Davudoğlu bugün konuşurken, büyük bir laf ettiğini düşünerek, "tarihi ve coğrafyayı değiştiremezsiniz" demiş.
Tarihi olgular, coğrafyayı da taş toprak sanıyor anlaşılan.
Halbuki Tarih de değişir coğrafya da. Bizzat kendileri bir "resmi tarihi" silip yenisini yazmakla meşgul değiller miydi?
Tarih yaşanmış olguların bir dönemdeki bir yorumudur; kim yazarsa onun bakışına göre değişir. Coğrafya da bakışla ilgilidir. Bir "göz" taşa toprağa, dağlara, denizlere, ırmaklara bakar ve adlandırır... Bazen ülke olarak, bazen bölge olarak; konan adla bakanın aklındaki mekan düzenleme projesi yakından ilgilidir üstelik!
Monday, December 16, 2013
Monday, December 09, 2013
CHP’nin ABD ziyareti üzerine düşünceler (Birgün Pazar ekinde yayımlandı)
CHP’nin ABD
ziyareti ve temasları beni iki konuda düşünmeye zorladı. Birincisi. CHP, uzun
yıllar sonra ilk kez seçim kazanabileceğine, AKP’nin yerine hükümet
olabileceğine gerçekten inanmaya başlamış. Bu sosyalistler açısından ne anlama geliyor. İkincisi İktidarı ilk kez
kendi ufku içinde gören CHP’nin, bu bağlamda ABD’ye bir kendini anlatma çabası
Türkiye’ni devleti, siyasi iktidarı ve muhalefeti açısından neleri gösteriyor.
Ben ikincisinden
başlamak istiyorum. Uzun dönemdeki olası gelişmeler açısından bu çok daha
önemli bir konu
.
Türkiye toplumsal
formasyonu ve Cumhuriyeti, bir sömürge geçmişe sahip değil ama, bir çok açıdan
1950’lerden başlamak üzere adeta “post-kolonyal” devlet özellikleri sergileyerek
şekillenmiştir. Sanırım bunu ilk kez Mahir Çayan fark etmiş, “emperyalizmin
içsel olgu olması” savıyla tanımlamaya çalışmıştı.
Bu “post-kolonyal
devlet” yapısını kabaca iki özelliği
ve iki işleyiş ilkesiyle tanımlamaya
çalışabiliriz.
1) Franz Fanon sömürgeciliği
en soyut anlamda, “ulusal mekanda
ötekinin iktidarı” olarak tanımlıyordu. Bu siyasi ekonomik ve kültürel bir
iktidardı. Sömürge devletlerin siyasi bağımsızlıklarını kazanma sürecinde, kimi
durumlarda, bu “ötekinin iktidarını” devlet aygıtında ve devleti işleten
ideolojide içselleştirmiş devletler ortaya çıktı.
2)Bu yeni
bağımsızlığını kazanmış ülkelere, salt dışarıdan, zorla dayatılan, giren
tecavüzcü bir iktidar değildi. Bu aynı zamanda, egemen sınıfların, devlet
sınıflarının iktidarlarına destek, devlete, ekonomiye kaynak sağlama, sermaye
birikim sürecini stabilize etme gereksinimine bağlı olarak özellikle arzu ettikleri, çağırdıkları bir
iktidardı.
3) “Post-kolonyal”
devletin işleyişi iki ilkeye bağlanmıştı
a) Bu devletin denetlediği ekonomik
coğrafya dünya ekonomisine, uluslararası sermayenin hareketlerine, yatırım, kar
transferi, mülkiyet gereksinimlerine açık tutulacaktır
b) “Post kolonyal” devlet, uluslararası
düzeyde egemen sermayenin yada devletin (devletler blokunun) bu “ötekinin iktidarında”
kendini ifade eden jeopolitik, çıkar ve projeleriyle uyumlu içinde olacaktır.
“Post-kolonyal”
devletlerin yönetimlerinin istikrarı bu iki ilkeyi ve varsayımı yerine
getirdiği ölçüde güvende olacaktır. Bu
devletlerin rejimleri bir tarafta temsili demokrasi öbür tarafta otoriter hatta
totaliter rejim olan seçenekler ekseni üzerinde gidip gelecek; yönetici sınıf
halkının rızasını ne kadar kolay alarak yönetiyorsa ibre temsili demokrasiye, bu rızayı almak zorlaştıkça da otoriter hatta
totaliter uca doğru gitmeye başlayacaktır. Bu modeli tamamlamak için ulusal
mekandaki yerel iktidarın rıza alma, kurumlarının ideolojisinin desteklediği
geçerli “hakikat” ve “disiplin rejimlerinin” özelliklerini de resme eklemek
gerekiyor.
AKP’nin iktidara
gelirken bu “ötekinin” iktidarını çağırmak ve arzulama pratiklerine çokça
başvurduğunu hatta kendi durumunu “iç ve
dış dinamiklerin örtüşmesi” olarak tanımladığını, jeopolitik projelere ne
kadar uyumlu olduğunun sürekli vurguladığını biliyoruz.
Daha önce bir çok
kez tartışıldığı hala da sıkça anımsandığı gibi, zaman içinde AKP’nin içerde
rıza alma, dışarda jeopolitik projelere uyum sağlama kapasitesinin ya
yetmemesine ya da giderek azalmasına bağlı olarak, şiddete daha çok baş
vurmaya, otoriter eğilimler sergilemeye, kendi ideolojik evreninin, “hakikat
rejimimin” varsayımlarını topluma aceleyle dayatmaya başladığımı gördük, Gezi
olayı bu sürecin devam edemeyeceğini, rıza
alma kapasitesinin hızlanarak gerilemeye devam edeceğini , buna karşın şiddeti
arttırma kapasitesinin de sınırlarını ortaya koydu.
“Post-kolonyal”
devletin içine kurulu iktidarın dilini telaffuz eden organlar, kurumlar giderek
AKP’den yakınmaya, otoriter, anti demokratik, radikal dinci, özelliklerini
vurgulamaya başladılar.
Bu noktada
CHP’nin giderek, “post-kolonyal” devletin yönetimi devralmaya aday bir siyasi
özne olarak şekillenmeye başladığı söylenebilir. CHP’nin önce Sosyalist
Enternasyonal diyalogunun, şimdi de Amerika ziyaretinin, “post kolonyal devletin”
içine kurulu “ötekinin iktidarına”,
toplumdan rıza alma, bölgedeki jeopolitik projelere uyum sağlama, ekonomiyi
açık tutma ve yönetebilme kapasitesini anlatmaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz.
Bu, Türkiye
sosyalist hareketinin, görmesi anlaması ve “post kolonyal” devletin işleyiş
dinamikleri açısından kabul etmesi gereken “yapısal
olarak gerekli” bir süreçtir de. Bunu derken, sosyalist hareketin kendi siyasi
mücadelesinde, katılması, kopyalaması
gereken bir süreçtir demek istemiyorum. “Yapısal” kavramı buna işaret etmek
içindir. İkincisi Sosyalist hareketin, CHP’nin bir düzen partisi olduğunu
artık gerçekten kabul etmesi
gerekiyor.
Sosyalist hareket
parlamentarist bir stratejiyi
(taktik demiyorum) benimsemediği (CHP’nin yerini alarak, “sol”dan muhalefet
yapan düzen partisi olmayı) planlamadığı ölçüde, CHP’nin, ABD ziyareti
karşısında sinirlenmesi, ben demiştim havalarına girmesi, AKP dururken, CHP’ye, “emperyalizm işbirlikçisi”
filan gibi kavramlarla saldırmasına da, bence gerek yoktur.
Sosyalist
hareketin, eğer parlamentarist bir hesabı yoksa, yaklaşan seçimlerde, tam
anlamıyla pragmatik ve taktik bir
tutum benimsemesi gerekiyor. Sosyalist hareket bu seçimlerde tutumunu
belirlerken, “hangi sonuç benim çalışma alanımı genişletmemi, etkinliğimi arttırmamı
kolaylaştıracaktır? Özgürlüklerde
bir
genişleme olasılığını kim sunmaktadır? Nasıl bir sonuç, “ibreyi”, otoriter
eğilimleri biraz olsun sınırlayabilecek yönde itebilir?” Sorularıyla
yaklaşmalı ve tutumunu ona göre belirlemelidir.
Zaten kendi
stratejik hedefleri doğrultusunda kendi
günlük etkinliklerini, seçimlerden önce ve sonra sürdürmeye devam edecek
olan sosyalistler açısından, CHP’nin ABD
ziyaretinin, bu soruların dışında pek fazla bir anlamı yoktur.
Thursday, November 14, 2013
Tekkeler zaviyeler unvanlar yine gündemde (eski bir yazı ve bir ek)
Eski bir yazı 14/11/2012
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Cumhuriyet kurulurken, “eski rejimin”
egemen sınıflarının, özellikle Müslüman entelijensiyanın (ruhban sınıfın)
iktidar kaynaklarını kurutmayı amaçlayan devrim yasalarını artık kaldırmak
gerektiğini açıkladı, Aile Bakanıyla Diyanet işlerinin yaptığı toplantıyla
ilgili bir soru üzerine “Diyanet bu
toplumun çimentosudur” dedi.
Bozdağ’a göre, şapka, kılık kıyafet yasalarının,
Osmanlı dönemine ilişkin hiyerarşiyi
belirten efendi, bey, paşa, hacı hafız, hazretleri gibi unvanları kaldıran,
bu unvanların önemli bir kısmının yaşam
alanı olan tekke ve zaviyeleri kapatan yasaların artık kaldırılması
gerekiyor. Kısacası, Bozdağ, toplumun simgesel evreninde, iktidarın, toplumsal
hiyerarşilerin tanımlandığı alanlarda bir yeniden yapılanma öneriyor.
Bozdağ’ın, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı (buna
nüfus planlama bakanı da diyebiliriz) ile Diyanet
İşleri yetkililerinin bir araya gelmesine ilişkin, “Diyanent bu ülkenin çimentosudur” açıklaması, egemen ideolojinin yerinde olması gereken “şeyi” din olarak gördüğünü,
bunun nüfus planlamasını da kapsayacağını vurguluyor.
Bu açıklama, aynı
zamanda bu ideolojinin egemenliğinde oluşmaya başlayan simgesel evrende, “bütünlük” ve “istikrar” görüntüsünün,
Sünni Müslümanlığın dışındaki din ve inanışların, ulusal, etnik kimliklerin,
hatta cinsel pratiklerin bastırılmasıyla, susturulmasıyla sağlanacağını
gösteriyor. Bu sürecin totaliter bir
topluma açıldığını görebilirsek, idam konusunun yeniden açılması üzerinde daha
kolay düşünebiliriz. Yargıtay’ın kararına bağlı olarak, bekar, yetişkin
insanların bile cinsel yaşamlarının haram
ve zina kavramlarıyla konuşulmaya
başlanması da bu resme tümüyle uyuyor.
Yeni bir tarihsel blok ve hegemonya üzerine...
Osmanlı
toplumunun egemen sınıfının, çok özel konumundan dolayı, kuşaklar boyu kendini
yeniden üreterek bu güne kadar varlığını sürdürmeye devam eden bir fraksiyonu,
Müslüman entelijensiya, 2000’li yılların başında “iç ve dış dinamiklerin örtüşmesi” olarak tanımlanan bir “durum”
içinde, liberal entelijensiyanın da katkılarıyla yeni bir “tarihsel blok”
kurmaya başlayarak devletin yönetimini ele geçirdi.
Bu entelijensiya
şimdi devletin olanaklarını da kullanıyor, kendini egemen (kapitalist) sınıfın
içinde hegemonik fraksiyon olarak kurma yönünde yeni adımlar atarak ilerliyor.
Bu entelijensiya,
bir tür (dini-ahlaki) bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, bu bilginin
dolaşım kanallarıyla araçlarının, kendi tekelinde bulunmasını varoluşunun önkoşulu, toplumsal ekonomik artığa, kapitalist birikim süreçlerine
ulaşmasının aracı olduğunu biliyor. Hızla bir kapitalist sınıf fraksiyonuna
dönüşmekte olan bu tabaka (entelijensiya) kendini hegemonik sınıf fraksiyonu
olarak kurma sürecini iki yönden ilerletiyor.
Birincisi,
tekeline almaya çalıştığı bu özel bilginin, toplumun simgesel evrenini, tüm
farklı söylemleri (ulusal kimlik, etnik-dini aidiyetlerden, komünizme kadar),
dışarı atarak doldurması, ait olduğu
hakikat rejiminin egemen olması için, devletin disiplin ve cezalandırma
araçlarının (yargı ve güvenlik güçleri) kontrolünü
elinde topluyor. Aynı anda devletin ideolojik aygıtlarının denetimini ele geçirmeye
başlıyor, kendi tekelindeki bilgiyi üretmeye daha yatkın yeni ideolojik
aygıtlar (tekke, zaviye, hiyerarşik unvanlar) kurmaya hazırlanıyor.
İkincisi, mikro
düzeyde, bu “yeni düzene” uygun yeni
bireyin üretilmesi sürecini, nüfusun
yeniden üretimini (nüfus politikası), bunun alacağı biçimleri (aile-cinsel pratikler, tercihler), bedenin estetiğini (giysi, görünüm) mekanda ve zamanda yerini (ibadet saatleri, yerleri ve ritüelleri)
denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitik
rejimini egemen kılarak yönetmeye çalışıyor.
Bu süreç, toplumsal ilerlemenin, eleştirel aklın ufkunu kapatıyor
özgürlüklerin konuşulmasına olanak veren kavramları silmeye başlıyor. Örneğin, idama karşı çıkmak için “insan haklarına”
dayanma çabaları, idamı onaylayan dini hakikat rejimi içinde, anlamsız bir
gürültüye dönüşüyor.
Bu eski yazıya EK: 14/11/2013
Osmanlı dönemine
ilişkin hiyerarşiyi belirten efendi,
bey, paşa, hacı hafız, hazretleri gibi unvanların, bu unvanların önemli bir
kısmının yaşam alanı olan tekke ve
zaviyeleri yeniden yasallaştırma girişimi siyasal İslam’ın günlük yaşamı doğrudan ve yerinde denetleme
araçlarının mahalle düzeyinde canlandırmayı amaçlıyor. Bu girişim
kısacası, günlük yaşamda, bireysel
özgürlükleri daha da aşındırarak, mikro
faşizmin pratiklerini egemen kılmak anlamına geliyor.
Thursday, November 07, 2013
Uzun
yolculuk
Stanley
Kunitz'in (1905-2006) anısına
Eski bir yara bu içinde kum cam kırıkları-
Hızla yavaşlarken zaman bazen birden yırtılır
Sonra saatleri kurmaktan vaz geçersin
Rüyalar artık siyah-beyazmış hiç derdin değil
Gecede bilmem kaç kez bölünür uykuların
Yılan sırtı patikada yere bakarak yürüyen kim
-Bakır rengi gök yüzünde kötü bir haber gibi kargalar -
Çoktan ölmedi mi küçük bıçakların altında Orfeus
Sarp kayalarda köpürerek geldi sular
Bazen yumuşak topraklarda iz bıraktılar,
Denize kadar yol uzun. Olsun arzu var ya-
Ah! Düş kırıklığı... Çürük et, kemik, bu sığ düzlükte
Suyun rengi kırmızı artık param parça somon balıkları
Eski bir yara bu içinde kum cam kırıkları-
Wednesday, November 06, 2013
Aynı ev de kalanlar hakkındaki düşünceler üzerine düşünceler
Şamil Tayyar
Başbakanın sözlerine açıklık getirmiş.
Kızların iradesi
yoktur, ahlakı yoktur örgütler (neyse bunlar) onları kullanır.
Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında, bir
yerde, “bir adam geliyordu” demek yerine “bir kulak geliyordu” der. Bir şeyden,
bir parçasına indirgeyerek söz etmeye metanomi deniyor. Gemiler geliyor yerine
örneğin beyaz yelkenler geliyor demek gibi…
Bu vatandaşlar da
kızlara bakıp bir (araç, yem, ya da…) geliyor diyorlar anlaşılan.
Baş örtüsüyle
özgürlüklerini kazandılar. Tamam itirazımız yok haklarıdır da. Ama sürekli
aşağılanmakta olduklarının da ayırdında değiller mi?
Erkeklerin hepsi
de adeta bir kıza kadına, bakınca önce akıllarına yalnızca becermek, kullanmak,
yem yapmak mi geliyor bu beylerin dünyasında. Tabii çoğu gez bunu başaramayınca
(kadınların da iradesi vardır, araç değillerdir, hele erkeğin aracı hiç…) döv,
sakatla öldür…
Bir de gereği
yapılır deniyor. Birileri de ama yasa yok… Var yeni polis yasası al götür 24
saat taciz et demiyor mu daha ne olsun?
Lacan Kadın
erkeğin “semptomudur” diyordu. Bu beylerin hastalığı nedir acaba ki semptomu
böyle tezahür ediyor. Bazı “Evet ama yetmez” demiş olan profesyonel psikanalistlerden
bizi aydınlatmalarını bekliyoruz. Bu
arada Nazlı Ilıcak bile “utanmış”...
Sunday, November 03, 2013
“Olay”
-I-
Siyah uzun kuyruklu yaratıklar gibi geldiler
Yumuşak karınları üzerinde sürünerek
Çadırları ateşe verdiler herkes uyurken
Sonra, külrengi zehirli bir duman,
Su, ateş ve ölümcül gaz fişekleri
Ama teslim olmadı meydan.
Burası Termopil değil, ne de dağ başındaki dar geçit.
Ama, yine dalgalarla bir Sultanın karanlık orduları.
Kız, erkek, sarı yeşil kırmızı,
pembe ve siyah, kırmızı ve beyaz
Yerlerini terk etmediler aynı yürekle, aynı inatla
Barbarların savaş çığlıklarına karşı kahkahalarla
-II-
Sözcükler
Binlerce kilometre uzaktan birbirini izliyor
Kılcal çatlaklardan sızarak özgürleşiyor magma
Lav dereleri akıyor birikiyor biçim alıyor biçim veriyor
Okyanusun çölünde kaos ve düzen birlikte
Bir ada inatla yükseliyor yüzeye doğru.
Yeni, “şey”in doğuşuna tanık olmak ürkütür. Hele
Yapıları, varsayımları sorguluyor belirsizlik yaratıyorsa
-Apparatchik önce görmek istemez sonra katılır çaresiz-
Ama, var olan değişerek yeniden oluyorsa umut var.
Ekran tutsak aldı sabaha karşı... ev sessiz, herkes uykuda,
Bahçeme bitişik bostandaki tilki gecenin karanlığını yırttı.
Biri basınçlı su dedi, biri biber gazı, hatta evlerin içine kadar
Arkasından yeni sözcükler, ölüme, direnişe dostluğa dair
Kafasına çarptı, kalbi kaldırmadı, pala, pusu ölüm sokakta
Kediler boğuldu, kuşlar cansız ağaçların altındaki toprakta
III
Zaman daha çok genç, deneyimsiz.
Ölmüş zamanların ruhları üstelik
Omuzunda maymun, ayaklarında zincir.
Ama, iyi ki bazı Haziran günleri var...
Sonra adanın üzerinde yeni topraklarda
Kurulacak evler, yeşerecek tohum ve hasat
Daha şimdiden, tüm renkler parıldıyor
Birbirlerine karışmadan, ama birlikte
Umut, kendini ekliyor başka umutlara
Tahrir, Porto del Sol, Wall Street, Syntagma...
Karanlığı bölüyor parçalıyor barikatların alevleri
Betonun hastalıklı yüzü aydınlanıyor
Başka bir yaşamı doğaçlama deniyor birileri
Parklarda meydanlarda dansla şarkıyla aşkla
O sırada, kin öfke, giderek artan yalnızlık
Tam bir adam gerçekten tek adam olduğuna
inanmaya başlamışken bozulan planlar.
Perde yırtıldı arkasındaki cüce artık gizlenemiyor.
“A Takımı” dağıldı perdeyi astıkları köşeler şimdi boş.
Yerine polis destanlar yazıyor artık,
Yeni silahlar alınacak, herkes izlenecekmiş
Gaz bundan sonra ülkede üretilecekmiş
Hatta yeni yetkiler falan. Tüm bu çabalar boş yere!
Babil kulesi yıkılmaya başladı bir kere...
Subscribe to:
Posts (Atom)