Thursday, July 07, 2011

Gariban sensin!
Gariban: Kimi kimsesi olmayan; zavallı

Düzenin en sıradan kanaatlerinin artık “gereğinden fazla boş fıçı gibi ses çıkaran” yankıları olduğunu bildiğimden üzerinde hiç durmamaya karalıydım. Ama okuduğunda, bir şey beni çok rahatsız etmişti, hatta sinirlendirmişti ama, “zaman ayırıp da üzerinde düşünmeye değmez” dedim kendi kendime, “onun kanaatlerinin ne anlamı var ki”. Sonra kafama dank etti...

Gariban adam sensin! Metin Lokumcu değil!
Metin Lokumcu’nun  yaşamı edinilmiş kanaatlere göre akmıyordu. O bir fikri kendine ışık edinmişti, ona göre yaşayan bir insandı, o “fikir”in hakikatine sadık kalarak, kendini “yapının” karşısına koymuş, tarihi ve insanı yeniden yapmaya çalışanlara katılmıştı. O tarih sahnesine çıkmış, bu çıkışın sorumluluğunu ve sonuçlarını kabul etmiş bir özneydi.

Metin “zavallı” biri değildi, iradesi olan bir savaşçıydı. Edilgen değildi, aktif ve mücadeleciydi. Son dakikaya kadar da öyle kaldığını, medyanın gösteri toplumunun ekranları bile gizleyemedi. Yüzbinlerce insan bu aktif ve onurlu yaşamın son dakikalarını izleyerek kendi yaşamlarına kattılar.

Kimi kimsesi olmayan biri hiç değildi Metin. Ailesi bir yana Metin, yerelden başlayarak küresele doğru giderek genişleyen bir ilişkiler çemberine aitti. Ama senin sandığın gibi değil. Metin önce kendi yerelindeki, yaşam alanındaki savaşa aitti, yakından tanıdığı ve öldürüldükten sonra ona sahip çıkan, çıkmak için savaşmaya devam eden yoldaşları var. Sonra ülkenin, komünistlerinin ona sahip çıktığını gördün. Nihayet Metin tarihteki ve bugün dünyadaki komünist harekete aitti. Sen nereye aitsin?

Aslında bu soruyu biraz daha düşük bir soyutlama düzeyinden sormak gerekiyor. Metin’in kim olduğunu ve ne olmadığını biliyoruz. Peki sen kimsin? Bu gün bu soruya, komünist hareket içinde yüzü, utançtan ya da öfkeden kızarmadan cevap verebilecek birini acaba bulabilir miyiz?

Araya sıkıştırılan “ben bir komünist olarak” ifadesi de  anlama geliyor? Bunu neden yaptın? “Ben bir komünist olarak” derken aslında ne demek istiyordun? Kaybettiğin tarihini böyle araya sıkıştırılmış dört sözcükle geri alabileceğini mi sanıyorsun? Yoksa bu, ayırdında olmadığın bir melankolinin dışavurumu mu? Freud’un dil sürçmesi gibi bir şey...

Bırak komünist olmayı, insan eğer tutarlı bir entelektüel (sağcı ya da solcu) olma iddiasındaysa, “Onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil. Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün…” bayağılığını ağzından çıkarır mı? En azından bunun, anlamlar zinciri kırılmış bir toplumun paranoyak-şizofrenik hallerini yansıtan “adamın, arasındaki adam,” “ipleri çeken kuklacı iblisler” kanaatinin, entelektüelse sorgulamakla sorumlu olduğu Zeitgeist ’in parçası olduğunu bilir, yutkunur ve susar. Ama bir kez, bir tarafı terk eden, ama öbür tarafa (bir tarafa) da bir türlü hakkıyla geçemeyen, “sadakat” beyan etmenin sorumluluklarını üstlenmeye, en azından üşenen, bu yüzden “pusulasını” kaybeden bireylerde rastlanan “aklın istikrarsızlığı” durumu insanın üzerine çökmeye görsün... İnsanın ağzından neyin çıkacağı belli olmaz ondan sonra...

Aslında  böyle “yapının” parçası, yaşamını “yapıya” bırakmış, kanaatlerle yaşayan edilgen bireylerden, özgünlüğünü asla kazanamamış, ya da daha sonra kaybetmiş (burada kederli bir öykü var ama...) garibanlardan o kadar çok var ki... Üzerinde konuşmaya değmez.

Ama Metin bunlardan biri değildi... Metin konuşulması, sahip çıkılması, örnek alınması gereken bir yaşama sahipti; o aktif bir devrimci özneydi. Bu yüzden onu konuşmaya, anmaya davam edeceğiz. Bu yazı da aslında onun yaşamı içindi...  Durup dururken seni konuşmak için değil!

Saturday, July 02, 2011

  Seçimlerden sonra yapılan değerlendirmelere katkı olmak üzere bazı düşünceler* - Ergin Yıldızoğlu (soL)
  30 Haziran 2011 -

Bence, Lenin’in siyasi eylemine yön veren mantığı en güzel sergileyen metinlerden biri “Devrimimiz – N. Sukhanov’un notları üzerine” (Pravda, No.117, 30 Mayıs 1923 / Bütün Eserler Cilt 33 s.476 – 80; Progress Publishers, Moskova 1965) başlıklı makaledir. Ben bu makalesinde, Rusya’da sosyalist devrimin koşullarının olmadığını, devrimin prematüre olduğunu ileri süren yaklaşımlarla tartışırken, Lenin’in, bizlere, devrimci eylemin mantığına ve “realite”ye bağlı kalmanın sorunları üzerine çok önemli ipuçları sunduğunu düşünüyorum.

Örneğin, ben Lenin’in bu makalesinde, her gerçek devrimci siyasi etkinliğin (mücadelenin), “realiteye” (“yapının” kurulu düzenine, bu düzeni bir arada tutarak ona anlam veren ideolojik/simgesel unsurlara) karşı sürdürülen bir etkinlik olduğu saptamasına önemli bir destek buluyorum. Bu anlamda devrimci mücadele “realist” değil “anti-realist” bir mücadeledir.

Bu saptamayı şöyle geliştirebiliriz. “Realite”, toplumdaki, egemenlik ve iktidar ilişkilerinin, ideolojik aygıtları, kültür endüstrisi, hatta akademik kurumları aracılığıyla üreterek karşımıza, “yaşam dünyasını” (tabii onun sınırlarını) temsil etmek üzere koyduğu şeydir. Devrimci mücadele, bu realiteyi kabul etmez, ona, bu “yaşam dünyasına”, müdahale ederek onu değiştirmeye olanak veren bir “anti-realist” tanımlamayla karşı çıkar. Sunulan “realitenin” bu yeniden anti-realist tanımı, yapılacak eylemin olasılıklarını ve sınırlarını, hatta başarı olasılıklarının derecesini de belirler.

Lenin’in makalesinde, benim “okuduğum” ikinci saptama da bana şunu söylüyor: Bir konjonktürün, içerdiği olası sonuçlar yelpazesinin sınırları asla önceden bilinemez. Çünkü, devrimci özne bu konjonktürü bir kez tanımlayınca (bu anti realist bir tanım olacaktır), buna, bir tanımlayıcı özne olarak kendi bilincini de ekleyerek onu ve olasılıklar yelpazesini bir kez değiştirir. Devrimci özne bu konjonktüre ilişkin yaptığı “anti-realist” tanıma uygun olarak müdahale ettiğinde, içine kendisini fiziki olarak de katacağından konjonktürü bir kez daha değiştirir: Bu nedenle, konjonktürün içine girmeden ve müdahale ederek yeni bir olasılıklar yelpazesinin oluşmasına olanak sağlamadan, onun nereye gideceğini bilmek olanaksızdır.

Bunlardan, devrimci öznenin “yaşam dünyasının” maddi özelliklerinden / sınırlamalarından bağımsız, “kendi realitesini istediği gibi yapabilecek” kapasitelere sahip olduğu, deyim yerindeyse “ben yaparsam olur” tutumunu benimsemesi gerektiği sonucu çıkmaz. Ama devrimci özne müdahale ettiği konjonktürde mutlaka bir fark yaratacağına ilişkin bir özgüvene sahip olmalıdır. Dahası eğer gerçekten devrimci bir siyaset izleyebiliyorsa, bu özgüveni mutlaka gösterebileceğine de güvenmelidir.

Bunu şöyle de koyabiliriz: Bir komünist parti liderliği gerçekten konjonktüre ilişkin “anti-realist” bir tanımlama ve devrimci duruş üretebildiğinde, partinin geri kalanının da bunu yaşama geçirmeye uygun özgüveni gösterebileceğine de güvenmelidir.


Seçim konjonktürü üzerine 
Bir komünist parti, burjuva düzenin meşruiyet oluşturma işlemlerinden en önemlisi olan seçimlere, bu işlemlere katkı yapma olasılığına karşın neden katılır? Geride bıraktığımız seçim döneminde partinin aldığı sonuçları değerlendirirken kullanılacak ölçütlerin oluşması açısından bu soruya kabul edilebilir cevaplar üretmek yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

Örneğin, bu soruya cevap olarak, ben şöyle olasılıklar düşünebiliyorum.

Birincisi, komünist parti, seçim döneminde halkın siyasi duyarlılıkları olağan dönemlere göre keskinleşmiş olacağından, bu ortamı bir propaganda olanağı olarak değerlendirmek ister. Bu propaganda, açıkça oy istemek yoluyla yapılabileceği gibi, bir siyasi teşhir aracı olarak kullanılır ve son anda, sansasyonel bir biçimde seçimlerden çekilerek rejimi protesto eder.

İkincisi, parti belli bir çalışma ve kampanya sürecinin sonunda, seçimlerde kendi gücünü denemek, çalışma kapasitesini, toplumsal desteğini oy alarak ölçmek ister. Bazı çok özel konjonktürlerde bu oy sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının kızgınlık düzeyini ölçen bir “barometre” olarak da algılanabilir.

Üçüncüsü, gündemde seçim sonuçlarına bağlı olarak faşist yada totaliter yönde bir rejim değişikliği olasılığı varsa, parti tüm seçim faaliyetini bu sonucu engelleyecek olasılıkların (cephelerin, işbirliklerinin) yaratılmasına harcar, gerektiğinde salt zaman kazanabilmek açısından, bu totaliter-faşizan olasılığı geciktirebilecek bir burjuva partisini sandıkta (yalnızca burada ve bu nedenle - işbirliği veya ittifak yapmaya kalkmadan) desteklemeyi seçebilir.

Dördüncüsü, yükselmekte olan bir devrimci dalganın üzerinde, parti bu dalgayı yukardan aşağı güçlendirebilecek olasılıkları parlamento platformunda, yasama organında da kullanabilmek için ve bu dalga henüz burjuva rejimin temsil ilişkilerini boykot etmeye hazır değilse seçimlere katılır.

“Tarih meleği” üzerine bir not 
Seçim sonuçları, ortaya çıkan manzara üzerine yapılan saptamalar aklıma Walter Benjamin’in “Tarih kavramı üzerine tezler”inde Paul Klee’nin “Angelus Novus” adlı tablosuna gönderme yaparak başlayan bölümü getirdi. Benjamin Klee’nin tablosundaki “Meleği”, sırtı geleceğe dönük gözleri geçmişteki olaylar zincirine dikilmiş “Tarih Meleği”ne benzetiyor. “Tarih Meleği” geçmişe bakınca yalnızca üst üste molozları yığmaya devam eden ve bu molozları ayaklarımızın önüne fırlatan tek bir büyük, bütünsel felaket görüyor. Melek bir an durup kırılanları tamir etmek, ölenleri diriltmek istiyor ama yapamıyor. Çünkü, Cennetten doğru gelen büyük bir fırtına söz konusudur. Bu fırtınanın rüzgarları o kadar kuvvetlidir ki, durmak bir yana melek kanatlarını bile kapatamaz, arkasının dönük olduğu geleceğe doğru ayaklarının önünde birikmeye devam eden molozlara bakmaya devam ederek savrulur gider.

Gerçekten de ilk bakışta tarih, yenilmiş devrimlerin enkaz yığınıdır. 1848, 1871 Paris Komünü, 1917 Rus devrimi (Kimilerine göre 1930’larda, kimilerine göre de 1989’da), 1918 Alman Devrimi, Çin Devrimi, 1968 devrimi... Şimdilerde kaygıyla izlediğimiz Küba Devrimi... Kendi tarihimize bakarsak, iki askeri darbenin büyük enkazı, kaybettiklerimiz, kaybetmeye devam ettiklerimiz.

“Tarih Meleği”nin sunduğu manzarayı veri alırsak, yenilgilerin üzerinde durursak melankoli, yeis, depresyon ve sonunda fiziki yada siyasi intihar bizi bekler...

Ama bence bir başka yol daha var. Tüm bu “yenilgileri”, enkazın manzarasını, yüzümüzü geleceğe döndürecek eylemimize entelektüel ve fiziki yakıt sağlayabilecek biçimde de okuyabiliriz. Ancak burada da, yine Banjamin’in notlarında değindiği “Küçük Çirkin Cüce”nin (teoloji) etkisinden kendimizi korumamız, geleceğin bizi bekleyen “bir gün mutlaka” cenneti olduğu inancına kendimizi kaptırmamamız gerekiyor. Aksi takdirde eğer kaptırırsak, geçmişte yaşanan acıları ve kaybedilenlere ilişkin nefretimizi ve kızgınlığımızı unutabilir, kendimizi bir gün mutlaka gelecek olanların mutlu hayallerinin (reformizmin) rehavetine kaptırabiliriz.

“Tarihin Meleği”nin ayaklarının altında biriktirmeye devam ettiği “moloz yığınına” bir başka açıdan da bakabiliriz. Bu bağlamda en azından iki olasılık söz konusu diye düşünüyorum.

Birincisi, Lacan-Zizek üzerinden gelerek “her devrim bir öncekinin tekrarı ama onun yenilgisi üzerinden ilerleyen tekrarıdır” diyebiliriz. Alexis de Tocqueville de (anlığımdan aktarıyorum) Amerika üzerine yazılarında, “demokrasi tarihsel yürüyüşüne devam edecektir, gerekirse kendi yarattığı yıkımın molozlarına basarak,” derken tam da bunu vurgulamıyor muydu? Ya da Zamyatin “nihai sayı yoktur öyleyse nihai devrim de yoktur” derken...
1848 devrimleri yenildi ama, işçi sınıfı ve komünistler bu devrimden çok önemli bir ders aldılar: Proletarya burjuva sınıfından bağımsız bir siyasi çizgi geliştirmeli, kendisi için savaşmalıdır.

1871 Paris Komünü proletaryanın bu dersi yaşama geçirme çabasıydı. Bu çaba proletaryaya, kendi siyasi çizgisini geliştirmeye başlayınca, kendi iktidar organlarını üretme deneyimi şansını verdi. Bu deneyim devrimlerin tarihine “Komün Tipi Devlet” modelini ekledi.

1917 devrimi Paris Komünü’nden, öncelikle proletarya kapitalist devleti kullanamaz, onun yerine kendi devletini koymalıdır dersini çıkardı. Bu ders kendini Sovyet meclislerine verilen önemde, onlara yüklenen işlevde gösterir. İkincisi, 1917 Devrimi, Paris komününden, bağımsız siyasi çizginin gerekliliğine ek olarak, teorik, siyasi düşünceleri berrak ve kararlı bir liderliğin önemine ilişkin bir ders çıkardı. Nihayet 1917 devrimi mücadelenin ve oluşmaya başlayan proletarya iktidarı noktalarının birleştirilmesine, merkezileştirilmesine ilişkin bir ders daha çıkardı. 1917 devriminin başarısının arkasında özgün tarihsel koşullara ek işte bu dersler yatıyordu.

Peki bu gün, bir sonraki devrim açısından, 1917 -1936, ya da 1917-1989 döneminden, 1917 devriminin yenilgisinden, bu kez çok daha kalıcı bir başarıyı gerçekleştirebilmek açısından ne gibi dersler çıkartmak gerekir?

Bu sonuçlara ulaşabilmek için birbirine paralel iki düşünce ekseni izlenebilir diye düşünüyorum. Geriye kalan devrimci deneyimlere baktığımızda, iki büyük devrimci dalga, bunları izleyen iki uzun gericilik dönemi görmek olanaklı. Devrimci dalgalar: 1792- 1871 ve 1917 – 68/73 (bu 1976’ya, Mao’nun ölümüne kadar da uzatılabilir). Bu dalgaların kapitalizmin farklı dönemlerine (sermaye birikim rejimlerine, hegemonya sistemlerine) denk düştüğü ve bu dönemlere uygun mücadele ve örgütlenme biçimlerini (siyasi parti ve devlet biçimi) gündeme getirdiği söylenebilir.

Bu günlerde, 1970’lerin sonunda başlayan gericilik döneminin kapanmakta, yeni bir devrimci dalganın başlamakta olduğunu düşündüren belirtiler giderek artıyor. Bu sırada kapitalizme bakınca geride kalan 25 yılda, yapısal krize ek olarak ama onunla bağlantılı önemli yapısal dönüşümlerin yaşanmakta olduğu da söylenebilir.

Öyleyse, sonuçlara bakarak, moral bozukluğuna, yeise ve melankoliye kapılmak yerine bir taraftan, her yenilgiden sonra proletaryaya ve dünya halklarına uygulanan zulmün, baskıların ve kapitalizmin her gün milyarlarca insana uygulamaya devam ettiği nesnel şiddetin acılarını yeniden anımsar ve öfkemizin ateşini canlandırırken aynı anda bir önceki devrimci dalganın derslerini bir an evvel üretmek gerekmez mi?

İkincisi: Benjamin’in “Çirkin Cücesini” (teolojik düşünce) bir kez tarihsel materyalizmden kovunca, geleceğin belirsiz olduğunu, zaferin garanti olmadığını görmenin yanı sıra, tarihin her an önümüze, beklenmedik yeni olaylar ve olanaklar sunabileceği gerçeğine ulaşabiliriz. Nitekim tarihe böyle bir bakış devrimlerin her zaman hiç beklenmedik anda patlak verdiğini (Bkz: “Olay” kavramı), ama ondan sonra geriye doğru bakınca kaçınılmazlıklarının kolaylıkla kavranabildiğini gösterecektir.

Bir kez “Çirkin Cüce” kovuldu mu, tarihten gelen umutsuzluktan ve geleceğe ilişkin pasif reformist bekleyişten kurtulmak ve gelecek olaylara hazırlanmaya devam etmek, dahası bunları yaratabilecek fırsatları kollamaya başlamak söz konuş olabilecektir. “Gelecek” eğer biz yaparsak gelecektir.

Bunu da geçmişi tekrarlayarak, enkazın parçalarını birleştirmeye, ölüleri canlandırmaya çalışarak yapamayız. Geçmiş devrimlerin yarım bıraktığı görevler, sorduğu ama cevabını bulamadığı sorular ve hatta soramadığı sorular bizi bekliyor... Ama geçmişte açık kalan hesaplara, çekilen acılara olan öfkeyi asla unutmadan...

* Bu yazı, Türkiye Komünist Partisi'nin seçimlerden sonra başlattığı değerlendirme sürecine katkı olarak hazırlanan bir denemenin, kısaltılmış ve "edit edilmiş" versiyonudur. Yazının bu haliyle, içinde geçen "komünist", "komünist parti" kavramları, belli bir partiye değil türe ilişkin -jenerik- olarak kullanılmaktadır.