Friday, December 23, 2022

Seçime giderken düşünce süreçlerine katkıda bulunmak amacıyla eski bir yazı-tartışma-

 

“ Devlet “sorunu”

Var olan devletin tanımlanmasıyla, bu tanımdan hareketle oluşturulacak siyasi çizgiler, örgütlenme  ve çalışma tarzları arasındaki ilişki konusunun “sol” hareket içinde gereken ilgiyi görmediğinden yakınmış ama bunun değişmekte olabileceğine ilişkin bir umudumu daha önce bir yazımda belirtmiştim.  O yazıda, bu ilgisizliğin, Siyasal İslam’ın “pasif devrim” ve devleti ele geçirme sürecinin, “demokratikleşme süreci” olarak sunulması, desteklenmesi gibi vahim bir hataya da yol açmış olduğuna işaret etmiştim.

Bu bağlamda, Foti Benlisoy’un BirGün’de yayımlanan “’AKP Faşizmi’ ve Sol Liberalizm” başlıklı denemesi bence  önemli bir katkı ve uyarı oluşturuyor. Ben Foti Benlisoy’un kaygılarına ve uyarısına katılıyorum. Gerçekten de salt baskının ağırlaşmasından hareketle, “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini dönüp dolaşıp bir kez daha anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız (anti-faşist, yani anti-AKP?) bir demokratikleşme hedefine sıkıştırma[k]” vahim bir hata olacaktır.

Ancak Foti Benlisoy’un bu  uyarıyı yaparken hareket geçirdiği “yani kapitalizmle bağlantısı olmayan bir faşizmle karşı karşıyaysak, sosyalistlerin temel görevi (tıpkı sol liberallerin savunduğu üzere) devlet karşısında özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele olmuyor mu?” saptamasına da dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Örneğin Faşist bir devlet altında, “özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele” ne kadar olanaklıdır, bu anlamda ne kadar önemlidir? Faşizm kapitalizme ilişkilidir ama, Alman, İtalyan Faşizmleri’nin kapitalizme ilişkisi, emperyalizme bağımlı (“post-colonial state”) bir ülkedeki “Faşizmin” ilişkisine ne kadar benzeyecektir? 

Faşizmin kapitalizmin andaki sorunlarıyla doğrudan bağlantılı olmayan (ona indirgenemeyecek) tarihsel bileşenleri, kitle tabanının sınıfsal kompozisyonu, istila etmeye başladığı devletin organik yapısı, ülkeye (ülkenin tarihsel zeminine, sınıf mücadelesinin tarihine) özgül biçimler sergilemeyecek midir?

Foti Benlisoy’un bu soruların ayırdında olmadığını düşünmüyorum, yazısının  belli bir noktayı vurgulamak üzere kaleme alınmış olduğunun da farkındayım. Bu anlamda benim yazımı, onunkiyle diyalog  kurarak tartışmayı geliştirmeyi amaçlayan bir deneme olarak düşünebilirsiniz.

-II-

Kestirmeden giderek, bugün bir “Faşist Devlet” altında yaşadığımızı  ileri sürmenin, gerçekten de karşımıza önemli sorunlar çıkaracağını düşünüyorum. Ancak karşı karşıya olduğumuz devletin “Faşist Devlet”i andıran özellikler sergilediğini de görüyorum. 

Bu ikilem karşısında, 1960’larda “Brezilya tipi demokrasi”, 1970’lere geçerken, “otoriter devlet” (authoritarianism), “sömürge tipi faşizm,” “oligarşik” devlet kavramları geliştirilmişti. Bu kavramların hepsi, devlete bakıp “bu burjuva demokrasisi değil, Faşizm de değil ama her ikisinin de özelliklerini taşıyor, ayrıca da devletin içinde bir de ulusal/yerel olmayan bir  iktidarın varlığı söz konusu” diyorlardı. Kısacası, “post-colonial” (2.Dünya Savaşı sonrasında, ABD hegemonyası altında çevre /bağımlı vb., ülkelerde şekillenen bir devletin) devletin çeşitli versiyonlarını tanımlamaya çalışıyorlardı. Ben bunun doğru bir yörüngeye oturmuş bir çaba oluğunu ancak, sahip olduğu alet çantasındaki aletlerin kimilerinin biraz daha da “keskinleştirilmesi”, bunlara yenilerinin eklenmesi, kimilerinin kullanım tarzında da bazı değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda, bu bağlamda, bir başka yazıda (“Kapitalist devlet üzerine kısa notlar”, sol.org, 12.01.2012) sunduğum  düşünceleri ve yaptığım önerileri kısaca aktaracak, ondan sonra bu alet çantasıyla AKP dönemi devleti üzerinde kaba bir çalışma yapmayı deneyeceğim.

III

Ben kapitalist devleti ne bir araç ne de bir kurum olarak düşünmekten yana değilim. “Araç” bir pasifliknötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları (sınıf iktidarının kristalleştiği düğüm noktaları) arasında oluşmuş bir örüntü (network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda, sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma” şekilleniyor.

Ben kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenlemesüreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım.

Bu bağlamda, devletin politikalarıyla, reflekslerini, (a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürel yapılanmasının, personel kaynağının sınıfsal özelliklerinin, yönetim teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar,  (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli girdilerin özellikleri de belirleyecektir.

Bu girdileri, esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar ve reflekslere dönüşür. 

Girdiler - organizma (metabolize etme süreci) - siyasi çıktılar, bir sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de  gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.

Gerçekten de, devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız”. Bu da bizde devlete karşı korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.

Gerçekten de devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur. 

Bu varsayım (toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin basıncıyla, ya da bir dış travmayla(işgal gibi) tümüyle dağılabilir.

Devlet bu parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan, varlık, varoluş ve görüntü kategorilerinden hareketle düşünmeye devam edebiliriz. 

Devleti oluşturan, tüm parçaları birleştiren örüntüyü, “varlık” kavramıyla betimler, devletin tümüyle var olma halini, ontolojik düzey olarak kabul edebiliriz.  

Devletin bu varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde), deney alanımıza giren parçalarını “varlığın” (ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali” varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu “varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntükavramından yaralanabiliriz. 

Bu felsefi modeli devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’de  vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını, devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz. Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin, monarşist, “demokratik”, Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe, devletin biçimi sabit kalmak koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali değişmeye başlayacaktır...

Buna karşılık devletin biçimindeki değişiklik,  “egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün içine giren unsurların, kapsanan iktidar noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin olmalıdır. 

IV

AKP döneminde devlete yukarıda önerdiğim teorik gözlükle bakarsak, şöyle bir değişimin belirtilerini gözlemleyebiliriz.

A) Devleti bir organizma olarak tanımlamamıza olanak veren unsurların hepsini birden bir “küme” olarak düşünürsek, buna devletin  “ana kümesi”, oluşturan unsurları da alt “kümeler” olarak tespit edebiliriz.

AKP döneminde, devleti oluşturan alt kümelerin arasındaki ilişkileri (dolayısıyla devletin biçimimi) “tanımlayan” görelilikler denkleminde ihmal edilemez değişiklilerin yaşandığını sanırım kabul edebiliriz. Bu bağlamda, devletin içindeki ordu, polis, MİT, yargı, yürütme, diyanet gibi alt kümeler arasındaki ve devletin tümüne göre kurulu, ilişkilerdeki değişimi olduğu kadar, bu alt kümelerin kendi alt kümeleri arasındaki ilişkilerde yaşanan değişimi de örnek olarak gösterebiliriz. Devletle, devletin, dini kurumlar, eğitim, sendikalar, spor sektörü, medya gibi ideolojik aygıtları arasındaki göreli bağımsızlığın, görelilik derecesinde devletten yana bir azalma olduğu, böylece devletin “sivil topluma”  nüfuz etme derecesinin arttığı da savunulabilir.

B) Devletin girdileri açısından da önemli bir değişimin yaşandığını söylemek olanaklı. Bu değişimi, yeni kadrolarınideolojik, kültürel hatta örgütsel/sınıfsal özelliklerinden, mali kaynakların geliş coğrafyalarındaki değişikliklerden, güvenlik ve bilgi işlem teknolojilerinden, devletin parçalarını (kristalleşmiş iktidar düğümlerini) birleştiren, ağı yaşatan teknolojideki değişimden, derinleşme ve yayılmadan, yine bu yolla devletin sivil topluma nüfuz etme derecesinden de izleyebiliriz.

C) Devletin, uluslararası hegemonik, devletler arası “sistemle” ilişkisi, buradan aldığı, teknolojik, finansal, siyasi girdilerde, bu girdilerin devlete giriş ve işleniş süreçlerinde, hatta bunların topluma sunuluş biçimlerinde de azımsanmayacak değişiklerin olduğu söylenebilir. “Büyük Ortadoğu Projesi” bağlamında kurulan ilişklilerin niteliği,  devletin yüzünü  “Doğuya dönmesi”,  küresel hegemona yaslanarak güç yansıtma stratejisini benimsemesi, “Yeni Osmanlı”  kavramının içerdiği kültürel, siyasi, ekonomik unsurlar, bu bağlamda bölge ülkeleri karşısındaki konumun yeniden  düzenlenmeye başlaması vb...

D) Tüm bu değişikliklere paralel ve onlarla, çift yönlü nedensellik ilişkileri içinde varolan iki yeni etken daha söz konusudur. Birincisi genel olarak, bütün fraksiyonlarıyla birlikte bir siyasal İslam ve uluslararası Müslüman Kardeşler  ekseni. İkincisi. Genelde “cemaat” olarak adlandırılan yaygın, disiplinli, emir komuta zincirine, "komiteler” ağına, ideolojik ve pratik önderliklere ve uluslararası bağlara sahip olduğu ileri sürülen bir örgütün (yapıntının) varlığı.

E) Nihayet, bu değişimlerin yaşandığı zemini oluşturan “sınıflar matrisi”nde de bazı önemli yenilikler gözlemlenebilir. 

Birincisi, kabaca, TUSİAD ve askeri ticari kompleks olarak tanımlayacağımız iktidar bloku unsurlarının ağırlığı, “blok”un içine  giren yeni unsurların etkisi ile azalmış görünmektedir (bu konu etraflı bir ekonomi politik çalışmasını gerektiriyor). 

İkincisi, Poulantzas’ın  “devletten sorumlu, devleti yöneten sınıflar” olarak tanımladığı “küme”nin içinde olduğu kadar, “organik entelektüeller” denen kesimde de kimi ihmal edilemez değişiklikler gözlemlenebilir. Şimdilik (geçici olarak – bu da üzerinde çalışılması gereken alanlardan bir başkası), Kemalist, ulusal projeye sadık entelektüeller, teknokratlar, bürokratlar olarak kabaca tanımlayabileceğimiz bir kentli (Ankara İstanbul, İzmir gibi) “orta sınıf” tabaka yerini, başka bir projeye sadık, dini hakikat rejimine dahil, ya da yakın orta sınıf tabaka almaya başlamıştır. Bu değişimin büyük ölçüde tamamlandığı bile söylenebilir.

Bu kaba, özet ve daha geliştirilmesi ve teorik olarak daha hassaslaştırılması gerektiği düşünülerek tartışmaya açmayı umduğum gözlemler bölümünü bitirirken bir not daha düşmek istiyorum. Bu “değişimleri”, bu değişimlerin, yanı sıra, devletin, “varlık”, “varoluş” ve “görüntü” düzeylerinde güçlü ve etkili sürekliliklerin söz konusu olmaya devam ettiğini de unutmadan düşünmek gerekiyor. 

 

V

Yukardaki gözlemlerin ışığında devletin, “varlık” (tipolojisi), “varoluş” ( varlığın zamanda ve mekanda aldığı biçim), ve “görüntü” (günlük yaşamda, “burada- şimdi” etkileri - rejimi) düzeylerine ilişkin neler söyleyebiliriz?

Bu soruya kabaca ve geçici olarak şu cevapları verebileceğimi düşünüyorum. AKP döneminde devletin tipolojisinin değişmediğinde sanırım hepimiz hem fikir olabiliriz. Devletin dünya ekonomisi içindeki yerinin, ekonomi politikalarının ve ülkenin ekonomik yeniden üretim süreçlerinin, kaynaklarının, uluslararası tekelci sermayeye tabi olma özelliğinin de süreklilik ve “post-colonial” özellikler sergilemeye devam ettiğini söyleyebiliriz.

Bir “organizma” olarak devletin içinde ve dış ilişkilerinde, sınıflar matrisi alanlarında yaptığımız gözlemler, bir “biçim” değişikliği sürecinin, en azından, yaşanmakta olduğuna, belki de bu sürecin tamamlanma noktasına çok yaklaştığına güçlü bir biçimde işaret ediyor. Bu tartışmaya Faşizmin bir rejim değil devlet biçimi olduğunu düşünerek devam etmek gerekiyor. 

Burada, hem yeni bir “hakikat rejiminin” topluma devlet tarafından dayatılması, hem de gerek “cemaat denen” bir örgütün etkileri, “mahalle baskısı” olarak tanımlanan süreçler, yeni bir “biyopolitiğin” (beden yönetme rejimi) de hızla topluma egemen olmaya başladığını, hatta kendisine uymayan “yaşam alanlarını”, devlet aygıtının şiddet araçlarından da yararlanarak yok etmeye çabaladığını düşündürüyor.

Tekelci sermayenin en gerici tercihi,  toplumsal bir taban /hareket, devlete adeta her aşamada paralel bir makine gibi yapışmaya başladığı iddia edilen bir örgüt, totaliter bir ideoloji, paranoyak bir söylem (“darbe oluyor”, “Hrant Dink cinayeti aslında AKP’yi hedef alıyor” gibi...) faşist devlet biçiminin (Hem Dimitrov’un, hem Troçki’nin hem de Adorno’nun saptamaları bağlamında) bileşenlerini anımsatan özelliklere işaret ediyor.

Öbür taraftan, nispeten hala serbestçe yaşanan genel seçimler, medyada görülen göreli ve koşullu da olsa, daralmakta da olsa muhalefet, toplumsal muhalefetin, haklar mücadelelerinin, Kürt siyasi hareketinin çalışmalarının hala, giderek artan sıklıkta devlet şiddetiyle karşılaşıyor olsa da, açık olarak sürdürülebiliyor olması, bu devletin klasik faşist devletle anlamında, bir “totaliter” yapıyı henüz kuramamış olduğunu düşündürüyor. Bu anlamda gelişmeleri  hala “rejim” bağlamında da düşünmek olanaklı olabiliyor. O zaman hangi devlet biçimine ait bir rejim? Sorusu da gündeme geliyor

Sonuç olarak, devlet konusunu, tartışmaya ve araştırmaya, yeniden tartışmaya devam etmek gerekiyor.

------------------

Kapitalist devlet üzerine kısa notlar

I

Çok uzun bir aradan sonra, Türkiye komünist hareketi yeniden devlet ve rejim konularını tartışıyor. Aydemir Güler’in Komünist’in 6 Aralık sayısında yayımlanan “İkinci Cumhuriyet’e Geçiş: Öznel bir saptama mı?” başlıklı yazısı bu alanda önemli bir katkı oluşturuyor. Bu gerçekten sevindirici. 

“Devlet” kavramı etrafındaki teorik tartışmaların ortadan çekilmiş olması, AKP’nin yükseliş sürecinde içine düşülen vahim hataların, boş beklentilerin oluşmasında, önemli bir role sahip. 

Örneğin, kimi “solcular”, modern komünizmin tarihinin devlet üzerine zengin teorik birikiminden yararlanmak yerine, kültür endüstrisinde üretilen kanaatlerle hareket etmeyi seçmeselerdi, AKP Hükümeti’nden, (devlet olarak nitelenen “şey”in özelliklerini düşünmeye zahmet etmeden) haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında bir “demokratikleşme”, “Kürt sorunu” konusunda bir “çözüm” beklemez, “Evet ama yetmez” saçmalığıyla ortalığa atlamaz, bu beklentilerle bizzat AKP hükümetinin, onu taşıyan siyasi hareketin yükselmesine katkıda bulunan “yararlı salaklar” konumuna düşmezlerdi. 

Bu tür saçmalıkların yeniden sol içinde ortay çıkmasını engellemek, daha çıkarken tanıyarak, yerli yerine (kapitalist sınıfın yanına) koyabilmek için devlet kavramıyla ilgili teorik tartışmaları canlandırmak ve hızlandırmak gerekiyor.

 

II

Genel olarak kapitalist devletin özellikleri, Marksist devlet teorisi, özel olarak da Türkiye’deki devletin “Tipi”, “Biçimi”, “Rejimin niteliği”, Türkiye komünist hareketinin (tüm akımlarıyla birlikte) en kitlesel, en umutlu, en örgütlü, yaygın ilişkilere ve toplumda en geniş etkiye sahip olduğu 1970’lerde, en çok tartışılan, üzerinde en çok deneme yazılan alanlardan biriydi. 

Dahası bu tartışmalar, komünist hareketin kadrolarının teorik merakından, salt Marksizm’i geliştirme kaygılarından kaynaklanmıyordu. Bu hareket, neredeyse bütünüyle, siyasi (iktidara talip olma anlamında) faaliyetini inşa ederken, devlet üzerine yaptığı saptamalardan çok büyük ölçüde yararlanıyor, hatta, bu faaliyetinin en önemli özelliklerini, hedefini, bu saptamalardan çıkarsıyordu. Bu öyle ciddi, önemli, kararlı bir ilgiydi ki, “devlet”in niteliğiyle ilgili olarak  geliştirilen, “oligarşik diktatörlük”, “tırmanan faşizm”, “açık/gizli faşizm”, “faşist diktatörlük, “siyasi gericilik” türünden çeşitli analizlerden hareketle ulaşılan kimi siyasi sonuçlar kimi zaman trajik durumlara yol açabiliyordu. 

O zaman komünist hareketin hemen tüm akımları, devletin doğasını esas olarak kavramış, eski bir deyişle devletle, iktidarla, gerçekten karşı karşıya gelindiğinde, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” uyarısındaki ikilemle de karşı karşıya kalınacağı gerçeğini daha baştan kabul etmişlerdi. Bu konuda ne kadar haklı ve gerçekçi olduklarını, 12 Mart Darbesi’nde, “1977 1 Mayısı”nda, sonra Maraş katliamında, nihayet 12 Eylül askeri darbesinde gördüler. Tüm bunlara karşın “devlet” tartışması 1980’lerde giderek devreden çıktı ve yerini, son derecede yüzeysel bir “post modern” sivil toplum- devlet ikilemi, salt  kaba kanaatlerden kaynaklanan demokratikleşme umudu aldı. Liberal demokrasinin tarihiyle, demokrasiyle diktatörlük arasındaki akrabalıkla çok az kimse ilgileniyordu, devletler arası ilişkiler alanında, emperyalizm kavramı ortadan kaybolmuş, demokrasi ve devlet kavramları sorgulandığında imkansızlığı hemen kendini göstermeye başlayan bir “Demokratik devletler birbiriyle savaşmaz” savına dayanan bir fantezi dünyasında yaşamaya başlamıştık.

Geride bıraktığımız 10 yıl içinde, yaşamın pratiği bu teori taklidi yapan fantezinin mistiğini ortadan kaldırdı, onu tüm çıplaklığıyla “bir fantezi olarak” gözler önüne serdi. Mali krizle birlikte “sağ” devletin önemini yeniden keşfeder (var olan biçimler artık istenen sonuçları vermediğinden) liberal demokrasiye alternatifler arar, aslında çoktan şekillenmeye başlamış biçimlerin teorisini yapmaya,  geliştirmeye çalışırken, komünistlerin de devlet konusuna, 1970’lerdeki ciddiyetle dönmeye başlaması giderek büyük bir önem kazanıyor. 

Aydemir Güler’in yazısı işte bu açıdan bence önemli; üzerinde durmak, Aydemir’e yaklaşımını daha da geliştirmesine olanak verecek soruları sormak, eleştirileri yöneltmek, bu sırada paralel ya da varsa karşıt çalışmaları da hızlandırmak gerekiyor.

 

III

Aydemir Güler’in “Birinci Cumhuriyetin yıkılışı, ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşu” değerlendirmesiyle gündeme getirdiği, devlete ilişkin önemli bir “değişikliğe” işaret eden saptamasına katılıyorum. Bence Aydemir’in bir önceki Cumhuriyete geri dönmenin olanaksızlığına, bunu ayakta tutan sınıfların ve sınıflar koalisyonunun (iktidar bloku?) dağılmış olmasına yaptığı vurgu da  çok yerinde. Aydemir “Birinci ile İkinci Cumhuriyet arasındaki farkın en önemli boyutu, komünist hareketin strateji güncellemelerinde ve somut açılımlarında ortaya konabilir” derken de devlet tartışmalarının en önemli özelliğine “radikal siyasi çekirdeğine” işaret etmiş oluyor.  Tüm bu saptamalarımdan sonra ben de “tartışma sürmelidir” çağrısına katılıyor, bu anlamda “etik bir sorumluluk” olarak cevap vermek (diyaloga girmek anlamında) gerektiğini düşünüyorum.

 

IV

Bu çağrıya cevap verirken, kendime “nereden başlamalı” diye sorunca “başından başlamalı” diye düşündüm. Şöyle: Önce genel olarak Kapitalist devlet üzerine, Komünist/Anarşist hareketin geleneği, “eleştirel teori” denen daha geniş bir alanın ürünleri içinden kazandığımı düşündüğüm saptamalarımı aktaracağım. Aşağıda, özetleyeceğim yaklaşımı ve değerlendirmeyi kolaylaştırmak için, alıntı yapmak yerine, bana kritik noktalarda esin kaynağı olan kimi yazarların adlarını anmak istiyorum.

Benim açımdan, devlet üzerine düşünme sürecimin başlangıcında, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Kapital, Cilt III’de XLVII. bölüm, II. Alt bölümdeki “egemenliğin ve bağımlılığın dolayısıyla devletin özgün biçimi” üzerine olan paragraf, Lenin’in Devlet ve Devrim, (ama benim için) daha da önemli olan Devlet Defteri(Mavi defter) oluşturuyor. Ondan sonra Antonio Gramsci, 1970’lerde devlet tartışmalarının en canlı döneminde, kapitalist devlet tipini, sermaye ilişkisinden türetmeyi deneyen “Alman Okulu” nun katkıları, tabii Poulantzas geliyor. 

Bundan sonra benim de  konuyla ilgili okumalarımda (SSCB’de ki devlet tipi üzerine tartışmalar bir yana) 1990’ların sonuna kadar uzanan bir boşluk oluştu, ta David Harvey’in Kapitalist üretim tarzı altında mekanın üretimi üzerine yazdıklarını, özellikle 1985 tarihli “Kapitalizmin jeopolitiği” makalesini okuyana kadar. O makaleyi okuyunca, sermaye birikim rejimleri, düzenleme sistemleri üzerine Fransız “Düzenleme okulu”ndan öğrendiklerim, Foucault’un, iktidarla ilgili, nüfus kontrolü, disiplin ve cezalandırma üzerine tarihsel gözlemleri, “hakikat rejimi” gibi kavramları yeniden anlam kazanarak bir araya gelmeye başladı. Deleuze ve Guattari’nin, “kapitalist makine”, Lacan’ın “Reel” kavramları da devleti düşünme çabalarıma yardımcı oldu, olmaya da devam ediyorlar. 

Bu teorik haritayı daha fazla uzatmadan, belki son olarak Bob Jessop’un çalışmalarını da andıktan sonra devleti düşünme modelimi kısaca özetlemeye geçebilirim.

V

 

Hemen vurgulamak isterim ki ben kapitalist devleti ne bir araç ne de bir kurum olarak düşünmekten yana değilim. “Araç” bir pasiflik, eline geçirenin istediği gibi kullanabileceği bir nötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları, daha doğrusu, sınıf iktidarının kristalleştiği düğüm noktaları arasında oluşmuş bir örüntü (network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda, sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma” şekilleniyor.

Daha açılmış haliyle şöyle özetlemeyi deneyebilirim: Ben Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım.

Bu bağlamda, devletin politikalarıyla, reflekslerini, (a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürel yapılanmasının, personel kaynağının sınıfsal özelliklerinin, yönetim teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar,  (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli girdilerin özellikleri de belirleyecektir.

Bu girdileri, esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar ve reflekslere dönüşür. 

Girdiler - organizma (metabolize etme süreci) - siyasi çıktılar, bir sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de  gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.

VI

Son olarak devletin “varoluş” koşulları üzerine düşünür ve çalışırken ulaştığım kimi sonuçları paylaşmak istiyorum. Bu bölüme, “Devlet nedir?” gibi ilk anda  çok garip gelen bir soruya ilişkin bir anekdotla başlayacağım. Birkaç yıl önceydi ODTÜ’de bir uluslararası sempozyumdan sonra, misafirlerden bir kısmıyla,  daha dar bir toplantı, fikir alış verişi yapmak için bir araya geldik, Alex Callinicos, Kees Van der Pjil, Galip Yalman bir kaç başka akademisyenin yanı sıra bir grup doktora öğrencisi de vardı.  Emperyalizm, kriz, küreselleşme derken konu devlet kavramına doğru geldi, ben yıllardır beni rahatsız eden bir soruyu ortaya attım: Devlet nedir? Ne zaman devlete baksam ancak bir parçasını görüyorum. Tamamını neden göremiyorum? Tamam, polis devlettir, ama devlet polis değildir. Asker devlettir, mahkeme devlettir ama devlet ne mahkeme ne askerdir gibi... Bu bağlamda tamamını bir türlü görmediğim, deney alanım içine alamadığım, ama her zaman karşımda duran “şey” nedir? Bu soruyla, tam bir cevap bulamadan bir süre oyalandık. Son anda Kees, bana göre çok anlamlı, kafamı açan bir ifade kullandı. Kant’ın III. Kritik’te geliştirdiği “yüce” (sublime) kavramına atıfla, “state is a sublime object” (devlet yüce bir nesnedir) dedi. 

Gerçekten de, devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız”. Bu da bizde devlete karşı korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.

Gerçekten de devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur. 

Bu varsayım (toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin basıncıyla, ya da bir dış travmayla(işgal gibi) tümüyle dağılabilir.

Devlet bu parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan, varlık, varoluş ve görüntü kategorilerinden hareketle düşünmeye devam edebiliriz. 

Bu noktada Platon’un “mağara” metaforunun materyalist bir okuması bize yardımcı olabilir. Bu “metaforda” üç unsur ve düzey var, biri mağaranın dışında var olan ve içindekilerce bilgisine doğrudan ulaşılamayan “şey” (Formlar). İkincisi, içerde mağaranın duvarına yansıyan, içerdekilerin yaşam dünyasına, deney alanına girengölgeler. Üçüncüsü,  bu gölgelerin, içerdekilerin bu gölgeleri kavramasına olanak veren görüntüleri (şekilleri).

Devleti oluşturan, tüm parçaları birleştiren örüntüyü, mağaranın dışındaki (bütünlüklü olarak kavranamayan şey) “varlık” kavramıyla betimler, mağaranın dışındakini, devletin tümüyle var olma halini, ontolojik düzey olarak kabul edebiliriz.  

Devletin bu varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde),deney alanımıza giren parçalarını (mağaranın duvarındaki gölgeler) “varlığın” (ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali” varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu “varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntü kavramından yaralanabiliriz. 

“Varoluş” durumunda bu varoluşun içeriğindeki bileşenlerin arasındaki göreli ilişkilerin denklemi bize, bir görüntüverecek, bu unsurların arasındaki ilişkiler değişince, “varoluş”un içeriği aynı kalmakla birlikte bu görüntü değişecektir.

Bu felsefi modeli devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’de  vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını, devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz. Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin, monarşist, “demokratik”, Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe, devletin biçimi sabit kalmak koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali değişmeye başlayacaktır...

Buna karşılık devletin biçimindeki değişiklik,  “egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün içine giren unsurların, kapsanan iktidar noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin olmalıdır. 

Özetle, devleti düşünürken, farklı soyutlama düzeylerini (varlık, varoluş- görüntü /kapitalist devlet, farklı biçimler ve rejimler gibi) göz önüne alarak düşünmek gerekecektir.

VII

Bu düşünceler üzerinden devam edersem, I. Cumhuriyetten, II. Cumhuriyete geçişin, hangi anlamda bir değişikliğe karşılık olduğu sorusu kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Devletin kapitalist devlet olmaya devam ettiği konusunda bir kuşkumuz sanırım olamaz. Geriye, bir biçimden öbürüne geçiş mi, yoksa biçim (varoluş özellikleri) aynı kalmak koşuluyla, görüntüde yaşanan (rejime ilişkin) bir değişiklik midir söz konusu olan? 

Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem,  salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu “öte”nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının, yaşam dünyamızdaki özeliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum.

 

------------

Devlet tartışmalarına katkı –I

Yasin Kaya, Ferda Koç ve Aydemir Güler gibi değerli dostların, devlet tartışmalarında, benim katkılarıma verdikleri tepkilere çok teşekkür ettiğimi belirterek başlamak istiyorum ([1]. Bu teşekkürü salt dostluğumuzu, aynı saflarda yer tuttuğumuzu vurgulamak için yapmadığımı söylemek isterim. Tabii ki  bu da bir etken ama, esas neden, dostların zaman ayırarak yaptıkları eleştiri ve uyarılardan, zaten bekliyor olduğumdan çok daha fazla yararlanmış olduğum içindir. 

Bu katkılardan iki açıdan yararlandım. Birincisi, benim de üzerinde düşünmeye, savunmaya devam etmekle birlikte zaaflarının da ayırdında olduğum noktaları yakalayarak, öncelikle yoğunlaşılması gereken noktalar konusunda karar vermemi kolaylaştırdılar. İkincisi, bu katkılar, daha önce önemlerinin tam olarak ayırdında olmadığım sorunları, akıl yürütmemdeki zaafları, alet çantamdaki eksikleri görmemi kolaylaştırdılar.

Umarım, bu katkılardan yararlanmış olma durumunun ürünlerini aşağıdaki yazıda sunmayı başarabilirim. Bu yazıda, öncelikle Yasin Kaya ve Ferda Koç’un uyarı, eleştiri ve saptamaları üzerinde duracağım. Bu yazının gelecek hafta “sol.org” sitesinde yayımlamayı planladığım ikinci kısmında da sevgili Aydemir’in yazısıyla “konuşmayı” deneyeceğim

-I-

Yasin Kaya’nın “Devlet üzerine: Ergin Yıldızoğlu'nun açtığı tartışmaya bir katkı denemesi ( sendika.org; 04 Şubat 2012) başlıklı yazısından başlarsam... 

Yasin’in, Devleti kaynağı kendinde bir rasyonalite ve eylem gücü barındıran bir “fail” olarak (antropomorfizm)  görülmemesi gerektiğine ilişkin saptaması gerçekten de çok yerinde bir uyarı. Bu “antropomorfizm” yalnızca devleti üren toplumsal ilişkilerin görülmesini zorlaştırmakla kalmıyor, devletin belli iktidar (karar alma) noktalarındaki insanların sorumluluklarını da saklamalarına yardım ediyor. Bu bağlamda aklıma, Büyük Marmara Depremi’den sonra  toplum içinde siyasilere yönelik eleştiriler yükselirken, Demirel’in “aman devleti yıpratmayalım” uyarısı geliyor. O zaman Cumhuriyet’te, “Bu hasarın bu kadar büyük olmasına yol açan kararları kim aldı?” diye sormuştum.  Bunları alan hükümetleri, bakanları biliyorduk. Devleti korumaya çalışır görünenlerin aslında kendilerini korumaya çalışıyorlardı.

Ancak devletin gerek bir organizma, gerekse de iktidar noktalarını birleştiren bir ağ olarak, “yapısal bir belirlenme altında” yaşadığına ilişkin uyarıları da göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum.

Kapitalist toplumda devlet yalnızca kapitalist ilişkileri yeniden üretir, Çünkü devlet bu ilişkilerin (isterseniz “siyasi alanda” notunu da ekleyebilirsiniz) bir “fenomenal formudur”.

Bu nedenle kapitalist devletin biçimini, rejimini, halkçı, emekten yana reformlar yoluyla değişmeye zorlamanın, bir mutlak, “varlığa” ilişkin, sınırı vardır. Bu sınırı da emek sermaye ilişkisinin yeniden üretim koşulları koyar. Reformların devam edebilmesi için bu çelişkinin çözülerek sınırın kaldırılması gerekir. Bu anlayışı,  Lenin’in “İki taktik” kitabında değindiği “sürekli devrim” kavramında, “Nisan Tezleri”nde, Troçki’nin “geçiş programı” kavramsallaştırılmasında,  son bir örnek olarak Küba Devrimi sürecine bakınca da, Castro ve  arkadaşlarının, bu sınırla karşı karşıya kalınca daha önce önlerine koymadıkları adımları atmaya başlamak zorunda kalmalarında görebiliriz.

Yasin’in “Devletin varlığı değişmez mi?” başlıklı bölümünde gündeme getirdiği kaygılar uyarılar da bence devleti düşünmeye yardımcı olacak yöndeydi. Örneğin, benim Platon/Eflatun’un materyalist bir okunmasından türetmeye çalıştığım kavramsallaştırmaya ilişkin uyarısı çok yerindeydi:

Yasin “bu üç soyutlama düzeyi arasında geçişler yaparken mekanik çıkarımlardan kaçınmamız gerekiyor. Yüksek soyutlama düzeyinde kavradığımız devletin varlığından, ampirik inceleme yapmaksızın, mantıki çıkarımlarla devletin varoluşuna ve buradan da görüntüsüne ulaşamayız” diyor. Ben “varlık-varoluş- görüntü” kavramlarını düşünme araçları (felsefi bağlamda) olarak kullanıyorum, bir modelin içindeki birinden diğerine geçilen düzeyler olarak değil.

Şöyle örnekleyebilirim sanıyorum: Günlük yaşamda polisin işçilere halka karşı davranışında bir sertleşme, devletin bazı kesimlerinde keyfi, yasaları yok saymaya başlayan gelişmeler, ekonomi alanında, seçimden önce verilen sözlerin, seçimden sonra, bir IMF toplantısının ardından unutulması vb., gibi zamanda ve mekanda sabitleyebileceğimiz olguları soruşturmaya başlayınca, bu görüntülerden hareketle, yaşananları tanımlamaya “teorize” etmeye çabalarken “varoluş” özelliklerine ulaşmaya başlıyoruz. Bu noktada, düşünmeye devam edebilmek için “rejim” ve “devlet biçimi” kavramlarından yararlanabileceğimizi görebiliyoruz. Bu noktada karşımızda beliren olgularda ve ulaştığımız sonuçlarda bir sınıfsal ilişkinin “semptomları” olabileceğini düşündüren bir sapma (bias- “nalıncı keseri”) saptamaya başlıyoruz. Devletin tüm siyasi, ideolojik kültürel çıktıları, devleti topluma sunan söylem hep bu “sınıfsal ilişkiyi” saklama yönünde etki yapıyor. Bunu görmeye başladığımızda, Jacques Lacan’ın “Reel” olarak betimlediği şeyle, devletin “Reel”i ile karşı karşıya kaldığımızın da ayırdına varıyoruz. Bu “Reel”in, tanımı gereği kendini doğrudan değil de yarattığı etkilerde belli ettiğini düşünerek,  “bu devleti, zaman ve mekana ilişkin tüm özelliklerinden (Reel’in semptomlarından) soyutlarsak geride ne kalır?” sorusunu soruyoruz. 

Bu soruya cevap olarak da, karşımıza, Marx’ın Kapital III. Cilt’den aktardığım, doğrudan üreticilerle üretim araçlarının sahiplerinin arasındaki ilişkiye, karşılığı ödenmemiş artık emeğin  doğrudan üreticilerden alınış biçimine ilişkin saptamaları çıkıyor. Bu ilişkinin hem devletin varlığını düşünmeye ve hem de bu bağlamda farklı devletleri düşünmeye yardımcı olduğunu görüyoruz. 

Devletin “varlığı”nın bu bağlamda bizi iki mutlak sınırla karşı karşıta bıraktığını söyleyebiliriz. Birine yukarda değindim, reformlar süreci gelir, emek sermaye çelişkisine dayanır. İkincisi devletten kurtulmak için, Marx’ın vurguladığı ilişkiden kurtulmak gerekir; Ergo, devletten söz ettiğimiz sürece bu ilişkinin bir biçimde devam etmekte olduğunu da kabul etmiş oluruz.

Sonuç olarak “devletin varlığı değişmez mi?” sorusuna evet değişir diyerek cevap verebiliriz. Ancak Yasin’in önemli bir saptamasını daha göz ününe almamız gerekiyor. Yasin şöyle bir soruyla bu saptamayı gündeme getiriyor: 

“Birincisi, Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir? Geç kapitalistleşen ve bağımlı formasyonlarda böyle bir ayrışma gerçekleşmez mi (ya da farklı bir şekilde mi gerçekleşir?) İkincisi, Türkiye’de kapitalist devletin kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki rolü ne olmuştur bu rol nasıl dönüşmektedir? AKP döneminde özgür emek ilişkisinin üretiminin devletle ilişkisi nasıl değişmiş, devlet nasıl kapitalistleşmiştir?” 

Bu, devlet teorisinde çok önemli bir konuya işaret ediyor. Lenin bu konuya, el yordamıyla “yarı sömürge” kavramıyla yaklaşmaya başlıyordu. Devam etmedi. Mahir, karşımızda merkez ülkelerdekinden farklı bir devlet olduğunu düşünerek konuya emperyalizmin “içsel olgu” olması, “sömürge tipi faşizm”, “oligarşik devlet” kavramlarıyla yaklaştı ve önemli adımlar attı. Ferda Koç da aşağıda değineceğim yazısında bu konuya dikkat çekiyor. Bu saptamalara, henüz bu konuda yeterince çalışma yapılmamış olduğunu not ederek, şimdilik kaydıyla katılıyorum. Kees van der Pijl’in New Left Review dergisinin Temmuz/Ağustos 2011 sayısında yayımlanan “Arab Revolt and Nation-State Crisis” denemesinde geliştirilen “post colonial-state” kavramının da “araççı” bir renk içermekle birlikte çok yararlı olduğunu düşünüyorum. 

Pijl bu “post-colonial” devlete ilişkin, emperyalist denetimin vites kutusu olarak tanımladığı bir sürece dikkat çekiyor. Bu vites kutusunda, sınırlanmış bir demokrasiden açık diktatörlüğe kadar değişen çeşitli “dişliler” var.

Bu “post-colonial” devletin işlevi, toplumu ve ekonomiyi emperyalizme açık tutmak, devlet dışındaki halk sınıflarının taleplerini sınırlamaktır. Emperyalizm bu vites kutusuyla, devletin/rejimin biçimini (?) bir ucunda demokratik özellikler öbür ucunda açık diktatörlük olan bir aralıkta sürekli değiştirerek bu işlevi sürekli kılmaya çalışıyor. Bence düşünmeye yardımcı olan bir yaklaşım ama yeterli değil.

Yasin’in “analizimizi formalizme düşürmeyip, faşist devlet biçimini Weberyan bir ideal tip olarak görmemek. Faşizmi, kapitalizmin tarihsel gelişimindeki bir dönem olarak görmemiz, faşizmin kapitalizmin tarihselliğindeki özel yerini ufkumuzda tutmamız, yirminci yüzyıl başı kapitalizmi ile yirmi birinci yüzyıl başı kapitalizminin arasındaki farklılıkları gözden kaçırmamamız gerekiyor.” Uyarısı da önemli. 

Ancak buradan ileriye doğru adım atacaksak, şu sorular bizden cevap bekliyor diye düşünüyorum. Faşist devlet, “Nasyonal Sosyalist” devlet bir daha tekrarlanmayacak biçimler midir? Yoksa bu devletlerin evrensel özellikleri var mıdır? Bu evrensel özelliklerin hangilerini birlikte (bu “birliktelikte” işleyiş de tanımlanmak koşuluyla) varlığı bir başka zamanda bir başka devletin “faşist” olarak nitelenmesine izin verecektir. Yoksa, belki de Foti Benlisoy’un yazısında kullandığı gibi “Faşizm”  artık yalnızca bir rejim sorunu mudur?

Ben kendi hesabıma, tartışmaya, değiştirmeye açık olduğumu da vurgulayarak, “evrensel özelliklerin” (neler olduğunu bir başka yazıda tartışmak üzere)var olduğunu düşünüyorum. Bu özelliklerin devletin içindeki varlığının, Bob Jessop’un bir kavramını alırsak, “ekolojik egemenlik” (Ekolojik olarak egemen olanın kendini yeniden üretme kapasitesi, diğer unsurların kendilerini yeniden üretme kapasitesinden yüksektir. Ekolojik olarak egemen olanın diğer unsurların kendilerini üretme kapasitelerini olumsuz etkileme kapasitesi de, o unsurların benzer tarzda karşı yönde etkileme kapasitelerinden yüksektir) düzeyine ulaşmış olması halinde devletin Faşist bir özellik kazandığını savunabileceğimizi düşünüyorum.

-II-

Değerli dostum Ferda’nın yazısına geçerken, daha sonra hata yapmamak için hemen bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Yasin Kaya yazısında, bence esas olarak “akademik” bir söylem benimsemiş ve bunun kurallarına bağlı kalmış. Buna karşılık, Ferda’nın siyasi, daha doğrusu “militan” bir söylem benimsediğini ve bunun gereksinimlerine göre ilerlemiş olduğunu düşünüyorum. Olası bir yanlış anlamayı hemen burada önlemek için bu iki farklı söylemden birinin diğerine göre daha az ya da çok karmaşık, “derin”, “değerli”, “işlevsel” olup olmadığı gibi bir sorunun yanlış olacağını düşünüyorum. Fark yalnızca iki söylemin benimsediği metottan, “retorik” araçlardan kaynaklanıyor. Örneğin Yasin tartışmayı kendi sınırları içinde tutarken, Ferda, bu tartışmada ortaya çıkabilecek, çünkü benzer tartışmalarda daha önce ortaya çıktığını düşündüğü sonuçlara işaret ediyor.

Örneğin, “bu sorunun bir yanıtlanma şeklidir ve soldaki liberal ve bürokratik-devletçi yanılsamaların ortak hareket noktasını oluşturur. Bu yaklaşım tarzı, Türkiye devrimci sürecinin, Türkiye’nin burjuva devrimi süreci ile bir süreklilik halinde geliştiği yanılsamasıyla maluldür.” Saptamalarıyla bu tartışmayı hem eski bir tartışmaya hem de daha genel bir “devrim süreci tartışmasına” bağlıyor. Bunun “militan” söylem bağlamında tamamen meşru, hatta tartışmanın siyasi etkilerini de gözden kaçırmak istemeyen bir yazar açısından yerinde bir tutum olduğunu düşünüyorum. Ama tartışmayı, erkenden (prematüre bir noktada) sertleştirme dinamikleri taşıdığını da görüyorum.

Sanırım, Ferda “Türkiye sosyalist hareketinin AKP’nin yükselişi sürecindeki temel konumlarını değiştirmek zorunda kalması, Türkiye sosyalist hareketi açısından yararlı tartışmaları da beraberinde getirecek gibi görünüyor... Yıldızoğlu’nun ilgi odağı haline getirmeye çalıştığı bu tartışmanın Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından yararı su götürmez” saptamasından sonra yaptığı uyarı da,  dikkatlerin mutlaka tartışmanın siyasi sonuçlarına odaklanmasına, bir an önce siyasi sonuçlar üretmeye başlamasına ilişkin bir arzudan kaynaklanıyor: 

Devletin AKP iktidarında somutlaşan ‘dönüşümü’nü anlama çabamız, AKP iktidarına (tabii ki bu iktidarın temsil ve ifade ettiği egemenlik ve sömürü ilişkilerine) karşı somut siyasi mücadelenin doğru ve devrimci yolunu önerme amacını taşımalıdır. Aksi takdirde kendimizi sözcüğün kötü anlamıyla bitmez tükenmez bir “felsefi” tartışmanın içinde buluruz.”  

Farda’nın bu uyarısının göz önüne alınması gerektiğine inanıyorum. Ancak uzun bir aradan sonra başlayan bir tartışmada, ilerlerken ister istemez kimi “felsefi” tartışmaların içinden geçmek de sanırım kaçınılmaz oluyor. Bu saptamayı yaparken üç gerekçeye işaret edebilirim. Birincisi, kapsamlı, siyasi sonuçlar üreten “ağır” devlet tartışmalarının en son yapıldığı dönemin, eğer yanılmıyorsam 1970’lerin ortası olduğunu söyleyebilirim. Bugün karşımızda 1970’lerin kuşağından, pratik ve teorik formasyonu, klasiklere aşinalığı açısından çok farklı bir kuşak var. İkincisi, o zamandan bu yana gerek kapitalizmin örgütlenmesinde (post fordizm), egemen ideolojinin işleyişinde (Boltanski ve Chiapello), zaman zaman “küreselleşme”, “imparatorluk” gibi  kavramlarla ifade edilen, teknolojik gelişmelerle desteklenen ve şekillendirilen, “gösteri toplumu” (Guy Debord) “ağ toplumu” (Manuel Catsell, Hardt vb.) “kontrol toplumu” (Gilles Deleuze) gibi kavramlarla da ifade edilmeye çalışılan önemli süreçler ortaya çıktı. Emperyalizm tartışmalarında, kapitalizmin “mekan düzenleme”  dinamiklerine ilişkin anlayışımızda David Harvey’in katkıları sayesinde önemli gelişmeler oldu. Üçüncüsü, AKP özelinde yaşanan sürecin, dünyanın başka yerlerinde yaşanan “Siyasal İslam”ın “Pasif Devrim” süreciyle, bu süreci emperyalizmin bölge dinamikleriyle bir “simbiyotik” ilişki içinde birleştirmeye çalışan kimi önemli benzerlikler taşıdığını düşündüren gözlemler yapmak da olanaklı. 

Bu bağlamda,  kendimizi Ferda’nın uyarısının çapasına bağlayarak, ilerlemeye çalışmaktan başla çaremiz yok gibi geliyor bana. Belki şunu da ekleyebiliriz. Devlet tartışmalarında, esas amacımız, devletin adını koymak, sonra bu betimlemeden siyasi görevler çıkartmak olamaz. Bu düpedüz, sözcüğün tarihsel anlamında “skolastik” bir tutum olur.

Bence esas anlamlı olan, devlet tartışmalarında, devletin adına ulaşmak değil, bu ada ulaşmaya giden yolda, devleti düşünmemize yardımcı olacak kavramsal alet çantasını ve bu aletleri kullanma bilgisini üretebilmektir. Yakında kaybettiğimiz Angelopoulos’un Ulysses’in Bakışı filminden bir alıntı yapacak olursam,  devlet tartışmalarında “önemli olan varılacak yer değil yolculuğun bizzat kendisidir”... diye düşünüyorum.

Yeniden devlet tartışmalarında Ferda’nın yaptığı uyarılara dönersem, teorik olarak önemli gelişmeler vaat eden bir saptamasını aktarmak isterim:

“AKP iktidarı vasıtasıyla ‘dönüştürülen’ devlet, 2. Dünya Savaşı’nın ardından inşa edilen yeni-sömürge devletidir. Yıldızoğlu’nun kavramsal avadanlığını kullanacak olursam, dönüşüme konu olan varoluş, “yeni sömürgesel devlet”tir (neo-colonial state). Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir. Burjuva devletin bu “sömürgesel segmenti”, yeni sömürgecilik ilişkilerinin siyasi üstyapısını tanımlar ki, bu siyasi üstyapı 1970’lerden bu yana “sömürge tipi faşizm” olarak tanımlanmıştır.”

Bu saptamada, bence verimli tartışmaların yolunu açabilecek olan en önemli tanımlama şudur: “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.”  

Bu segment tanımlaması, bizi (a) “Kapitalizmin dünya sistemi halinde örgütlenmesinin, zorunlu olarak, merkez devletin yapılanmasının bir uzantısı olarak var olan bir “quasi-devlet” (yarı devlet) biçimi mi yaratmıştır?”; (b) Kapitalizmin dünya sistemi olarak örgütlenmesi, tüm devletleri yeniden şekillendirirken, bağımsız ekonomik mekanı, organik varlığı (göreli otonomisi) olmayan, salt bir üstyapı yapıntısı olarak şekillenmiş  ama tam anlamıyla devletleşemeden kalmış bir parazit  “güç odakları ilişkileri ağı” mı yaratmıştır?

Buradan iki yönde ilerleyebiliriz sanırım. Birincisi, bu “segment” (quasi) devlet saptaması şöyle bir düşünce sürecini harekete geçirebilir: Karşımızda, yeniden üretim süreçleri açısından gerekli girdi ve ideolojiler bağlamında, kendi coğrafyasının tarihsel kültürel dinamiklerine değil, kapitalist dünya sisteminin hegemonya ilişkilerine bağlı bir siyasi “yapıntı” (ağ, ya da organizma) OLABİLİR. Gerçekten de bu yönde benimsenen ekonomik modellerden, transfer edilen kadrolardan, mali kaynaklardan, tüketim normlarından, felsefi kültürel “moda”lardan, hatta özneliklerin oluşmasında belirleyici rol oynayan özdeşleşme nesnelerinden (imajlardan ve “mem”lerden) kalkarak çok sayıda destekleyici veri bulmak olanaklıdır. Bu saptamalar, siyasi faaliyet açısından öncelikle seçilecek hedeflerin saptanmasında ve mücadelenin söyleminin kurulmasında, çok yararlı bir işlev üstlenebilir. Ne de olsa siyasi mücadele aslında insanların düşünce süreçleri üzerinde de süren bir mücadeledir. 

İkincisi, “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir ‘alt türü’ olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir”  saptaması, bizi karşımızdaki “quasi- segment” devleti, ulus devlet kategorileri dışında düşünmeye YÖNLENDİREBİLİR. Bu Ferda’nın, “Oysa Türkiye’de burjuva devrimi yarım kalmış ve yeni sömürgeciliğin “zaferi” ile bitmiştir!” saptamasıyla ve Yasin’in “ Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir” sorusunun önerdiği yönelimle de sanırım uyumlu olacaktır.  Ama bu yönelimler bizi, “ulus devlet paradigması” dışında bir yerde çalışmakta olduğumuzu düşünmeye de yönlendirecektir. Bu noktada, “ulusal bağımsızlık”, “anti emperyalizm”, “gelişme” gibi kavramlar, kapitalizmin ufkunun aşılması, “proletarya devrimi”, “komünist hipotezin uygulanmaya konması” dışında bir anlama sahip olmayacaktır. Bu saptamanın Kürt sorunu açısından anlamını da Kürt komünistleriyle ayrıca tartışmak gerekecektir.

Son olarak bitirirken Ferda’nın şu saptamasına ve izleyen uyarısına da katıldığımı vurgulamak isterim “ “AKP faşizmi” kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. Ama Türkiye’deki faşizmi AKP’ye ve AKP iktidarının dayandığı özel baskı, bağımlılık ve hegemonya yöntemlerine (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi vb.) indirgersek işte o zaman “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız bir demokratikleşme hedefine sıkıştırmış oluruz.” Bu saptama siyasi mücadelede propaganda ve ajitasyonda, abartmanın meşru hatta gerekli olduğuna ilişkin saptamalarla uyumludur: Bu söylemde “AKP Faşizmi” teorik bir saptama değil, bir itiraz, uyarı, hatta direniş çağrısıdır. 

Bu uyarıdan hareketle de, çok özel bir devlet “biçimiyle” (segment – quasi devlet vb.,) onun belli bir zaman ve mekanda, aldığı görüntüyü (rejimi?) birbirine karıştırmamak, emperyalizmin ve sınıf iktidarının kapitalist niteliğini, “ulus devlet paradigması” dışında çalıştığımızı unutmamak gerekmektedir.

 

Devlet tartışmalarına katkı –II

Aydemir Güler’in Komünist dergisinde, AKP döneminde yeni bir Cumhuriyet’e geçildiğine dikkat çeken önemli bir yazısı yayımlanmıştı. Ben, bu yazıyı okurken, oluşan izlenimlerim üzerinden, Aydemir’le bir diyaloga girmeyi denemek için, “Kapitalist devlet üzerine kısa notlar” başlıklı bir deneme yazmıştım. Sevgili Aydemir zaman ayırarak, hem konuyu biraz daha açan hem de tartışmaların yoğunlaşması gereken noktaları işaret eden bir cevapla bu diyalog çağrısına katıldı.

Aydemir, “II. Cumhuriyet ve Devlet üstüne” başlıklı yazısına benim ““Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu 'öte'nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının yaşam dünyamızdaki özelliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum,” saptamama karşılık, “Bir üstyapı öğesi olarak devleti kuşatan temellere, en başta iktisadi ilişkilere”, “Bunların geçtiğimiz süreçte yaşadığı değişime” vurgu yaparak başlıyor. 

Aydemir, böylece, devleti düşünürken, işe öncelikle kapitalizmin örgütlenme biçimlerinden (sermaye birikim rejimi ve düzenleme sistemleri vb.,)  başlamak gerektiğini, bu bağlamda, neo-liberalizmin “devletin parçası olarak yapılandırılmış geniş bir ekonomik alanı kapitalist piyasalar olarak” örgütlemiş olmasını vurguluyor. Bunu yaparken dikkati, metalaştırarak, piyasa ve kar mantığı altına alma sürecinin su, sağlık, eğitim gibi alanları da kapsamaya başladığına dikkat çekiyor. Aydemir’in işaret etiği yöne bakarken, Dünya Ticaret Örgütü Doha Raundu‘nu çıkmaza sokan TRIPS tartışmalarını, tüm yaşam biçimlerini, gen kaynaklarını, kodlarını, geleneksel, yerel bilgi biçimlerini patent yasası altına alarak metalaştırma çabalarını anımsıyoruz. 

Bu noktada durup, neo-liberalizmin[[i]] devlet tartışmaları alanında da büyük öneme sahip olması gereken bir yeniliğini vurgulayabiliriz. Bu yenilik, bizzat işgücünün salt beslenme ve barınma pratiklerinin ötesinde, sağlık ve eğitim gibi, insanlar arası doğrudan ilişkilere dayanan (duygulanımsal- affective- emek biçimlerini) “yeniden üretim”  alanlarının, yaşamın biyolojik bileşenlerinin metalaştırılarak, sermaye birikim sürecinin disiplinine, dolayısıyla bu disiplinin uygulanması, cezalandırılması süreçlerine açılmasıdır. Bu yeniliğin yeni “sınıf şekillenmeleri” ve mücadelesi alanları açmaya başladığını da görmemiz gerekir. 

Aydemir, geleneksel olarak devletin tekelinde bulunan şiddet, imha araçlarının özelleştirilmesine, özel güvenlik örgütlenmelerinin, paralı askerlerin (şavaş şirketlerinin) oluşmaya başlamasına da dikkat çekerek,[[ii]] devlet ve sermaye ilişkilerinin, dolayısıyla ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımın da  hızla bulanıklaşmaya başladığını düşündürüyor.

Bu yönde düşünmeye başlamanın neo-liberalizmin devletini konuşurken çok yararlı, yeni ve siyasi etkinlikler (propaganda, örgütlenme) açısından  önemli, sonuçlar doğurabilecek tartışma alanları açabileceğine inanıyorum.

Örneğin, geride kalan 30-35 yıl boyunca, neo-liberalizmin altında, sermayenin geçirdiği evrime bakınca onu, mallar ve hizmetler üreten bir şey (gerek ilişki, gerek nesne) olarak, üstyapı denen şeyin bileşenlerinden kopuk, onlardan farklı bir düzeye ait bir şey olarak düşünebilmenin gittikçe daha da zorlaşmış olduğunu görebiliyoruz. 

Bugün gelinen nokta, sermayenin artık yalnızca mallar, hizmetler üretmediğini, artık, fikirler, inançlar, algılar ve zevkler gibi geleneksel olarak “üstyapı”ya ait olduğu varsayılan şeylerin üretimini de gittikçe artan oranlarda sermaye birikim sürecinin içine aldığını görüyoruz. Böylelikle, gittikçe artan sayıda metayı ait oldukları  “yaşam tarzından”, “alt kültürden” soyutlayarak, simgesel olarak taşıdıkları mutluluk, haz vaatlerinden ayrıca, salt “işlevine” bakarak düşünmek olanaksızlaşıyor. Gerçekten de, “tüketici kültürü” tartışmalarında, “Fordizm”in işlevsel tüketici biçiminin, post-Fordizm (neo-liberalizm) döneminde yerini hazlara dayalı (hedonist) tüketici biçimlerine bıraktığına ilişkin savlar tam da bu evrime bakarak  ortaya sürülmüyor mu? Tüm bunlardan hareketle salt fiziki ürünler üreten, hizmetler sunan emeğin yanı sıra, bilgi, haz, duygulanım (affect) üreten bir emek kategorisinin, onun üzerinde yaşayan kesimlerin de sermaye birikim ve sınıf mücadelesi süreçlerinin içinde önemli (yaygın, egemen demiyorum) bir yer elde etmeye başladığını söyleyemez miyiz? Bu süreci de, bilgi işlem, haberleşme teknolojilerindeki gelişmelerle, ağa bağlı etkinliklerin yaygınlaşmasıyla birlikte düşünmek de gerekmez mi?

Tüm bu gelişmelerin bir başka anlamı daha olabilir. Sermaye birikim süreci, sermayenin egemenliğinin sürmesi için gereken insanı (öznellikleri) üreten maddi zemini (fabrika, piyasa ortamı) oluşturmakla kalmıyor, artık bu insanı üretmekle yükümlü “üstyapı” kurumlarını, en geniş anlamıyla “kültürü” de kendi etkinlik alanı içine alıyor. 

Theodor Adorno’nun 1930’larda, Guy Debord’ın 1960’ların sonunda “kültürün” üretimine, bunun sanayileşmesiyle birlikte “yaşam dünyasında” sermayenin egemenlik biçimleri bağlamında, “merkez” (emperyalist vb.,) ülkelerde ortaya çıktığını saptadıkları gelişmelerin, bugün neo-liberalizmin egemenliği altındaki tüm coğrafyaları etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. 

Bu uzun virajdan sonra, devlet konusuna dönersek, daha ilk yazımda vurguladığım “Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım” saptamasında [[iii]], bir gerçeklik payı varsa, devletle sermaye arasındaki ilişkilerde iki yönlü bir değişim olduğunu sanırım görebiliriz.

Birincisi, sermaye ilişkisi (ekonomi) yaşamı üreten, disiplin altına alan, cezalandıran toplumsal ağlara daha derinlemesine nüfuz ettikçe, devlet yapısının (ilişkisinin) gittikçe artan oranda doğrudan içine girmekte, onun parçası olmaktadır.

Sermaye, düşüncelerin, arzuların ve öznelliklerin maddi üretimi süreçlerini kendi etkinliğine kattıkça devletin etkinlikleri, ilişkileri ve ağları da bu noktalardan sermaye ilişkisinin içine nüfuz etmeye başlamaktadır. Bunu en kısa yönden bir taraftan, devlete giren kadroları, devletin iç yaşamının tutarlılığını sağlamaya çalışan ideolojileri, finansal, teknolojik kaynakları elde etme koşullarını; diğer taraftan, uyguladığı şiddeti, disiplini ve cezalandırma süreçlerini topluma anlatma işlemlerini  düşünerek gözümüzde canlandırmayı deneyebiliriz. 

Bu gelişmelerin, komünist siyasi çalışma açısından tam olarak ne sonuçlar yaratmakta olduğunu ben henüz, “hah işte bu” diyecek  düzeyde kavradığımı söyleyemiyorum. Ama kavradığım kadarıyla bu alanda bizi çok önemli tartışmaların, bu tartışmalardan doğacak yaratıcı  çalışma faaliyetlerinin beklediğini düşünüyorum.

Buraya kadar konuştuklarım üzerinden I. ve II. Cumhuriyet arasında, bence en önemli fark olarak gördüğüm gelişmeleri bir kez daha sunmak istiyorum.

Neo-liberal dönemde, devlet–ekonomi alanlarının aralarındaki ilişkinin karşılıklı “bağımsızlığını” kaybetmeye başladığını yukarda vurguladım. Hatta, hayal gücümüzü zorlarsak, “sadaka toplumu” kavramını, devasa küresel şirket yapılarını, bu şirketler arasındaki ve içindeki bağımlılık ilişkilerini göz ününe alarak, karşımıza adeta “feodal” yapılara benzer garipliklerin de çıktığını düşünmemize olanak verecek bir yapılanmaya işaret de etmiş oldum. 

Hayal gücünü bu yönde zorlamanın henüz erken olduğunu kabul etmekle birlikte, ABD’de muhafazakar yayınlarda, “liberal ekonominin yaşaması için demokrasiye gerek yok, zaten genel seçimler, liberal hakları tehlikeye sokuyor” gibisinden tartışmaları izledikçe, bu konunun da bir gün tartışma alanımıza girebileceğini düşünüyorum.

“II. Cumhuriyet” kavramı ilk kez, liberaller tarafından, neo-liberalizme ve post-modernizme paralel olarak ortaya atıldığında, hepimizin sinirine dokunan bir, Aydınlanma (laiklik) düşmanı, “ulusal proje” düşmanı ve Türkiye komünist hareketinin geleneğinden adeta nefret eden, onu aşağılayan, unutturmaya çalışan bir yaklaşımla karşılaşıyorduk. Bu “II. Cumhuriyet”, o zaman son derecede gerici bir arzuyu dile getiriyordu; bizler de şiddetle, eleştiriyor ve arkasındaki mantığa karşı çıkıyorduk.

Aydemir’in işaret ettiği gibi neo-liberalizmin zaferi, bu zaferin benim yukarıda vurgulamaya çalıştığım “kültürel” boyutu, devlet üzerindeki etkileri, liberallerin “II. Cumhuriyet” ile arzuladıklarına benzer, ama aynı anda ona taban tabana zıt bir oluşumu, Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı dönüşümü yarattı. 

Aydemir’in II. Cumhuriyet’i, liberallerin hayal ettikleri “II. Cumhuriyet”ten haklar ve özgürlükler açısından 180 derecede farklı bir olgu oldu. 

Liberallerinki, demokrasi özgürlük vaat eden bir fanteziydi. Aydemir’inkiyse yaşamın her alanına gittikçe daha derinlemesine nüfuz eden, müdahale eden, bunu yaparken de, yüzde 50’lere ulaşan bir seçmen desteğini korumaya devam eden, kabus kıvamında bir gerçek!... Tam da Lacan’ın işaret ettiği gibi, “fantezi”, gerçeklemeye başladığında hızla müstehcen bir özellik kazanmış, bir kabusa dönüşmüştü. 

Aydemir’in “II. Cumhuriyet” olarak tanımladığı olgunun, bence ayırıcı öneme sahip üç özelliğine vurgu yaparak bu yazımı bitirmeye çalışacağım.

Birincisi, bu devlette, kapitalist devletin en önemli, onu feodal devletten ayıran bir özelliğinin hızla kaybolmakta olmasına şahit oluyoruz diye düşünüyorum. 

Kapitalist devlette “kralın iki bedeni” vardır. Biri “maddi” bedeni, ikincisiyse “manevi” bedeni. Devlet işlerinde bu ikisi asla birbirine karışmaz, daha doğrusu, karışmıyor görüntüsünün korunmasına büyük önem verilir. Örneğin, “kral/yönetici”nin manevi bedeninin etkinliklerinden (devlet işlerinden) fiziki bedeni maddi çıkar sağlayamaz, bu onun yakın çevresini ailesini de kapsar.

İkincisi, Kapitalist devlet, bu ayrımdan hareketler, “kişi özeli” (mahremiyeti) olarak tanımlanan bir alanın varlığını kabul eder. Dahası bu alanı korumayı üstlenir.  Disiplin ve cezalandırma süreçleri, nüfus, beden kontrol (diğer bir değişle “biyopolitik”) rejimleri bu varsayımı veri olarak almaya devam ederler. Çünkü kapitalist devletin doğuşu bir taraftan ulus devletin oluşma sürecidir. Öbür taraftan, dini etnik cemaatler fikrinin aşılarak, devletten ve bu cemaatlerden bağımsız “otonom vatandaşın” (burjuva/liberal özgürlükler anlamında, “özgür birey”in) en azından arzulanan bir ideal olarak oluşmasının da sürecidir.

Üçüncüsü, kapitalist devlet, işleyiş kültürü, ideolojisi, taşıyan kadroların öznellikleri açısından, “Aydınlanma Olayı’na” ve “Ulusal Projeye” sadakat üzerinde durur. Yukarda  değindiğim iki özelliğin var olabilmesi için bu iki sadakat  sine qua non koşuldur.

Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı olguya gelene kadar, 1923’den 1980’e kadar güçlü bir biçimde, 1980- 2000’lerin başına kadar da giderek zayıflayan bir oranda Kapitalist devletin bu üç özelliğinin, ülke koşullarına, tarihsel temele de uygun bir söylemle muhafaza edildiğini, iki sadakatin korunduğunu, korunmaya çalışıldığını, korunduğuna ilişkin bir görüntünün korunduğunu görüyoruz. 

AKP hükümetinin, özellikle II. Döneminde, yukarda değindiğim bu üç özelliğin hızla, “cemaat” ruhunun ve cemaat olarak adlandırılan  ne olduğu belirsiz bir yapının devlete ortak olmasına olanak verecek düzeyde terkedildiğini, bu terk etme sürecinin, “dindar gençlik” yaratacağız vaadinin yanı sıra, “iki sadakate” ilişkin izleri de silmeyi hedef alan etkinliklerle birlikte ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz.

****

Bu tartışmalardan ben şunları öğrendiğimi düşünüyorum. Birincisi, eleştiriler, yorumlamalar ve cevap bağlamında açıklamalar bana, başlangıçta düşünmediğim konuları da tartışma kapsamı içine almaya başlama şansı verdi. Bu anlamda  arkadaşlara borçlu olduğumu, şükranla kabul ediyorum, İkincisi, devlet konusunu birlikte konuştuğumuz hemen herkes, AKP döneminde gerek devletin biçiminde gerekse de  rejiminde önemli değişiklikler yaşandığını kabul ediyor. 

Farklı geleneklerden gelenlerin, bu değişimleri farklı söylemlerle ifade etmeleri bence son derecede anlaşılabilir bir durumdur. Yaşadığımız onca deneyden ve teorik gelişmeden, yalanan mürekkepten sonra, artık kim komünist hareketin tek sesli ve tek bir gelenek üzerinde kurulması gerektiğini savunabilir ki. Önemli olan farklı geleneklerin birbirleriyle konuşmaya devam etmesi, birbirlerinin dilinden, söyleminden, bu söylemle dile getirilen birikiminden yaralanmaya çalışmasıdır. Komünist hareketin tarihi birikimi, tek bir ülkenin tek bir geleneğini, hayal bile edilemeyecek bir zenginlikle aşmaktadır. Bu zenginlikten yararlanmadan, buna burun kıvırarak ilerlemeye çalışmanın, ne mantıksal ne de ahlaksal bir zemini olduğunu düşünüyorum.

Bu nedenle, bu yazımı, tartışmalarımızın, devlete farklı geleneklerden gelerek koyduğumuz isimlerin üzerinden değil, bu isimlere bizi götüren olguların ve bunlardan çıkarılabilecek, pratik siyasi sonuçların üzerinden sürmesini dileyerek bitiyorum.  

 

Totalitarizm’in bugünü ve yarını

Türkçe’de “Totalitarizm” diye bir kavram var mı emin değilim. Aslında bu yazının başlığı da “Ahlaksızlık, Kaygı, Korku eşittir Kapitalizm” olacaktı. Ancak yazıya hazırlanırken, gözümün önünde, başlangıçta varsaydığımdan çok daha karanlık  bir toplum görüntüsü oluşmaya başlayınca, aklıma da “Totalitarianism” kavramı geldi. “Totalitarizm” kavramını da buradan türettim.

 Bu yazının temel savı çok basit: “Yaşam Dünya”mızın hemen her  köşesi, hatta hücresi metalaştırılarak piyasa ilişkilerinin, azami kar ilkesinin (ve ahlakının) egemenliği altına girerken, totaliter bir siyasi model sermaye egemenliğini koruyabilmek için tek ve kaçınılmaz  yol oluyor. Bu açıdan bakınca bu yazının başlığı “komünizmin güncelliği”, ya da “tek yol komünizm”, hatta “tek umut komünizmde” de olabilirdi...

 “Peygamberin ikinci gelişi”

İlk bakışta, “bugünün tarihi”nin başlangıç noktasını 1979-1980 arlığına, Reagan-Volcker- Thatcher “restorasyonu”nun başladığı noktaya koyabilirsek de, bence 1989-91 aralığını, SSCB’nin çöküşü “olayı”nı   esas başlangıç noktası olarak almak daha doğru olacaktır.

Bu “olay”ın, anlamı üzerine tartışmalar komünist hareket içinde sürmeye devam ediyor. Hala bu bağlamda Alain Badiou’nun  deyimiyle, karşımızda  aydınlatılmayı bekleyen bir “karanlık felaket” var. Bizim tarafta durum böyleyken, kapitalist sınıflar ve entelektüelleri açısından “olay”  neredeyse “peygamberin ikinci gelişi” gelişi olarak büyük bir sevinçle karşılandı.

Üstelik “peygamberin ikinci gelişi” adeta anlamını kesinleştirmek istercesine aynı anda iki kez gerçekleşiyordu. Birincisi peygamber, ilk çarmıha gerildiği yere geri geliyor, komünizm yerini kapitalizme bırakıyordu. İkincisi, bu geri geliş kapitalizmin tek rakipsiz ekonomik model olduğunu “kanıtlamanın” ötesinde, “tüm yaşam dünyasını” tüm dünyada sermayenin, dolayısıyla kapitalist sınıfın sınırsız kullanımına açan bir ideolojik egemenliği de yerleştiriyordu. Bu egemenlik de, finans oligarşisine, kapitalist orta sınıfın desteğini, bu sınıfa bağlı olarak entelektüellerin ve işçi aristokrasisinin sadakatini de beraberinde getiriyordu. Kapitalizm, artık adeta “vaat edilmiş topraklara” gelmiş “Yeni Kudüs”ü kurmaya başlamıştı. Tarih son durağındaydık...

Peygamberden söz açılınca şeytanı da anımsamamak elde mi? Özellikle “ne arzu ettiğine dikkat et bakarsın gerçekleşiverir” uyarısını? Gerçekten de kapitalizmin, serbest piyasa, refah ve özgürlük (tabii ki kapitalist özgürlükler), demokrasi (tabii ki liberal demokrasi) barış (demokrasiler savaşmaz)  dünyası vaadi, her fantezi gibi “gerçekleşmeye” başlayınca hızla tiksindirici, hatta müstehcen bir görüntü sergilemeye başladı.

Her şey satılık, bedenler, organlar ve çocuklar dahil...

Reagan ve Thatcher, piyasa mekanizmasına inançlarını, kapitalizme yönelik eleştirilere, “toplumsal çıkar” kavramına olan nefretlerini her fırsatta vurguladılar. Piyasa’nın insan yaşamını düzenlemenin, kıt kaynakları dağıtmanın tek yolu, bencil rekabetin gelişmenin tek motoru olduğunu savundular. Post modern “yararlı salaklar” kapitalizme yönelik eleştirileri “toplumsal mühendislik”, “totaliter eğilimler” olarak mahkum ederken, Thatcher “insanların anlayışlarını değiştirmekten, adeta Jidanov’cu “ruh mühendisliğinden” söz ediyordu. Ama piyasanın sınırsız egemenliği “esas ruh mühendisliği”, hem de Jidanov’un hayal bile edemeyeceği ölçekte ve derinlikte SSCB çöktükten, Batı Soğuk Savaşı “kazandıktan” sonra başladı. Artık her şey metalaşabilir, alınıp satılabilirdi. 

Piyasa ilişkileri “yaşam dünyasının”, geleneksel olarak insanlar arası dayanışma ve güvenlik ilişkileri, toplumsal çıkar alanları, olarak bilinen katmanlarına nüfuz etmeye, buraları metalaştırarak atomize etmeye başladı.  Hızla, sağlık, eğitim, kamu güvenliği, sosyal güvenlik, ulusal güvenlik, disiplin ve cezalandırma alanları, kurumları, çevre güvenliği,  emeklilik, türün üretilmesi, ve diğer toplumsal alanlar artık piyasa ilişkilerine içine çekilecekti. 

İnsan türünün, Platon ve Aristotales’ten bu yana cevap aradığı “iyi yaşam nasıl olmalıdır” sorusu da kaçınılmaz olarak bir kenara itildi. Toplumsal çıkar yoksa, bu konuyu düşünmeye de gerek yoktu. Ne toplumu ne de insanı daha da iyileştirmek için “yeniden yapmak” da söz konusu olamazdı.

Ahlakın ve vicdanın temel ilkelerine ulaşmaya olanak veren bu kavramlar ortadan kalkınca, en “iyi düzenleyici piyasaysa” her şeyin piyasa kurallarına tabi olması, “insanı ve toplumu yeniden yapma” hedefinin yerini “kar yapma” ilkesine bırakması kaçınılmazdı. Ahlak ve vicdan insani olmayan bir şeye tabi kılınırsa ortadan kaldırılmış olmayacak mıydı? Tabi ki olacaktı.

Artık paranın satın alamayacağı bir şey yoktu, daha doğrusu parası olan artık her istediğini satın alabilirdi. Sağlık bakımını, çocuğunun eğitimini, kişisel güvenliğini, hapse düşerse, artık özelleştirilmeye başlanan tutuk evlerinde kalacağı hücreyi, sahip olmak ama karnında taşımak istediği çocuğunu dokuz ay taşıyacak anneyi... İlaç şirketleri, artık ilaçları üzerinde deneyecekleri insanları, deney yapacakları embriyoları, devletler savaşlarını, istihbarat hizmetlerini...

Her yer piyasa olunca parası olan ekonomik ve siyasi olarak güçlenirken, yaşamını uzatırken, parası olmayan sürekli güçsüzleşmek, yok olmaya bırakılmak durumuyla karşı karşıya kalıyordu. Parası olan da haklı olarak (piyasa ahlakı ve vicdanı kapsamında) sahip olduklarını paylaşmıyor, sonuçlarına aldırmadan daha da arttırmaya çabalıyordu.

Bu koşullarda, mali kriz patlak verip de “piyasa en iyi düzenleyicidir” fantezisini tuzla buz edince, artık ahlaksızlardan, aç gözlülerden, yakınmanın ne anlamı olabilirdi. Geçenlerde bir Goldman Sachs müdürünün, New York Times’da da yayımladıktan sonra ortalığı karıştıran istifa mektubunda, Sachs dealerlerinin, müşterilerinden “muppet” diye söz etmesine, kurtulmak istedikleri varlıkları müşterilerine kakalama çabasını “fil avı” olarak nitelemesine, kendi çıkardığı enstrümanları satarken, bunlar nasılsa “patlayacak” diye “heç etmesine” şaşırmanın, kızmanın bir anlamı var mıydı? Hangi ahlak ilkesine dayanarak bu insanlara kızılacaktı? Kapitalizmin ahlakı da kuralı da buydu! Goldman Sachs’da bu kurala uymaktan başka ne yapmıştı ki...

İş alıp-satmakla bitse...

Her şey özelleştiriliyor, her şey metalaştırılıyor. Liberal salakların yıllardır çiğnedikleri kokuşmuş sakızın aksine, bu süreç demokrasiye özgürlüklere değil kaçınılmaz olarak köleliğe, ekonomik baskı da siyasi baskıya “totalitarizme” gidiyor. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Sandel geçenlerde bir yazısında, zamanında köleciliğe neden karşı çıkıldığını anımsatıyordu. İnsanların bir mal gibi alınıp satılması ahlaken kabul edilemez bulunuyordu bir zamanlar. Çünkü onu şeyleştiriyor, onurundan soyutluyor bir kazanç nesnesine dönüştürüyordu. Sandel aynı  kuralın başka şeyler için de geçeli olduğunu vurguluyor: Örneğin Çocuklar alınıp satılamaz, vatandaşlar oylarını satamazlar. Neden çünkü bunlar kamusal/toplumsal çıkarlara uygun değildir. Biz buna devleti yönetenlerin bundan ekonomik kazanç elde etmeyeceği ilkesini ekleyebiliriz.

Ama bu kamusal çıkar, bir kez ahlakın ve vicdanın denkleminden, “iyi yaşam nasıl olur?” sorusunun cevapları arasından, çıkarıldığında, geriye yalnızca kar yapma ilkesi kaldığında, insanlar da alınıp satılır, çocuklar da (evlat edinme piyasasına bakabilirsiniz) organlar da... 

Bu madalyonun öbür yüzünde de,  İngiltere’de koalisyon hükümeti döneminde ortaya çıkmaya başlayan başka bir gerçek var. Sol Sosyal Demokrat “Charter 88” hareketinin kurucularından Stuart Weir’in geçen hafta Open Democracy sitesindeki yorumunda sergilediği gibi, özelleştirme programı çoktan özelleştirmenin ötesine geçerek 16 Yüzyılda, “ilkel birikim” sürecinin parçası olarak yaşanan “çevreleme” (enclosure) hareketine benzemeye başladı. “Çevreleme” hareketi, “kamusal toprakların” etrafını çitlerle çeviriyor, köylülerin kullanımına kapatıyor ve sermayenin kullanımına veriyordu.

Çevreleme hareketinin en önemli sonucu, köylüyü topraktan kopararak büyük bir “potansiyel proletarya” nüfusu yaratmış olmasıydı. O zaman bu “potansiyel proletaryayı”, mala mülke tehdit oluşturan bir kalabalık olmaktan çıkarıp çalışmaya zorlamak, sermaye ile buluşmasını sağlamak için, devletin devreye girmesi ve olağan üstü acımasız yasalar yapması (disiplin), şiddet (cezalandırma) uygulaması, bunu da çalışma ahlakı bağlamında doğallaştırması gerekmişti.

Bugün özelleştirme, metalaştırma süreci, kamusal alanları, kamusal hizmetleri, hatta yaşam dünyasının biyolojik süreçlerini, “çevreleyip” insanlardan aldıkça  sermayenin kullanımına verdikçe yine büyük bir yoksul ve işsiz nüfuz oluşturmaya başlamış durumdadır. 

Ama, bu kez farklı. Kapitalizm yola yeni çıkmıyor. Bu kez kapitalizm bu işsizleri, iş sürecine çekerek kullanacak kapasiteden de yoksun, bu kez kapitalizmin bu gittikçe büyüyen nüfusa gereksinimi yok. Ama bunları denetim altında tutmaya, bunlardan kendini korumaya, bunun için de toplumun geri kalanını, orta sınıfları, işçi sınıfının iş sahibi olan kesimini harekete geçirmeye gereksinimi var. Bu da bizi günümüzün ve geleceğin “totalitariz”mine getiriyor.

Kaygı, Korku, “Sürekli Savaş”, biteviye hazırlık

Galiba ayırdında değiliz ama, “yavaş yavaş ısıtılan suyun içindeki kurbağaya” benzemeye başladık. Adeta, ne “adeta”sı, aslında, “1984” romanında betimlenen dünyada yaşıyoruz, ama bir türlü bunu kendimize itiraf edemiyoruz. Günlük yaşamımız, ruhsal süreçlerimiz (arzularımız, hazlarımız, zevklerimiz) yakından denetleniyor şekillendiriliyor, siyasi tercihlerimiz bizim dışımızda saptanıyor ve önümüze konuyor, her itirazımız, “terörizm”, “darbecilik, ruhsal bozukluk suçlamasıyla bize geri dönüyor. 

Bu denetleme ve şekillendirme, günümüzün toplumlarında, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde iki aşamada gerçekleşiyor (bu konuda Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarından yararlanıyorum). Birinci aşamada toplumu oluşturan bireylerde yaşam koşullarının güvenliğine ve geleceklerine ilişkin bir kaygı (anksiyete) ortamı yaratılıyor. Bu bir taraftan sürekli yeni doğal (felaketler) biyolojik (salgın hastalık, virüsler, sağlığa zararlı gıdalar), ekonomik(işsizlik, yoksulluk, emeklilik kaynaklarını kaybetme), siyasi (terörist saldırı, ayaklanma, savaş gibi) tehditler üretilerek, bu tehditlerden kaynaklanan kaygıları (anksiyete) güçlendirerek, gittikçe artan oranda “hastalık” kategorisine alarak, tıbbı tedavi, ilaç sanayiinin kar süreçlerine bağlayarak gerçekleştiriliyor. 

Bu kategoride en önemli örnek ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belli olmayan ama, gerçekleşmesi kaçınılmaz, olağan üstü zarar yaratmaya aday bir terörist saldırı tehdidi. Buna bağlı olarak asla bitmeyecek olan bir terörizmle savaş sürecine bağlı bir olağan üstü hal durumu.

İkinci aşama. Topluma sürekli bu tehlikeleri anımsatan, vurgulayan, toplumu bunlara karşı “dirençli”, “kolay toparlanmaya yatkın” olmaya “hazırlayan” bir söylem ve önlemler geliştirme süreci.

Bu iki  süreci, kültür endüstrisinin, medyanın, yeni iletişim ve izleme teknolojilerinin günlük yaşama nüfuz etme düzeyiyle birlikte düşününce karşımıza, yaşamın her alanını gittikçe artan yaygınlıkta ve derinlikte denetlemeyi düzenlemeyi, öznellikleri şekillendirmeyi hedefleyen bir kapitalist toplum projesi çıkıyor.  

Bu projenin içinde, seçimlerin, düzen partilerinin ve sivil toplum örgütü denen yapıların, burjuva liberal anlamda özgür bireylerin tercihleri üzerinde yükselen bir demokratik yönetim pratiği, rejim ya da devlet biçimi üretmesinin artık olanaksız olduğunu, bugün (1989’dan bu yana) yaşanan totaliterlerleşme sürecinin güçlenerek yayılarak ilerleyeceğini, ilerleyebilmek için yeni tehditler, savaşlar daha yakın daha sıkı daha derin denetim biçimleri üremeye devam edeceğini var saymak gerekiyor.

İnsanlığı bu kabustan, bu distopya gelecekten kurtarmak için, “komünist hipotezi” yaşama geçirmeyi bir kez daha denemekten başka bir yol kalmadığını görmek, göstermek gerekiyor.  “İyi yaşam nasıl olmalıdır?” sorusunun cevabı da, bugün, işte bu “hakikati” benimseyerek, tüm insanlığın kurtuluşunun sorumluluğunu üstlenmeyi kabul etmekten geçiyor.

 

 

 



[1] Eleştirilerini elektronik posta ile gönderen dostlara da ayrıca teşekkür ederim. Ancak bu metinler  yayınlanmamış olduğundan, burada alıntılarla değerlendiremiyorum.



[i] Bu kavramı, ben de kolaylıkla “özne” olarak, adeta antropomorfize ederek kullanmaya devam ediyorum. Ama bu kullanış tarzının tarihsel materyalizmin, felsefi düşünme disiplini açısından  sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Bu sakıncalı durumdan kurtulmak için de, neo-liberalizmin arkasındaki, örneğin “uluslararası mali sermaye”, “egemen sermaye”  gibi bir sınıfın yada sınıflar bloğunun, bunların yerli (bağımlı ülkelerdeki) ortakları vb gibi bir şeylerin iradesine gönderme yapmayı deneyebiliriz diye düşünüyorum. 

 

[ii] Bunlara özel hapishaneleri, istihbarat, veri işleme, izleme etkinliklerinin kimi durumlarda özel şirketlere, serbest çalışan uzmanlara devredilmesini de ekleyebiliriz.

 

[iii] “Organik ilişkiler ağı”, “organizma” ifadelerini işimizi kolaylaştırmak için geçici olarak bir kenara koyalım...