, eksiltili imgeler, kopuk çağrışımlar, bu yapısal dağınıklık, yalnızca estetik bir tercih değil, içinde yaşadığımız dünyaya yönelik bir eleştiridir de. Düz bir anlatı, anlamı tek bir merkeze bağlayan söylemler, bu şiirlerde bilinçli olarak bozulur. Çünkü dünya, (Waste Land) bütünlükten uzaktır. Çünkü hakikat, çoğu zaman bastırılmış, üzeri örtülmüş, tarihin dip notlarına itilmiş hâldedir. Özer’in şiiri, bu bastırılmış olanı açığa çıkarmaya değil, onun kırık parçalarını sezdirerek, okuru onunla yüzleştirmeye çalışır.

 

Bu şiirlerde anlam, okuyucuya doğrudan sunulmaz. Şiir, anlamı üretmez; okuyucuyu boşlukla, sessizlikle, çelişkiyle baş başa bırakır. Bu anlamda Yüzü Kelebeklerle Örtülü, okunacak değil, içinden geçilecek, içinde oyalanılacak bir şiirler kümesidir. Okuyucu, bu metinleri "anlamak" için değil, onlarla birlikte "hissetmek", onlarla birlikte "yüzleşmek" zorundadır.

 

Nilay Özer’in bu kitabı, güzelliğin örtü işlevine, sessizliğin bastırılmış sese, biçimin politik bir alana dönüştüğü noktaya işaret eder. Nilay’ın bu şiirleri, daha doğrusu poetikası ne bir dekor ne bir teselli sunar; şiir burada bir uyarı, bir sarsıntı, bir çağrıdır. İçinde yaşadığımız düzenin tüm “estetikleştirilmiş barbarlıklarına” karşı, kelebek kanadı kadar hafif ama bir yüz kadar çıplak bir itirazdır.

 

Ödünç yüz ve “Altı Ölü Kuş” 

 

 “Ödünç Yüz” bölümündeki şiirler, öznenin parçalanmışlığını ve sahte bütünlük yanılsamasını dile getiriyor. Yüz, burada benliğin temsili değil, tam tersine benliğin başkasına ait bir tortusu, bir ödünçtür.  Bu yüz, tanıdık olduğu kadar yabancıdır. Bu yüz de öznenin arzusunun nesnesi değil, arzunun kırıldığı bir boşluk olarak belirir.

 

“Sevgilime Bir Hediye: Siyah Kadife Kutuda Altı Ölü Kuş” , çok daha derin bir -arzu nesnesinin imkânsızlığını- dramatize eder. Buradaki hediye, sevgiyle sunulmuş bir armağan değil, arzunun yapısal eksikliğiyle yüklü, neredeyse gotik bir boşluk nesnesi olarak düşünülebilir.

 

 

Canlı cansız her şeyi önce donduran ve sonra biçen bir soğukla ve uzaklık (Boston) duygusuyla başlayan şiir,

 

şimdi daha yeşil daha iri bir yılanın

ardında bıraktığı beyaz buruşuk

derisine sığıyor kısalan günlerimiz

kısalan cümlelerimiz camlarda

buzun ele verdiği yalanlar arasında

ışıldayıp sönüyor

 

dizeleriyle bir özlem anlatısı olarak değil kıskançlıkla (yeşil yılan) yalanlarla tükenmiş ve artık atılmış ilişkinin tiksinti verici görüntüsü, bir ayrılmanın acılarıyla açılan bu şiir, hem erotik hem ölümcül bir nesne üzerinden kurulur. Altı ölü kuş, arzunun simgesel düzen içinde asla tatmin edilemeyecek doğasını yansıtır.  Şiir ilerledikçe, sevgiliye sunulan bu grotesk armağan, sevgi ilişkisinin bir tür fantazmatik çöküşünü de ima eder: “aşkların da zamanda yandığını” anımsatır.

 

Sevgiliye bu armağan, bir sevgi göstergesi değil, arzunun simgesel düzende çözümsüz kalan doğasını - aşkın söylemle asla bütünüyle temsil edilemeyen doğasını - betimler. Lacan’ın “arzu, ötekinin arzusudur” sözü burada tam anlamıyla iş başındadır. Sunulan şey, bir ötekine yöneltilmiş ama onun da anlamlandıramayacağı bir “fazlalıktır”.

 

Siyah kadife kutu, estetikle örtülmüş bir yas nesnesidir. Altı ölü kuş ise bastırılmış arzulara, kıskançlıklar ve yalanlar altında ölen aşklara ilişkindir, ya da yok sayılmış kadınlara... Şair, yaşamı boyunca hiçbir şey biriktirmediğini söylerken aslında bu ölü nesnelerin-yani hatırlanması istenmeyenlerin-tek gerçek miras olduğunu ima eder. Dize, sessizlikle değil, üç noktayla biter; çünkü bu kutunun içinden hâlâ söylenmemiş çok şey taşar. 

 

Kadın Bedeninin  Politikası

Nilay Özer’in şiirleri, yalnızca kırılgan bir benlik araştırması değil, aynı zamanda kadın bedeninin nasıl siyasallaştırıldığını açığa çıkaran yoğun metinlerdir. Bu şiirler, çağdaş faşizmin incecik estetik perdelerle örttüğü şiddet dilini sökmeye girişir; sessizlikle, suskunlukla, kopuşla konuşur.

 

“Ödünç yüz” bölümünün il şiiri “marikula’nın köklerine dokunduğu ağaçlar “ içindeki en çarpıcı anlardan biri şudur:

 

“sesimi kaybetti düne kendi ipiyle sarkıtılan / o gün bugündür kuyuda sus sürmekte”

 

Burada yalnızca bireysel bir kayıp değil, toplumsal hafızanın ve kadın sesinin sistemli olarak bastırılması anlatılır. “Kendi ipiyle sarkıtılmak”, kadının kendi suskunluğunu seçtiği değil, bu suskunluğun sistematik olarak kurulduğu bir yapıyı sezdirir. “Kuyuda sus sürmekte” ise bu bastırmanın zamansal bir hal aldığını, bir gün değil, bir düzen meselesi olduğunu anlatır.

Dizelerdeki sessizlik, yas tutulamayan ölülerin sessizliğine benzer. Kadın cinayetlerinin “faili belli ama adaleti yok” düzeninde, sesin yitimi, bir yas biçimi değil, yas tutulmasına bile izin verilmeyen bir varoluş hâlidir.

 

Bu evrende, “salyangozların tuzda yandığı gibi / aşkların da zaman da yandığını”, 

sadece bireysel değil, toplumsal sürekliliğin de bozulduğunu görürüz. Aşk, artık dönüşüm değil; yanma, tükenme ve yok oluşla özdeşleşmiştir. Bu, neoliberal ve otoriter yapılar altında aşkın, bakımın, birlikte var olmanın imkânsızlığına dair bir tanıklıktır.

 

“Sevgilime Bir Hediye: Siyah Kadife Kutuda Altı Ölü Kuş” adlı şiir, ölümün ve şiddetin “armağan” kisvesi altında sunulmasına odaklanır. Şiirin ilk bölümlerinde görülen ...

 

uyudum uyandım rüyayla budanmışım / kollarımın yerinde acıyan dallar buldum”

“göğ göğ sayıklamaktan / yorgun düştüm dünyanın çukurlarında” 

 

... dizelerindeki imgeler, kadının yalnızca fiziksel değil, ruhsal olarak da budandığını gösterir. Kadın artık bütün değildir; “dallar” onun yerini almıştır ama bu dallar canlı değil, acıyan parçalar hâlindedir. Burada hem annelik miti hem de aşkın “ağaç gibi kök salma” metaforu tersyüz edilir. Kadının sevgide kök salması değil, acıyla budanması söz konusudur.

 

Uzak bir yerde (Boston) daha da ağırlaşan yalnızlık, sevginin yetersizliğinden değil, sevgiyi biçimlendiren düzenin çöküşünden kaynaklanır. Faşizm, sevgiyi yalnızlaştırır. Kadına biçilen aşk, hediye, sadakat, annelik rolleri - hepsi kadının yalnızlığını örgütlemenin estetik araçlarına dönüşür.

 

Eğer bakış açımı biraz değiştirip Türkiye bağlamında düşündüğümde, “Altı ölü kuş”,  bana hem   devletin kadınlara sunduğu sessiz mezarlar hem de aile, aşk, sadakat gibi kavramların şiddetle örülmüş hâlleri olarak görünmeye başlıyor.  Bu kuşlar, belki altı kadının ismi olabilir; adalet bulamamış, haber değeri bile taşımayan ölümler. Belki de bu kutular, her gün yeniden paketlenen milliyetçi ya da dindar mesajlarla pazarlanan “geleneksel değerler”dir.

 

Aşırı sağın yükselişiyle birlikte küresel ölçekte tanık olduğumuz “manosphere” (kadın düşmanı çevreler- erkek dünyası),  incel hareketinin ürettiği simgesel şiddet ve fiziki şiddet, kadınların cinselliğini ve öznelliğini düşmanlaştıran dijital kitleler, bu şiirin arka planında yankılanan karanlık seslerdir.

 

Özer’in şiiri, herhangi bir sloganik feminizmle değil, sessizliğin yapısal dokusunu analiz ederek feminist bir karşı-söylem üretir.   Bu şiirler, kadınların bastırılmış arzularını, ölü bedenlerini, ödünç kimliklerini ortaya koyar - hem de bağırmadan.  


 


No comments: