Monday, December 13, 2010

Bu “durum” böyle devam etmez

(Sendika.org 11 Kasım 2010)

Türkiye’de sosyalist harekete bakınca şöyle bir anlayışın, çok yaygın belki de egemen olduğunu düşünüyorum: Bu “durum” daha uzun bir süre böyle gider; rutin etkinlikler var olan yapılar temelinde güç toplamaya örgüt inşa etmeye devam…

Ben bu “durum”un uzun süre devam etmeyeceğini, büyük sarsıntıların ve dönüşümlerin eşiğinde olduğumuzu düşünüyorum. Aşağıda açmaya çalışacağım gözlemlerimde doğruluk payı varsa, rutin etkinliklerle beslenen çizgisel, evrimci gelişme sürecinin ötesine geçebilecek, hareketin bir bütün olarak gücünün hızlanarak artacağı dinamik bir gelişme hattı gerekiyor. Bu hattı inşa edebilecek kurum ve önerileri tartışmaya, yenilerini gündeme getirmeye başlamak giderek acil bir önem kazanıyor. Yoksa, birkaç yıldır, özellikle mali krizle birlikte hızlanmaya başlayan tarihin dişlileri arasında bir kez daha parçalanıp un ufak olabiliriz.

“Durum” üzerine bir not

Bu “durum” kavramı, “yapı"nın içindeki güçler dengesini, başat ve ikincil çelişkileri, parçalarla bütün arasındaki ilişkilerin özelliklerini ve tüm bunlar üzerinde karşımıza (siyasal erk ve egemen ideoloji tarafından sınırlanarak) konan olasılıkların bütünlüğünü ve karmaşıklığını temsil ediyor. “Yapı” söz konusu olduğunda, konumuzla ilgili soyutlama düzeyleri bağlamında, üç “küme” düşünebiliriz. Birincisi ana, evrensel küme olarak, küresel kapitalist ekonomi ve bir egemenlik bağımlılık matrisi olarak var olan devletler sistemi. Bu kümenin içinde de ekonomik siyasi bölgelerden ( nüfuz alanlarından) oluşan, kimi noktalarda birbiriyle kesişen/örtüşen bir seri alt küme düşünülebilir. Bu alt kümeleri içinde de devletleri (ülkeleri, ülkelerin bölgelerini) düşünebiliriz.

Tüm bu karmaşıklığı bir dönemde, şu veya bu biçimde tanımlamamıza olanak veren kapitalist sınıf çelişkileri, sermaye brikim rejimleri, devletlerarası ilişkiler, (hegemonya, emperyalizm vb) bunları temsil eden ideolojik sistemler, belli bir süre için, belirli istikrarsızlıkların kendini tekrarlamaya devam ettiği bir istikrara ulaşırlar. Bu istikrar dönemi boyunca, yapının sınırları çok belirgin ve güçlü, hatta aşılamaz bir görüntü (yalnızca görüntü) sergilerler. Ancak bir noktada sermaye birikim sürecinin içsel çelişkilerinin ifadesi olan kriz eğilimleri, yeniden düzenlenemez yönetilemez bir noktaya ulaşır. Bu noktadan itibaren sabitlenmiş istikrarsızlıkların istikrarını temsil eden yapı hızla çözülmeye, dönüşmeye başlar.

Bu kavramsal düzeyden tarihe inecek olursak, yakın tarihimizle ilgili sanırım şu “durum” dönemleri saptayabiliriz.

1945/50 – 1968/73: Ekonomik büyüme dönemi (Fordist sermaye birikim rejimi), İki bloklu, iki hegemonik merkezli devletler sistemi, emek ve sermaye arasında belli bir uzlaşmaya dayalı, refah devleti, sosyal demokrasi, kitlesel sendikalar.

1968/73 -1989: Merkezde başlayan ekonomik krizin genelleşmesi, küresel çapta bir kriz yönetiminin (Naeo-liberal küreselleşme) bu dönemin ikinci yarısında başarıyla devreye girmesi. Kısacası SSCB’nın çözülmesiyle taçlandırılacak olan bir kapitalist restorasyon dönemi.

1989- 1997: Egemen kriz yönetim modelinin (Neoliberal küresellesme) tükenmeye başlamasıyla son bir finansallaşma atağının başlaması.

1998-2007: Modelin tükenişinin kesinleşmesiyle birlikte ertelenen tüm kriz eğilimlerinin kendilerini dayatmasına, kaynak savaşlarına, pazar kavgalarına, büyük güçler arası rekabetin sertleşmesine paralel klasik emperyalizmin, sömürgeciliğin geri gelmesi.

2007- ?: Finansal kriz ve çözülmenin hızlanması.

Kabaca anımsatmaya çalıştığım bu dönemlerin tanımlarını, egemen ideolojideki, estetik rejimlerdeki değişimleri, uygun öznelliklerin oluşumunu, krizini ve değişimlerini, hatta teknolojik değişkenleri de ekleyerek daha da zenginleştirebiliriz. Amerikan hegemonyasının gerilemesi ve Çin, Hindistan gibi güçlerin yükselmesini düşünebiliriz. Bu sürece paralel olarak Fordizmin, dayanışma ağları, kamusal eğilimleri, sınıfsal aidiyetleri güçlü, işlevsel tüketim modeline eklemlenmiş öznelliklerini ekleyebiliriz. Sonra bu dayanışma ağlarını ve kurumlarını kaybetmeye başlayan, hedonistik tüketim modellerinin ağlarına takılan yeni öznelliklerin ortaya çıkış sürecini ve bu dönüşümün, “komünist hipotez" açısından siyasi sonuçlarını tartışabiliriz. Interneti, teknolojik gelişmeleri hesaba katabiliriz. Ama sanırım yukarıda sunduğum, birbirini izleyen “durum”lara ilişkin kronoloji genel olarak kendini korumaya devam eder…

Bu kronoloji bize bir “durum”dan öbürüne geçerken hep şiddetli sarsıntıların yaşandığını söylüyor. 1968/73 ayaklanmaları, 1989 çöküşü, 1997-2001 arasında, Asya krizi, Kosova savaşı ve 9/11 ve emperyal proje. 2007 Mali çöküş, emperyal projenin iflası, Çin’in yükselmesinin kabullenilmesi…

Şimdiki “durum” en patlayıcı olanı

Kriz başladığından bu yan en patlayıcı (en sert sarsıntılarla bir yenisine geçme özelliği anlamında) “durumu” yaşadığımıza inanıyorum. Bunu en güzel 1968/73 dönemiyle karşılaştırarak görebiliriz diye düşünüyorum.

1968/73 dönemi büyük bir sarsıntıya, etkilerinden hala sıyrılamadığımız bir ideolojik kırılmaya (post-ile başlayan sözcükleri düşünelim) yol açtı. Çok sert ve genelleşmiş bir resesyon, sermaye birikim modeli ve rejiminin artık kar oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimlerini egemen kılmaya devam edemediğini, yapısal bir krizin başladığını haber veriyordu. Vietnam Savaşı'nın sonucu, Dolar-Altın bağının kopması, ABD hegemonyasının gerileme sürecine girdiğini söylüyordu.

Ancak, önce krizin sermaye hareketleriyle çevreye taşınması, ardından borç krizi yoluyla neoliberalizmin, merkezden çevreye taşınarak piyasaların açılmaya, ulusal projelerin biriktirdiği kaynakların talan edilmeye başlanması ve restorasyon, kriz eğilimlerini ertelemeye devam edebiliyordu. Kriz yeni başlamıştı, sermaye sınıfının, bir kriz yönetim rejimi oluşturmasına olanak verecek koşulları (hatta genel bir düzen dayatmaya devam edebilecek bir liderliği) vardı.

Bugün “durum” farklı. Bu koşulların büyük bir kısmı ortadan kalktı. Liderlik çok zayıfladı. Egemen kriz yönetim rejimi, bunu destekleyen ve bunun desteklediği ABD hegemonyası tükenmiş durumda. Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Almanya Avrupa’nın merkezi haline geldi. Kriz sınıf çelişkilerini hızla derinleştiriyor, keskinleştiriyor, direnişi körüklüyor.

Dün olmayan şeyleri de görüyoruz bu gün. Avrupa’da büyük grevler, öğrenci hareketleri, silahlı mücadeleye yönelmeye başlayan anarşist gruplar, ne yönde evrimleşeceği belirsiz yeni bir “normal”in şekillenmeye başladığını söylüyor. Ekonomik kriz devam ediyor. Büyük güçler arası dengeler bozulmaya, karşılıklı suçlamalar yoğunlaşmaya başlıyor. Ekonomilerin ve devletlerin, siyasi, askeri ve teknolojik gücü açısından çok stratejik hale gelmiş mallar (değerli mineraller, enerji, gıda ve su), mal ve finansal sermaye ihraç piyasaları üzerinde yakın zamana kadar piyasa koşulları çerçevesinde süren rekabet yerini siyasi çekişmelere, neo-kolonyal yöntemlere bırakıyor. Ulusal piyasaları koruma eğilimleri, diğer bir deyişle krizin yükünü komşunun üzerine yıkma eğilimi güçleniyor.

Bu sürecin kendine özgü bir yaşamı var: Döviz savaşları, ticaret savaşları, pazarların kaynakların zorla bölüşülmesi, sonra yeniden bölüşülmesi için mücadele…

Küresel çapta, birçok aşılamaz çelişki, denetlenemez dinamik kesişmeye, deyim uygun olursa “durum” içinde “olay alanları” yaratmaya başlıyor. Bu “olay alanları”, içine bir kibrit düşmesini bekleyen benzin havuzlarına benziyorlar.

Krizin yükünü, bu kez sıcak para hareketleriyle, çevreye taşıma eğilimi yine güçleniyor. Ama bu kez, çevrede genel eğilim sermaye hareketlerinin önünü açmak değil, gelenlere direnme, sermaye hesaplarını denetleme yönünde. Sıcak para hareketlerinin ülke ekonomisinin içini boşalttığını öğrenen ülkeler, Türkiye gibi birkaç istisna dışında, çoktan büyük ticaret fazlaları, döviz rezervleri oluşturmuşlardı; şimdi sermaye hareketlerini denetlemeye, bu kaynağın kesilmesinin yaratabileceği açığı ellerindeki rezervlerle kapamaya hazırlanıyorlar. Böylece içe dönük tüketimi ve yatırımları destekleyerek ülke ekonomisini ayakta tutmanın, refahı ve siyasi istikrarı korumanın bir yere kadar söz konusu olabileceğini, böylece zaman kazanabileceklerini düşünüyorlar. Ama bu eğilimler uluslararası gerginlikleri arttırmaya devam ediyor. Batı merkezli modelin tepesindekiler, Kennet Rogoff’un çarşamba günü aktardığım sözlerindeki gibi “Yükselen piyasalar, kendi ticaret kurallarıyla oynamalarına izin verilemeyecek kadar büyük ve önemli hale geldiler. Bu ülkelerin liderleri yerel çıkarları dizginlemeli, yabacı rekabeti desteklemelidir” diye düşünüyorlar.

Türkiye bu son dönemi, 2001 krizine karşın, Asya ve Latin Amerika ülkeleri gibi, dış ticaret fazlası, döviz rezervleri inşa ederek, ekonomiyi şoklara karşı koruyacak tedbirleri geliştirerek yaşamadı. Aksine merkez ülkelerin sermayesinin çevreye kaçarken yarattığı sıcak para hareketlerinden kısa dönemli siyasi çıkarlar sağlamak, özellikle Siyasal İslam projesini ilerletmek, hükümetin müşteri tabakalarını, kendisini destekleyen sermaye kesimlerini beslemek, bu arada toplumsal mühendislik projesi için gerekli toplumsal rızayı satın almak için kullanmayı tercih etti. Bu sırada oluşturmaya başladığı (ulaştığını sandığı) güce dayanarak ülkenin yerini yeniden tanımlamaya, yeni uluslararası inisiyatifler, ittifaklar, ortaklıklar oluşturmaya girişti. Ancak, hükümetin, güçlü üretim ve yatırım dinamiklerine dayanmayan bu tercihleri, hem ülke içinde hem de ülkenin çevresiyle ilişkilerinde çok kırılgan ekonomik, siyasi diplomatik fay hatları yarattı.

Dünya ekonomisi kümesine dönersek, mali krizin denetim altına alınması için devreye sokulan, genişlemeci ekonomi politikaları, krizi aşmaktan ziyade ertelediler, dahası bu kez çevre ekonomilerinde mal, gayrimenkul ve menkul kıymetler piyasalarında yeni balonlar ürettiler. Bu balonlar enerji, gıda, değerli madenlerin (altın gibi) fiyatlarını yukarıya doğru iterek, egemen sermaye birikim rejimini daha da istikrarsızlaştırıyorlar.

Dünya ekonomisinin geleceğinin tartışıldığı çevrelerde egemen kanaat şimdi, tüm bu eğilimlerin 2011 yılında birbirlerini güçlendirmeye başlayarak yeni bir sarsıntıya yol açacağı doğrultusunda şekilleniyor.

Şimdi yeniden Türkiye’ye dönersek önümüzdeki “dönemin” adeta bir “olay alanı” yaratacağını düşünebiliriz. AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan rejim değişikliği süreci, seçimlerden sonra yeni bir anayasa ile bir devlet biçimi değişikliği sürecine dönüşecek. Bu gün zaten faşist diktatörlük var diyerek, bu değişikliğin getireceği sorunları tartışmaktan kaçınamayız; seçimlerin şu veya bu biçimde sonuçlanmasının, ardından oluşabilecek siyasi gelişmelerin sosyalist hareket açısından kazanacağı anlamı da…

Buraya kadar özetlemeye çalıştığım saptamalar, birçok açıdan çok özel bir dönemin eşiğinde olduğumuzu, belki de bu döneme girdiğimizi gösteriyor. Bu nedenle sosyalist hareketin, sıradan bir dönemdeki rutin çalışmalarla yoluna devam edebileceğini düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır. Sosyalist hareketin gruplarının bir an evvel güçlerini birleştirerek bu dönemde ülke siyasi coğrafyasında öne çıkmaya çalışmaları, “olay alanına” müdahale etmeye olanak sağlayacak bir sinerji yaratmanın yollarını bulmaları giderek daha büyük önem kazanıyor. Bu nedenle, halkın ve emekçilerin yaşamında fark ve iyileştirme yaratarak sosyalist mücadelenin önünü açabilecek bir noktaya sıçramaya, bu noktadan ilerlemeye olanak sağlayacak tüm olasılıkların mutlaka göze alınması gerekiyor…

Bitirirken, kendini iktidar olmaya aday ve niyetli görmeyen grup, parti, akım etkinliklerinin aslında gerçek birer siyasi çalışma anlamına gelmediğini bir kez daha anımsatmak istiyorum.

No comments: