El Kaide,
Müslüman Kardeşler, nihayet IŞİD ve benzerleri totaliter niyetli, şiddet
tutkunu “radikal” akımlar, hareketler, örgütler bir taraftan, ABD-Avrupa savaş uçakları diğer taraftan,
birlikte, Afrika’dan Afganistan’a halkların yaşamını cehenneme çeviriyorlar.
ABD, Batı
uçakları terörist avlarken, çoğu kez kurunun yanında yaş da yanarken, Batı
dünyasında, yaşayan Müslüman azınlıklar da iki yönden gelen bir basınç altında
bunalıyorlar. Bir taraftan Müslüman
olmayan nüfus arasında Müslümanlara yönelik bir kuşku, korku, hatta bir
düşmanlık gelişiyor. Avrupa’daki kimi Müslüman entelektüelin vurguladığı gibi “ adeta her an dini inançlarını savunmak, bir
güvenlik sorunu oluşturmadıklarını kanıtlamak zorunda kalıyorlar”
Diğer taraftan, El Kaide, Müslüman Kardeşler, nihayet IŞİD ve
benzerleri, Cihatçı hareket , bu insanları yeterince Müslüman görmüyor doğrudan, ya da dolaylı olarak “mürted” ilan
ediyor, ölümle tehdit ediyor, hatta öldürüyor.
Hem Afrika’dan
Afganistan’a uçakların hedef aldığı topraklarda hem de, çeşitli nedenlerle gelip
sığındıkları topraklarda, “terörizme” karşı savaşın getirdiği bu basınç altında
bunalan Müslüman halkın içinden çıkan kimi sesler, entelektüeller, “bunlar aşırı akımlar, İslam’ı temsil etmiyorlar. Bunlar gerçek İslam değil, İslam barış, uzlaşma, hoşgörü dinidir”
demeye çalışıyorlar.
Ben bu son
derecede zor durumda, kapitalizmin sıradan şiddetinin ötesinde, şiddet üreten
bu iki basıncın altında bunalan seslerin savlarının doğrulanmasını,
“emperyalizmin” elinden bu “terörizme
karşı savaş” bahanesinin alınmasını, İslam’la bireysel özgürlüklerin
bağdaşabileceğinin, İslam’ın bireyin tüm yaşamını kontrol etmeye çalışan
totaliter biçimlerin dışında da var olabileceğinin kanıtlanmasını çok istiyorum. Ne yazık ki, bu
konuda iyimser değilim.
Şii-Sünni, ayrışmasından
bu yana çeşitlenen mezhepler arasında, “Gerçek İslam”ın ne olduğunu, kimin bunu
temsil ettiğini bilmek olanaklı değil. Bu soruya akademik / bilimsel bir cevap
aramak da boşuna: Bu, aslında “mutlak” olana ilişkin sorunun cevabı, bugüne
kadar hemen her zaman kılıçla verilmiş.
Bu yüzden, bu
yazımda bu soruyu yalnızca
anımsatıp esas olarak,” bunlar ‘aşırı
akımlar’ İslam’ı temsil etmiyorlar”
savının “temsil etme” kısmı üzerine bir katkı yapmayı denemek istiyorum. Gerçek
İslam’ın ne olduğunu bilecek durumda değilim ama, “temsil etmiyorlar” savına,
koşullu olarak, katılmıyorum; İslam’ı bugün,
bu radikal, totaliter şiddet eğilimli
hareketlerin temsil ettiğini düşünüyorum.
Temsil etmenin iki boyutu
“Temsil etmek”, edilgen
olmayan, aktif bir duruma, “bir şey yapma” durumuna işaret ediyor. “Temsil etme”
kavramının ise iki anlamı var: Biri, bir şeyin
yerine geçerek, o şeymiş gibi davranmak. İkincisi, bir şeyin yerin
geçmeden, onun arzularını, söylemek istediği şeyi tasarlayıp dile getirerek, onun
adına konuşmak (Spivak’ın Marx’tan
gelerek yaptığı yorumdan yararlandım[[i]]).
“Yerine geçmek”,
şimdi, burada, var oluş düzleminde, yadsınamaz bir yeğinlikle (intansite) o şey olarak belirmek anlamına geliyor.
Bu, zamana, mekana, siyasi, fiziki, kültürel, duygulanımsal etkiye ilişkin bir
durum.
“Temsil etmenin”
bu anlamından hareketle, özelde Müslüman dünyasına, genelde uluslararası alana
bakarsak (bunu medya ve günlük yaşam alanlarında etkileşim olarak
tanımlayabiliriz) Afrika’dan Afganistan’a aşırı,
radikal, totakiter, terörist vb., olarak tanımlanan, en geniş anlamda siyasal (iktidarı arzulayan) İslam yelpazesi içine sokulabilen, akım
ve örgütlerle, bu örgütlerin, akımların çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan
taraftarlarıyla, sempatizanlarıyla karşılaşıyoruz.
Yaklaşık bir
milyarlık bir Müslüman nüfus içinden çıkan bu akımlar, bugün burada en güçlü, siyasi, fiziki, kültürel, hatta
duygulanımsal etkiyi yaratıyorlar, en yüksek düzeyde görünür olmayı
başarıyorlar. Kısacası, bu radikal, terörist, totaliter akımlar, Müslüman
nüfusun ve İslam’ın “yerine geçiyor”: onun olması gerektiği, ya da olduğu
varsayılan yeri dolduruyor.
Bu “yerine
geçme”, “olması gereken yeri doldurma”, yalnızca bir coğrafyada, belli
özellikleri olan bir grup insan arasında karşımıza çıksaydı, o coğrafyanın özelliklerine
ilişkin özel bir durum olarak görebilirdik. Ancak, bu duruma, yaklaşık yüz
yıldır farklı sınırlar (ekonomik ve siyasi hatta kültürel yapılanmalar) içinde
yaşamakta ve farklı hızlarda değişmekte olan halklar arasında, çok sayıda
noktada rastlıyoruz.
Bu durum ister
istemez bizi belli sonuçlara götürüyor. Bu rastladıklarımızı sosyolojik açıdan,
anlamlı bir örnekleme (aslında veri noktasının çokluğundan, yaygın dağılımından
dolayı, bu gözlemleri doğrudan temel almak da olanaklı) olarak kabul
edebiliriz. Bu örneklemeden hareketle bir genelleme yapma, bu genellemeye evrensellik atfedebiliriz: Bugün hem
İslam’ı hem de Müslüman nüfusu bu “aşırı”, terörist, totaliter vb., akımların,
örgütlerin “temsil etmenin” birinci anlamında, “temsil ettiğini” söyleyebiliriz.
“Temsil etme”
kavramının ikinci anlamına, “adına
konuşma” edimine gelince, konuşmanın, sözle, simgeyle ve eylemle olduğunu
da unutmadan, İslam adına, konuşurken, “gerçek İslam”ın ne olduğu konusunda
saptamalar yaparken, sesi en çok duyulanlar, eylemleri en çok gözüken, etki
yapanlar gene bu “aşırı”, radikal, totaliter, “terörist” olarak tanımlanan
akımlar değil mi?
Boko Haram, El
Nusra, IŞİD gibi fiziki şiddeti, devleti siyasi iktidarı ele geçirmek için açık
ve etkin biçimde kullanan gruplar var. Müslüman Kardeşler gibi, devleti seçim
mekanizmasına dayanarak simgesel şiddetten yararlanarak ele geçirdikten sonra, iktidarlarını
konsolide etmek, kendi “Gerçek İslam” anlayışlarını tüm Müslümanlara dayatmak,
rakiplerini tasfiye etmek, farklı sesleri susturmak için devletin şiddet
araçlarını kullananlar da...
Bu ayrımı yapsak
bile, eninde sonunda her ikisinin de “adına
konuşma” noktasında, birbirine çok benzer ilkelerde, duyarlılıklarda,
şiddet uygulama, korku salma, tüm yaşamı denetim altına almayı arzulayan
totaliter rejim eğiliminde buluştuğunu kolaylıkla görebiliyoruz.
El Kaide ve IŞİD
türü yapılar şiddeti etkin kullanarak bu “adına konuşma” rolünü gasp ediyorlar.
Müslüman kardeşi tipi akımlar, seçim sandığından çıkan bir oy oranından
hareketle, azınlığı yok sayarak, “adına konuşma” hakkını aldığını iddia ediyor. Her ikisi de “gerçek İslam”ın bilgisinin tekeline
sahip olduğunu iddia ediyor, herkesin, günlük yaşamın buna uymasını istiyor. Kısacası, “adına konuşma” anlamında da İslam’ı
ve Müslümanları, bugün, burada, bu
“aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
Sonuç olarak,
bugün her iki anlamda da, İslam’ı “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
Bu “temsil etme”
ilişkisi bir kez oluştuktan, “gösteri toplumunun” ekranlarına yerleştikten
sonra, “her insan İslam’a kendi
kişiliğini [[ii]]
getirir, bu kişiliğe göre orada bir şeyler bulur, sorun İslam’da değil
gelenlerin kişiliğinde, önceden bulmaya karar verdikleri şeylerdedir” türünden, çoğu kez mantıklı açıklamaların da
pek bir etkisi olmuyor; Bu gelenlerin de aradıklarını buldukları gerçeğini
ortadan kaldırmıyor.
Bu “temsil
ilişkisinden” kurtulmak “emperyalizmin” bölgedeki “aracını” elinden almak,
bireysel özgürlüklerle bağdaşan, hoşgörülü, totaliter eğilimlerle kirlenmemiş “başka
bir İslam” olabileceğini kanıtlamak da yine Müslümanlara düşüyor.
Discourse and Post-Colonial Theory, eds. P. Williams and
L. Chrisman (New
York: Columbia
University Press, 1992).
[ii] Bu “kendi kişiliğini getirir” savında, bu kişiliğin nasıl
oluştuğu, bir “Büyük Öteki” olarak İslam’ı benimsedikten sonra neden belli bir
yöne gittiği sorunun burada ihmal edelim. Ancak bunun, AKP hükümete geldiğinde,
AKP kadrolarının “kimliklerinin” (öznelliklerinin) hangi tarih içinde, hangi
ortak “Büyük Öteki”ye göre şekillendiklerini, edinmiş oldukları ortak
sadakatleri, görmezden gelerek, demokrasi vaatlerine inananların yanılgısının
altında yatan etkene ilişkin çok önemli bir sorun olduğunu da vurgulamadan
geçmek istemiyorum.