“Komplo”, sınıf mücadelesi, tarih…
(ve “gereğinden fazla boş fıçılar” üzerine)
Devletin ve sermaye sınıfının, verili yasallık ve meşruiyet sınırlarını aşan eylemlerini ortaya çıkarmaya başlayanlara karşı liberal burjuva düşüncesinin ilk ve en klasik direniş hattı, bir kaşını kaldırıp, çok bilmiş bir edayla “ne yani komplo teorileriyle mi dünyayı açıklayacağız” demek oluyor.
Bu tipler kimi zaman Karl Marks’tan da yararlanmaya çalışırlar burjuva sınıf iktidarlarını, siyasi projelerini savunabilmek için: Efendim “Karl Marks, tarihin motoru sınıf mücadelesidir” demiyor muydu? Öyleyse ‘komplo’dan konuşmanın hiçbir bir anlamı var mı? Bir cemaat (gizli ve yasadışı örgüt) devleti ele geçirse ne olurmuş ki? Sınıflar zaten savaşıyor, biz de zaten devlete karşıyız, devleti şu veya bu grup ele geçirmiş ne fark eder?
Bu yaklaşımların yeni örnekleri karşımız gelince, artık, arkasındaki ilkel, apolojist mantığa, teorik cehalete, dudak büküp geçmemiz gerekmez mi? Bu tipler, kendilerine soldan gelen cevaplar üzerinden, bulundukları yerde, Siyasal İslam’ın “ev sosyalisti” olarak, yararlılıklarını kanıtlayıp reyting yapmıyorlar mı?
Ama kimi sosyalistlerin tepkilerine bakılırsa belli ki, dudak büküp geçmemek gerekiyor. Ben halen gelişmeleri uzaktan izliyorum. Bu yüzden, daha yakından bakan sosyalistlerin yargısına güvenmekten başka çarem yok. Bir katkım olur umuduyla, ben de bir iki not düşmeye çalışacağım.
Komplo ve sınırları
Liberal burjuva siyaset teorisi (fantezisi demek daha doğru olurdu), parlamenter demokratik devletin, tarafsız, saydam, toplumun genel çıkarlarına hizmet etmeye, idari-hukuki denetime açık bir mekanizma olduğunu anlatır. Seçmenler, hükümetleri seçer onlar da gelir, verdikleri sözler doğrultusunda yönetirler. Bir “açık toplum” oluştuktan sonra, bu devlet en mükemmel halini alacaktır.
Bu teorik model devletin şiddete dayalı, hiçbir kuralla kendini sınırlamayan çekirdeğini görmezden gelir, hatta gizler. Halbuki bu liberal devletin, sınıflar üstü, şeffaf ve seçimlerle yönetilebilen bir devlet görüntüsüyle var olması, devletin şiddete dayalı çekirdeğinin sağlam ve istikrarlı bir biçimde var olmasına bağlıdır. Bu çekirdek, meşruiyet sınırlarını sorgulayanları, aşanları, bu sınırları istismar ederek, devletin verili biçimini değiştirme riski yaratmaya hazırlananları sistemli bir biçimde (fiziki likidasyon, gözden düşürme, tuzağa düşürüp yasal olarak bertaraf etme vb…) tasfiye eder. Tarih bize şiddete dayalı çekirdeği zayıflayan devletlerin hızla çözüldüğünü gösteriyor.
Gramsci’nin hegemonya kavramını anımsarsak, hegemonya kültürel egemenliğe, liderliğini kabul ettirmeye dayanır, ama rakipsiz şiddet uygulama kapasitesi, her zaman bir varsayım olarak bu kabul ettirme kapasitesinin yanı sıra var olacaktır.
Tüm burjuva devletlerde, demokratikleşmenin derecesinden ve çapından bağımsız olarak, yasal, hükümetlerin bildiği, parlamento komisyonlarının belli gizlilik koşulları (ulusal güvenlik kaygısı filan…) altında denetlemeye çalıştığı gizli örgütlerin yanı sıra, arada sırada patlak veren skandallardan öğrendiğimiz gibi, çok sayıda irili ufaklı ve çeşitli amaçlara yönelik olarak kurulmuş gizli örgütler de vardır.
Bunların işiyse kelimenin tam anlamıyla sabahtan akşama komplo senaryoları üretmek, uygulamaya koymak, etki alanlarını şekillendirmeye çalışmaktır.
Bu komplo girişimlerinin tarihin “akışını” (eğer böyle bir şey varsa) ne kadar etkileyeceği, o sırada tarihsel koşulların içinde bir iradi müdahaleyle “sapacak” bir konjonktürün var olup olmamasına bağlıdır. Komplocu “tarihe” belli bir momentte oluşan olasılıklar dizisi içinde, bu olasılıklar doğrultusunda ve belli bir güçte müdahale ederse tarihin “yönünü” değiştirebilir. Komplocunun müdahalesinin yokluğunda, tarihin gitmesi olası yönden (aslında böyle bir yönün olduğunu varsaymak bile çok sorunlu bir yaklaşım olacaktır. Ama bu da başka bir tartışmanın konusu) başka bir yöne gitmesine neden olur. Bu bağlamda, teknik olarak yaşanan, bir ülkenin diğerine savaş açmasından çok farklı bir durum değildir. Biri kendini gizler öbürü açıkça ilan eder.
Burada iki analiz düzeyi var. Biri ortaya çıkan olasılıkların çözümlenmesi ki, bu tümüyle, sermaye birikim sürecinin dinamiklerine -krizin özelliklerine, sınıfların şekillenme düzeylerine, bunlara bağlı olarak çeşitli kurumların yaşamakta olduğu dönüşümlere- ilişkindir. Bu düzeyde komplocuların varlığı ya da yokluğu bizi ilgilendirmez. İkinci düzey, “yapının” bu durumuna müdahale etmeye karar veren iradelerin, içeriklerine (temsil ettikleri sınıfsal çıkarlara), teknolojilerine, kadrolarına, kurumsal olanaklarına ilişkindir. Burada birinci düzeyin bilgisiyle donanmış olarak, komploların başarılı veya başarısız olmalarının nedenlerini analiz edebiliriz. Ya da ortaya çıkması olası komplocuları, duruma etki yapma kapasitelerini değerlendirebiliriz.
Bu yüzden “komplo teorilerine” ilişkin sorularla karşılaştığımızda, bu duruma “Bu adam bize bu soruyu soruyor ama aslında ne demek istiyor?” karşı sorusuyla, sorunun kimden hangi dönemde ve neden geldiğine de özellikle dikkat ederek, yaklaşırız.
Yukarda anlattıklarımı aklımızda tutarak, “tarih” ve “sınıf mücadeleleri” kavramlarına biraz daha yakından bakarsak, “Marks, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu yazar” saptamasının, genel olarak komplo teorilerinin karşısına konamayacağını kolaylıkla görebiliriz.
Tarih diye “bir şey” yok!
“Tarih” kavramına nasıl yaklaşmak gerekir? Bu soruya ilk önce, Fernand Braudel’in “Longue durée” (uzun dönem) kavramıyla yaklaşabiliriz. Bu “Longue durée”, ekonomik, siyasi hatta kültürel salınımları, dalgaları, döngüsel krizleri ve konjonktürleri aşan, ama onlara zemin oluşturan uzun bir dönemin varlığına işaret eder. Bu, toplumların en derin yapılarındaki değişikliklere ilişkin bir zaman ölçüsüdür. Örneğin, üretim tarzlarının genel tarihine ilişkin bir zaman ölçüsü. Böyle bir zaman ölçüsü içinde, bireylerin eylemleri, hatta siyasi kurumların etkileri gözden kaybolur, yapının en temel bileşenleri arasındaki ilişkiler, diğer bir deyişle sınıf çelişkileri, teknolojik değişiklikler, kapitalizmin mekanı yeniden yapılandırma dinamikleri, coğrafi yayılmalar vb… öne çıkar.
Ancak “Longue durée”, her şeyi belirleyen, bir varlığa sahip değildir. “Longue durée” önce birbirini izleyen ama “kopuşlarla” tanımlanabilen büyük “bloklardan”, sonra bu bloklar içindeki konjonktürlerden oluşur. İkincisi bu blokların tanımları, tekil olguların birikiminden değil, bu olgulara bir anlam veren, ideolojik, teorik, yaklaşımın bakışıyla oluşur. Diğer bir deyişle siyasi ideolojik ve etik bir bakış, bir dönemi blok olarak tanımlar. Örneğin, devrimci bir bakış, 1789 - 1871 dönemini devrimci bir tarihsel bir blok, 1872-1917 arasını da gericili bir blok olarak tanımlayabilir. Ondan sonra 1917-1968/80 arası dönemi yeniden bir devrimci blok, sonrasını bu güne kadar da gerici bir blok olarak tanımlayabilir.
Muhafazakar bir politikacı-tarihçi-filozof bakışı tabii ki 1789-1980 arası için bambaşka bir bloklar dizesi oluşturabilir. Hatta blokları görmezden gelerek, kimi “olayları” tarihten “silerek”, tek bir akış dahi tanımlayabilir, elindeki projeye göre…
Nihayet bu “bloklar” içinde, kriz dönemleri, devrimci konjonktürler, “olay” alanlarına, nadiren de olsa, 1789, 1871, 1917, 1968 gibi olaylara da rastlanabilmektedir. Bu “olay” tanımı bile, bunu tanıyan, gündeme getirdiği ahlakı benimseyen ve ona sadakatini ilan eden “özneye” bağlı olacaktır. Öznesi yoksa kimse bu “olayı” görmeyecek, “olay” tarihe “olay” olarak geçmeyecektir.
İşte özellikle, bu son durumda, yapının özel durumu içinde oluşan olay alanında, verili olasılıkların sınırlarını tanımayan ve bunları aşmak için müdahale etmeye kararlı öznenin varlığı, tarihin karşımıza yeni bir olayla ve dolayısıyla yeni olasılıklar dizisiyle çıkmasının koşuludur. Burada tarihin motoru, sınıflar mücadelesi olmaya devam ederken, öznenin, (parti, ordu, birey vb..) bu mücadeleyi kristalleştiren müdahalesi, saldırısı, koruyucu unsurların direnişi belirleyici olacaktır. Bu an aynı zamanda “olay anı”, tanımı gereği komploların (suikast, sabotaj, şantaj, yalan haber, provokasyon vb…) en etkin olacağı, tarihin oluşumunu etkileyebileceği bir andır…
Sınıflar ve mücadeleleri
Sınıf mücadelesine gelirsek, hemen şu tespiti yapmamız gerekir, sınıfların, geniş insan gruplarını sınıf olarak tanımlamaya olanak veren yapısal özellikleri olmakla birlikte, sınıflar arası mücadeleler, soyut olarak iki yapı (evrensel sınıf kümesi) arasında değil, burada gerçek zaman ve mekan içinde, bu yapıların alt kümeleri (ve alt kümelerin alt kümeleri…) arasında sürer. Sömürü oranları, ücret düzeyi, çalışma koşulları, toplumsal haklar üzerinde mücadeleler sürerken, hem bireysel düzeyde, hem de sendikal, hatta arkadaşlık, akrabalık grupları, fabrika komitesi, parti komitesi, partinin her çeşit örgütleri, planları projeleri aracılığıyla olduğu kadar, siyasi öznenin fiili ve şiddet içeren müdahaleleriyle birlikte genelde hepsini kapsayarak sürer. Grev, direniş, boykot, seçim kampanyası, protesto isyan hepsi sınıf mücadelesinin teknolojisi ve olay akışı içinde, toplumun çeşitli mekanlarında (sendika, devlet, devletin ideolojik aygıtları) yaşanır.
Sınıf mücadelesi, sınıfların “varlığının”, yaşam dünyasında (burada ve şimdi) kendini gösteren kimi biçimleri, bu biçimlerin yeğinlik düzeylerine göre öncelik kazanmasıyla sürer. Diğer bir deyişle kapitalizme, burjuvaziye karşı “genel” olarak mücadele edilemez. Kapitalizme ve burjuva sınıfına karşı mücadele, onun varlığının, yaşam alanımızda karşımıza çıkan biçimleriyle mücadele olarak gündeme gelir.
Buradaki diyalektik ilişkiyi şöyle bir tanımlamayı deneyebiliriz: Kapitalizmin tümüne yönelik, “komünist hipotez” bağlamında yapılan analiz, hangi biçimlerle mücadeleye öncelik verilmesi gerektiğini gündeme alınacak reform taleplerinin nasıl saptanacağını söyler. Devrimci bir perspektif, reformlar için mücadele etmeye olanak sağlar. Diğer taraftan böylece saptanmış, seçilmiş hedeflerle mücadele, genelde kapitalizme ve burjuva sınıfına karşı mücadelenin yollarını açar, “olayı” zorlama olanaklarını yarabilir.
Ve devlet...
“Son olarak bugün Fethullahçı avına çıkan devleti destekleyen ‘solculara’ sormak isterim: Dün yaptığı gibi yarın yine solcu avına çıktığı zaman da destekleyecek misiniz bu devleti?” sorusuna, yakından bakmak istiyorum. Ama devletin Fetullahçı avına çıktığına ilişkin fanteziye, buna eklenen ucuz ahlakçılığa, ne anlama geldiğini, neyi gizlediğini, kimin için söylendiğini (“Ben kimin beni bunu söylerken görmesini istiyorum?”) sorgulayarak vakit ayırmayacağım.
Esas değinmek istediklerim bir “organizma” olarak devletin “girdileri”, “yapısı” ve “çıktılarıyla” ilgili. Burada bir devlet teorisi sunmaktan daha çok bir mekanizmanın işleyişini tanımlamaya çalışacağım.
Devlet denen organizmanın (plastikliğini, dönüşme, evrimleşme kapasitesini, kimi şeyleri tüketerek, kimi şeyleri üretme özelliğini vurgulamak için organizma kavramını kullanıyorum) işleyebilmesi (yaşayabilmesi) için, kadro, ideoloji, teknoloji, finans olarak kısaca özetlenebilecek bir seri girdi gerekir. Bu girdiler devletin andaki kurumsal kültürel ideolojik yapılanmasıyla ilişkiye girerler. Eğer ideolojik düzeyde bir çelişki yoksa girdiler devletin yapısında önemli değişikliklere yol açmazlar. Bu “uyumlu” girdiler, devletin evrimleşmesine de katkıda bulunarak, devlet tarafından işlenir, tüketilerek kurumsal şekillenmelere, ekonomik politikalara, iç ve dış politika reflekslerine, hatta ideolojik aygıtlarla devletin ilişkilerinin düzeyine ilişkin politikalar olarak özetlenebilecek çıktılara dönüşürler.
Devlet sürekli toplumdan gelen girdileri işler (tüketir) ve siyasi eylemlere, sonuçlara dönüştürür. Toplumdan gelen girdiler ise, hem ülke içindeki sınıf mücadelelerinden, hem de ülkenin uluslararası ilişkilerindeki dinamiklerden beslenecek, kaynaklanacaklardır.
Eğer girdiler, devletin verili kadro yapısının sınıfsal özellikleri (ideolojik, kültürel, ekonomik) andaki kurumsal yapısı (güçler ayrılığı, gizli açık şiddet örgütleri, bürokrasisi ve bürokratik gelenekleri vb…) ile çelişen özellikler kazanmaya başlarsa, ya bu girdiler tüketilemeyerek yadsınacaktır. Ya da bu verili yapıyla çelişik özellikler taşıyan girdiler, içeri girdikleri oranda, devletin içinde bir belirleme - belirlenme mücadelesi yaşanacak, bundan çıktılar doğrudan etkilenecektir. Yeni gelenler egemenliklerini kurdukları ölçüde de yeni bir devlet biçimiyle (sınıfsal temelleri sabit kalmak üzere) karşı karşıya kalacağız demektir.
Sosyalistler, sınıf mücadelesinde, kapitalizme ve burjuva devlete karşı mücadele ederken, bu dinamikleri ve yaratacakları olasılıkları yadsımamak, dikkate almak, kapitalizme karşı mücadelelerinde, siyasi tercihlerinde bir faktör olarak değerlendirmek durumundadırlar…
Şimdi, başa, dönersek, “Karl Marks, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu yazar” diye başlayarak… “Aslında Fethullahçılar onun sandığından da daha başarılı, daha da çok mevki kazanmışlar, Emniyet teşkilatını, daha bilmem hangi teşkilatları tümüyle ele geçirmişler… Ee? Sorun nedir?” diye biten yaklaşıma baktığımızda, Lenin’in “gereğinden fazla boş bir fıçı gibi ses çıkarıyor” deyimini anımsarsak insafsızlık mı yapmış olacağız?
1 comment:
Zaten mesele de bu değil mi? Solculuk ne zamandan beri sınıfsal perspektiften bağımsız değerlendirilir oldu? Komünist söylemi çarpıtmak ve ''kendince solculuk'' yapanlar şu gerçeği görmediğimizi zannediyorlar. Ne kadar modifikasyona ihtiyacını kabul etsek ve millici burjuvalar tarafından kurulmuş olsa da en nihayetinde ulus devlet bu ülkenin insanının refahını, sömürgeci halkların refahından üstün tutmak mecburiyetindedir. Komünizm tartışmaları bir yana, sırf bu gerçek bile, bir solcunun bu konjonktürde ona sahip çıkma mecburiyeti gerektiriyor. Kolaj cümlelerle olayları değerlendirip kime hizmet ettiğini görmemek -aslında çok iyi görüyorlar ya- ancak popülist demagoglara yakışır. Bazılarının böyle konuşup üstune bir de komünist olduklarını iddia ettiğini görünce insanın cinleri tepesine çıkıyor. Bence sol camiada artık eski yaşanmışlıklardan kaynaklanan ahpap çavuş ilişkileri bırakılıp bu yoldan dönenlerin maskelerinin en azından camia içinde düşürülmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Böylece liberallerin ev kedisi/komünisti olanlar artık yerlerini bulurlar. Solcu olmak bu kadar kolay olmamalı.
Post a Comment