Bir “Olay” olarak Kızıldere
Kızıldere Katliamı’nda devletin öldürdüğü komünistler bu yıl (2011-E.Y) önceki yıllarda görülmedik bir canlılıkla ve heyecanla anıldı. Üzerinden 44 yıl gibi adeta bir kuşaktan daha uzun bir süre geçmiş olmasına karşın, Kızıldere Katliamı’nda ölen komünistlerin anısının hala bu kadar güçlü bir biçimde, bu kadar güçlü sadakatleri harekete geçirmeye devam ediyor olmasının üzerinde dikkatle durmak gerekiyor.
Bu bağlamda Kızıldere Katliamı o zaman “yapı”nın (Türkiye’deki siyasi ve ekonomik güç ilişkilerinin oluşturduğu kümenin) içine uymayan onun tarafından bastırılamayan ve denetim altına alınamayan birçok “yeni”yi barındıran, beklenmedik, gerçekleştiğinde, “yapı”da travma yaratan, yeni bir şeyleri (hakikati ve sadakati) gündeme getiren, gösteren ve özgün bir öznenin tarih sahnesine çıkmış olduğunu haber veren bir tekillik (singularity), diğer bir değişle bir “Olay” olarak düşünülebilir.
Gerçekten de “Kızıldere Katliamı” zamanda çok kısa bir yer kapladı ve hemen gösteri toplumunun sahnesinden çıktı. Ancak, bu zamanda kısa var oluş, bu “Olay”ın, kısa zamanda hızla genişleyen duygusal ve siyasi sadakatlerin ortaya çıkmasına, 1970’lere damgasını vurmasına engel olamadı. Egemen sınıflar, 1980 Askeri Darbesi’yle, bu izleri silmek için 1971-72 düzenine göre çok daha yoğun bir şiddet ve yıldırma dalgasını, bu gün “Liberal ve sol liberal” olarak nitelenen kesimlerin, post modern sofistlerin desteğini de alarak harekete geçirdiler. Bir, hatta iki gençlik kuşağından, meta manyağı, tüketim hastası, benmerkezci, “kapitalist gerçekçi”, uyumlu bireyler üretmek için büyük çaba harcadılar. Doğru yaşanmış bir dönem olarak 1970’lerin, anılarını bir markalar, imajlar dalgası altında boğmaya çalıştılar, ama geçen yıl 1 Mayıs’taki pankartlar ve sloganlar, bu yıl Kızıldere Katliamı’nda öldürülen komünistlerin bu kadar güçlü bir biçimde anımsanması, başarılı olamadıklarını gösteriyor.
Bu yıl “Kızıldere”nin bu kadar canlı bir biçimde anımsanması da bir rastlantı değil. Dün Kızıldere olayı, tüm dünyayı sarsan “1968-73” dalgasının üzerinde ortaya çıktı. Bugün de havada “birşey”ler var, yine yeni bir kuşak, Avrupa ülkelerinden Kuzey Afrika’ya tarih sahnesine çıkıyor...
“Olay” ve Yeni dalga
Kızıldere’de THKO kadrolarının ve THKP-C liderliğinin “Olay” mekanında birlikte bulunmaları “zamanın ruhuna”, “Olayın” diyalektiğine son derecede uygun bir durumdu.
O dönemde Türkiye’de deneyimli, bilgili, fedakarlığından kuşku duymamıza hiçbir neden olmayan başka komünistler de vardı. Ama onlara baktığımızda, kapitalizmin Fordist (Bürokratik, kitlesel-işçiye ve kitlesel üretime ve tüketime dayalı) sermaye birikim rejiminin başlayan yapısal kriziyle birlikte geride kalan döneme ait olduklarını görüyoruz. Dahası bu komünistler, o sırada nihai krizlerine girmeye başlayan iki sosyalist deneyimin (Rus ve Çin devrimlerinin) sadakatlerini taşıyorlardı.
Buna karşılık, yeni başlayan dönemin “ilk raundu”nda “zamanın ruhu”nu, hem Kapitalizme hem de Sosyalizmin andaki örneklerine başkaldıran, yeni olanaklar arayan bir gençlik hareketi/isyanı, düzenle uzlaşmayı en keskin bir biçimde reddeden, Kızıl Tugaylar, Tupamaros, Kızıl Ordu Fraksiyonu (Baader Meinhof), FKÖ, Kara Panterler gibi yapıların, Che’nin eylemleri, Küba Devrimi, Vietnam Savaşı, ABD’de Sivil Haklar Hareketi belirlemektedir. Bu yeni dönemi anlamaya çalışan yaklaşımlar yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
THKP-C ve THKO bu yeni dönemin ürünü iki harekettir (İbrahim Kaypakkaya da bu yeni döneme, yeni arayışlara aittir ama konu Kızıldere olduğundan ne yazık ki üzerinde duramıyorum); bu dönemin özelliklerini, gücünü ve de zaaflarını taşımaktadırlar. Bu yüzden yollarının kesişmesi de “Olay”ın doğasına uygundur, hatta doğasının gereğidir.
Yeni dalganın öznesinin simgesi olarak Mahir Çayan
Mahir siyasi yaşamına başladıktan sonra kısa sürede, bir önceki dönemi eleştirmeye, kendini ondan ayırmaya, teori, örgüt, çalışma tarzı bağlamlarında yeni dönemi anlamaya çalışan arayışlara yöneldi. Bu çabaların sonucunda ortaya “Kesintisizler” olarak bilinen ve Mahir’in kopuş sürecini yansıtan denemeler çıktı. Bu denemelere bakınca Kesintisiz I’in önceki dönemin izlerini taşıyan bir çalışma olduğunu görüyoruz. II-III ise Mahir’in yeni dönemin fena halde ayırdına varmış olarak kendi cevaplarını hızla üretmeye başladığı metinlerdir. Bu yüzden, henüz 25 yaşındaki bu genç komünistin, yeni ve hala bugün bile üzerinde düşünmeye geliştirmeye açık en ilginç teorik yaklaşımları ve kavramları kendilerini II ve III’de gösterirler.
Bu yazının amacı bu kavramları tartışmak olmadığından bazılarına kısaca değinmekle yetineceğim. Bunların en güçlüsü, kapitalist parlamentarizmin, giderek artacak olan bir hızla yaşamaya başladığı dejenerasyonu betimleyen, totaliter/faşist biçimlerle, artık bir imkansızlığa dönüşen demokratik cumhuriyete ait biçimleri içeren bir hibrit ve istikrarsız devlet biçimi olarak “oligarşik devlet” kavramıdır. Bugün liberal demokrasi kavramı altında sermayenin totaliter egemenliğine dönüşmüş, bizzat muhafazakar siyaset bilimciler tarafından “piyasa devleti” olarak tanımlanan bir siyasi yapıyla karşıyayız. Buna “terörizme karşı mücadele” bahanesiyle devreye sokulan uygulamaları da ekledik mi, Mahir’in, daha ilk belirtileri ortaya çıkarken “oligarşik devlet” kavramıyla başarıyla yakaladığı olgunun en gelişmiş haline ulaşıyoruz.
“Suni denge” ve “ideolojik önderlik” kavramlarına baktığımızda, işçi hareketinin Fordizmin baskısı karşısında devrimci bir karşı dalga oluşturmaktaki baraısızlığını, 1970’lerde kapitalizmin kültürel egemenliğiyle açıklamayı deneyen “karşıt kültür” teorilerinin, Guy Debord’un “Gösteri toplumu” çalışmasının boğuştukları teorik sorunları, kaygıları ve çözüm arayışlarını kolaylıkla görebiliyoruz. Karşıt kültür teorileri Mahir öldürüldükten sonraki yıllarda geliştirildiler. Mahir’in Guy Debord’un 1968’de yayımlanan çalışmasını ve Gramsci’nin 1950’lerde Avrupa’da yayımlanan “Hapishane Defterleri”ni okuma şansına sahip olduğuna ilişkin bir veri yok elimizde. Ancak, “suni denge” ve “ideolojik önderlik” kavramlarının, ideolojinin yeni işleyiş biçimlerine, kapitalizmin toplumu kültürle denetim altına alma kapasitesine ilişkin, yeni döneme ait sorunları paylaştığını görüyoruz.
Emperyalizmin “içsel olgu olması”na ilişkin saptamasının tanımladığı gelişmelerin en yetkin biçimlerini de 1980’lerin ortasında resmen IMF ve Dünya Bankası programlarıyla yaşamaya başladık. IMF’inin dayattığı neoliberal ilkelere “kalkınma/gelişme” kavramlarının yerini aldı, dış kaynağa mecbur bırakılan ulusal hükümetlerin, seçenekleri, yerli kapitalist sınıfların baskısıyla daraltıldı eleri kolları bağlandı; seçmenin ekonomi yönetimini etkileme olanakların elinden alındı..
Bu çalışmaların sonucunda, “sömürge tipi faşizm” saptamasının ve “Zamanın Ruhu”nun etkisiyle (her özne kendi zamanına aittir, ama eylemlerinin sonuçları bu zamana sığmayabilir) Mahir, kapitalizme ve emperyalizme karşı tek olanaklı ve en uygun mücadele biçimini “silahlı mücadele”, “öncü savaşı” olarak saptadı.
Bu, bu tartışmada, beni, Mahir’in bu saptamalardan çıkardığı sonuç “doğru muydu?”; yoksa bu “trajik bir hata” mıydı? gibi sorular ilgilendirmiyor. Zaten Mahir’in ait olduğu “zaman bloku” da hızla geride kalıyor.
Bugün esas önemli olan şudur: Platon, “Devlet” çalışmasında, “toplumsal adalet”, adaletli site/devlet nasıl olur sorusuna cevap ararken, erdemli olmayı kendi doğasına uygun içimde davranmak olarak saptar. Mahir (ve yoldaşları) yaptığı teorik saptamalardan çıkardığı siyasi sonuçları sonuna kadar kabul ederek erdemli olmanın en yüksel örneklerinden birini sergilemiştir.
Olayın hakikati üzerine
Bugün Kızıldere Olayı’nı anımsayanlar, sadakatini hala taşıyanlar aslında neyin sadakatini taşıyorlar? Tabii ilk elde kapitalizme ve emperyalizme karşı uzlaşmaz bir duruşa sadakati taşıyorlar. Ama bence bugüne ışık tutabilecek iki özelliği daha var “Kızıldere Olayı’nın” ve Mahir’in erdemi’nin.
Bunlardan birincisini şöyle düşünmeye başlayabiliriz: Siyasi analizler, bunları yapanların karşısına yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ahlakı talepler de koyarlar. Mahir, “suni denge”, “sömürge tipi faşizm” saptamalarını yaptıktan sonra, bu saptamalardan çıkardığı siyasi sonuçları, bu sonuçlar bireyin var oluşu açısından ne kadar zor taleplerle gelirlerse gelsinler kabul etti ve gereğini yaptı.
İkicisi, bu sonuçların dayattığı koşullarda, dostla düşmanı kalın çizgilere ayırmayı bildi. Deniz’lerin, idamını engellemek için başladığı eylemi, sonuna kadar götürdü. Bu noktada insanın aklına ister istemez, kendisinden yüzlerce kat büyük bir gücü Termopil’de durdurmaya karar veren Leonidas geliyor: Kavgaya, kazanma ya da kaybetme olasılığını düşünmeden, gerekli olduğu için girmek... Kavafis’in bir dizesiyle:
“Ne onurludur, o insanlar ki yaşamlarında
İnançlıdırlar ve savunurlar kendi Termopillerini”
Ve “sadakat” üzerine
Zizek “Yeniden Lenin” başlıklı makalesinde bir yerde “Şimdi Lenin gibi yapmak gerekir” diyor ve ekliyordu “Tabii ki ben salak değilim, aynısını yapalım demiyorum, onun gibi yapalım” (anlığımdan aktarıyorum) diyordu. “Lenin ‘Şimdi yeni koşullar var’ diyerek bu koşullara uygun tutumu geliştirmeye koyulmuş”.
Mahir’in de Lenin gibi yapmış olduğunu (bu tutumun sonuçlarını değil tutumu konuşuyorum burada) görüyoruz. Kızıldere’ye sadakat’in gereği de Mahir’in yaptığını (silahlı öncü savaşı mücadelesi...) yapmak değil “onun gibi yapmaktır” diye düşünüyorum.
Bu açıdan bakınca bugün iyimser olmamı gerektiren gelişmelerin yanı sıra, beni kötümserliğe iten gelişmeler de görüyorum. “Zamanın Ruhu”na uygun olduğundan bunlardan yalnızca beni kötümser olmaya iten bir gözlemime değinerek bu yazıyı bitirmeye çalışacağım.
Bugün Türkiye komünist hareketinin ana kümeleri, AKP Hükümeti’nin sıradan bir muhafazakar hükümet olmadığı konusunda anlaşıyor gibi görünüyorlar. Dahası, bu hükümetin emperyalizmle ilişkisi, temel hak ve özgürlükleri hatta Aydınlanma Geleneği’nin değerlerini hedef alan bir rejim değişikliği gerçekleştirmekte olduğunu da düşünüyorlar. Bu gelişmelere bakınca da bu siyasi akımlar, faşizme, totalitarizme giden, ya da daha şimdiden ulaşmış bir devlet biçimi ile karşı karşıya olduğumuza ilişkin teorik siyasi saptamalar yapıyorlar.
Önümüzde bir genel seçimler var ve AKP’nin bu seçimleri de kazanması bekleniyor. Hem de toplumda bir siyasi hareketlenmenin, toplumsal muhalefet dalgasının yükselmeye, AKP’nin söyleminin etkinliğini kaybetmeye başladığı, buna karşılık Hükümet’in kanun kuvvetinde kararnamelerle yönetmeye hazırlandığına, idam, hadım gibi bedensel cezaları tartışmaya açmaya başladığı bir dönemde...
Türkiye komünist hareketi, bu saptamaları gözlemleri yapıyor olmasına karşın seçimlere sıradan bir muhafazakar partiye karşı ve olağan koşullarda giriyormuş gibi davranıyor. Gruplar, partiler seçimlere kendi başlarına ve kendi adaylarıyla giriyorlar. Birileri yüzde 10 barajı için blok kuruyor. Olağan koşullarda son derecede makul olan bu tutumlar, ne yazık ki günün olağan üstü koşullarında, rejimin var olan ve gelmekte olduğu görülen/saptanan özelliklerine ilişkin yapılan teorik saptamalarla uyum içinde olmuyor.
En zor koşullarda gerçekleştirilen THKP-C, THKO işbirliğinin, teorik saptamaların siyasi sonuçlarını en zor koşullarda kabul etmenin izlerinin (olayın bu izlerinin) bugün çok zayıf olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki bir de aklıma, size abartılı gelebilir ama, III. Enternasyonal’in, iş işten geçtikten sonra benimsediği “Birleşik Cephe”, politikasından önceki “III. Dönem” olarak bilinen macerası geliyor. Bu dönemde gündeme gelen “sosyal faşizm” sloganı ve bu programla uyumlu politikalar, komünistlerden farklı “sol” hareketleri, “sosyal demokratları” faşistlerle eşitleyen böylece faşizme karşı bir birlik oluşturulmasını engelleyen, hatta solun güçlerini bölen, enerjisini boşa harcamasına yol açan politikalar olarak tarihe geçtiler...
*
Bu yazıdan on yıl sonra bugün yine aynı hataları tekrarlamaya devam ediyoruz. “Teori” artık bir siyasi mücadele aracı olarak ilgi çekmiyor; bağlamından kopartılıp adeta “inanç” konusuna dönüştürülüyor, böylece siyasi eylemle bağları kopuyor. Sonuş olarak ne kapitalizmin. Üretim araçlarının ve işçi sınıfının geçirdiği evrim, Siyasal İslam’ın 20 yıllık iktidarının kültürel sonuçları siyasi eylemin yolunu aydınlatacak bir teorik faaliyetin konusu olamıyor.
Hala, “birlik” konusu ne zaman gündeme gelse, çabalar sonuçsuz kalıyor. başarısız oluyor. Buna karşılık bir felaket üzerimize gelmeye devam ediyor.