Konuşma özgürlüğü ve yumurta
(16/12/2010. sol.org)
Öğrencilerin bazı şahısları yumurta atarak konuşturmamaya, bazı mekanları bunlara kapamaya yönelik eylemleri devam ediyor. Bu sırada birileri, “ifade özgürlüğünün” kısıtlandığından yakınarak bu eylemleri, mahkum etmeye çalışıyorlar. Bu eylemlere ilişkin faşizan kavramını kullananlar dahi oldu.
Ben yumurta eyleminin meşruiyetini veya erdemini sorgulamayacağım. Her eylem meşruiyetini, kendisini olanaklı kılan söylemin içine saptadığı amaçlarından alır. Dolayısıyla bu eylemi yapanlar yalnızca söylemlerine ve kendi amaçlarına karşı sorumludurlar. Bunun hesabını, kendilerine ve tabi ilgilendikleri kitlenin önünde verebilirlerse, ben bu eylemlerin meşruluğunu kabul ederim. Bu eylemlerin amaçlarına ve bu amaçların önlerine getirdiği hedeflere uygun olduğu müddetçe erdemli olduklarından söz edebiliriz. Ama önce onların bu hesabı verebilecek, bizim de söz edebilecek durumda olmamız gerekiyor.
Bu son cümle nereden çıktı? Derseniz, şöyle:sizi rahatsız etmiş olabilir. Şu soruya cevap aramamız gerektiğini söyleyerek cevap vermek isterim: “Bu toplumda kim hesap verme (eylemini açıklama), kim bu eylemin erdeminden söz etme olanaklarına ve hakkına sahiptir?” Ben yumurta eylemlerinin değerlendirmesini yapmak yerine, esas olarak bu olanaklar ve haklar üzerinde düşünmek istiyorum.
Bir fantezi olarak bireysel özgürlükler
Şöyle bir ilkeye uymamız isteniyor bizden. Her birey kendini ifade etme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu onun en temel insan hakkıdır ve demokrasinin gereği bu hak engellenemez. Eğer bu ilkeyi benimsersek, demokrasiye değer veren insanlar olarak, kendi değerlerimize sadık kalabilmek için (erdemli olmaya devam edebilmek için) bu yumurta atma eylemini, ifade özgürlüğünü sınırlayan bir eylem olarak, en azından sakıncalı bulmamız hatta mahkum etmemiz gerekiyor.
Halbuki, toplumsal olaylara, geçtiğimiz 30 yıl boyunca kafamıza kakılan “bireylerin hakları”na öncelik vererek yaklaşırsak, bireylerin özgürlüklerini genişletecek bir çözüme ulaşamıyoruz. Bu yaklaşım, toplumsal ilişkilerin “sırrını” açıklığa kavuşturarak, toplumsal özgürlükleri genişletmeye hizmet etmenin aksine, konuşulabilecek şeylerin alanının, toplumsal ilişkileri baskıcı ve sömürücü özelliklerini koruyacak bir biçim sınırlandığını görmemizi engelleyen bir fantezi ile gözlerimizi boyuyor.
Sorunu, “Demokrasi, evet ama kimin için?”, Özgürlük ama ne yapmak için?” sorularıyla yaklaşarak, en kestirme yoldan hemen sorun olmaktan çıkarabiliriz. Ancak bazen üşenmeyip biraz daha uzun bir yoldan gitmek daha yararlı olabiliyor.
Gelin yolu iyice uzatalım, siyasetin (adalet, demokrasi, devlet) ilk konuşulduğu yere, antik çağ Yunan Site’sine gidelim. Burada karşımıza Platon ve Aristotales çıkacak. Siyaseti konuşurken hala bu iki düşünürün kurduğu iki farklı paradigmanın izlerini taşıyan bir dil kullandığımız için, bu ikisinden çok yararlanabileceğimizi düşünüyorum. Çok kabaca bu iki düşünürün projelerini şöyle karşılaştırabiliriz sanırım. Platon, en ideal (erdemli ve adaletli) Site nasıl kurulur sorusuna, böyle bir Site’yi tasarlayarak cevap vermeye çalışıyor. Platon karşımıza, var olanı, bütünsel olarak düşünerek, akla uygun bir biçimde yeniden yapmaya ilişkin bir proje ile geliyor. Aristotales ise, var olanın işleyişinin yasalarını saptamaya çalışıyor. Platon, Devlet (cumhuriyet) başlıklı, bütünü göz önüne alan bir şey yazarken, Aristotales, Etik, Peotika, Retorik, Politik, biyoloji, fizik vb konuları ele alarak değerlendiriyor.
Sanırım bu iki düşünürden bugüne hangi iki geleneğin miras kaldığını hemen fark et ettiniz. Platon hem devrimci, hem totaliter eğilimleri aynı anda içeriyor. Aristotales, de tutucu ve bireysel özgürlüklere eğilen iki çelişkili eğilimi. Bu kısa sunuştan sonra, bu iki düşünürden birbirini tamamlayan iki saptamayı alarak devam edeceğim.
Platon ideal Site’sinde iç uyumun, dolayısıyla Site’nin adaletinin sağlanabilmesi, herkesin kendi işini yapmasına, bundan başkasını yapmamasına bağlı. Üreticileri üretimden aşka işlerle uğraşmayacaklar, çünkü, bunu en iyi bir biçimde yaparlarsa, başka bir şey yapmaya zamanları kalmayacaktır! Sit’enin yönetimiyse koruyuculara (asker ve filozof) ait bir iştir, Bunların da üretimle, ticaretle uğraşmaya zamanı olamaz. Burada sitenin yönetiminin, üretenlerle bunların ürünlerinden geçinenlerin arasındaki ilişkinin, belli bir zaman paylaşımına karşılık geldiğini görüyoruz: Sitenin yönetimi, istikrarı, zamanın belli bir dağılıma bağımlı oluyor.
Üretimde çalıştıkları için, başka bir şey yapmaya zamanı olmayanların, başka bir şey yapmak için bu zamanı talep etmeleri, sitenin istikrarı bozuyor. Diğer bir değişle siyasi etkinliğin de konusunu oluşturuyor.
Aristotales için, insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik, konuşabildikleri için adalet konusundaki sıkıntılarından söz açabilmeleri oluşturuyor Diğer bir değişle hayvanlar, sitenin yaşamı açısından anlam ifade etmeyen sesler çıkarıyorlar. İnsanlar anlamlı sesler çıkarabildikleri için sitenin yaşamı ve iç uyumunun sağlanabilmesi açısından yaşamsal öneme sahip adalet konusunu (sorunlarını) konuşabiliyorlar.
Aristotales’in bu saptamasını, Platon’un zaman paylaşımıyla birleştirmeden önce, sitenin bir özelliğini göz önüne almamız gerekiyor: Bu sitede, insan olmakla birlikte adalet konuşmaya hakkı olmayan en azından bir tabaka var: “ses çıkarabilen aletler olarak” köleler. En azından diyorum çünkü kadınlar ve çocuklarda çoğu zaman sözleri adalet bağlamında bir anlama sahip olmayan insanlar olarak görülüyorlar.
Aristotales’in bu saptaması da bize siyasetin, kimin çıkardığı seslerin bir anlama sahip olup olmamasıyla yakından ilgili olduğunu gösteriyor. Diğer bir değişle, siyaset, konuşabildiği halde çıkardığı seslerin anlam kazanmasına izin verilmeyenlerle, sesleri her zaman anlam kazananlar, dolayısıyla adalet konularını konuşabilenler arasında yaşanıyor.
Şimdi Platon ile Aristotales’i bir araya koyarsak, siyaseti, yaptıkları işten başka işler yapmak isteyenlerin, kendilerine dayatılan iş bölümüne itiraz edenlerin, bu konuyu adalet sorunu içinde konuşabilmek için seslerine verili anlamlar alanının sınırlarını aşarak, yeni anlamlar kazandırma çabası olarak tanımlayabiliriz. Bu çaba ister istemez yapılan işin yapıldığı yerden başka bir mekana geçiş talebini de beraberinde getireceğinden, toplumdaki geçerli mekan paylaşımının sınırlarını da sorgulayacaktır.
Bu bağlamda Jacques Ranciere, (La partage du sensible: Esthetique et politique -Duyumsal olanın bölüşülmesi/paylaşılması: Estetik ve siyaset, 2000) siyasi mücadelenin konusunu, hedefini “toplumun içinde zamanın, mekanların, konuşulabilecek şeylerin/anlamların ve konuşabilecek olanların, paylaşımının ve yeniden paylaşılmasının oluşturduğuna işaret ediyor.
Toplumsal yapının ekonomik ve siyasi güç (iktidar) ilişkileri, kimlerin, neleri konuşabileceğine, nelerin konuşulabileceğine, nelerin duyumsanabileceğine ve sanat, siyaset kategorilerine alınarak anlamlandırılabileceğine karar vermeye olanak sağlayan estetik (ve hakikat) rejimlerine dayanarak ayakta kalabiliyor.
Konuşabilme kavgası
Bu saptamaların ışığında yaklaştığımızda, bireylerin ifade özgürlüğü kavramının tümüyle bir fantezi olduğunu görebiliriz. Siyaseti etkinlik/yaşam/mücadele her zaman bu özgürlüğün sınırlarının genişlemesi ve daralmasıyla ilgili bir etkinliktir. Seslerinin anlam kazanması engellenenler, yaptıkları işlerden başka işleri yapabilmek için yeni mekanlar ve zamanlar talep edenler, bu taleplerini dile getiri getirmez, hemen, yalnızca kendi seslerinin anlam ifade etmesine, kendi anlam sistemlerinin (söylemlerinin) iktidarına alışmış olanların ayrıcalıkları, toplumsal zaman içindeki payları, denetledikleri mekanlar için büyük bir tehlike oluştururlar.
Bu yüzden, Yunan sitelerinden bu yana, sınıflı toplumlarda, bireysel özgürlükler, ifade ve hareket özgürlüğü talepleri, hiçbir zaman tüm bireyler için geçerli olabilecek özgürlükler olarak karşımıza gelemezler. Bu yüzden bireysel özgürlükleri genel bir ilke olarak savunmak, toplum içindeki zaman, mekan, anlam dağılımının, çelişkili, kimi zaman uzlaşmaz çelişkili özelliklerini gizlemeye, dolayısıyla yapının “sırrını” gizleyerek korumaya hizmet eder.
Bu bağlamda, yaptığı işten başka iş yapmalarına, iş zamanının ve alanlarının dışındaki, ek/yeni zamanları ve mekanlara erişmelerine izin verilmeyenler, işçiler öğrenciler, çalışanlar, kadınlar, kendilerine yeni zaman, mekan ve konuşma ve anlam alanları, yaratırken, buna izin vermeyen sınırları koyanların, zaman, mekan, konuşma ve anlam alanlarına müdahale edecekler, bu mekanları onların kullanımına kapatarak, onların seslerini keserek, kendi seslerine (adaleti konuşmalarına olanak verecek söylemlere), zaman ve mekan açmaya çalışacaklardır.
Bu gün bunu barışçı, şiddete başvurmadan yapmaya kalktıkları zaman bile nasıl büyük bir tepkiyle karşılaştıklarını görüyoruz. Bunda şaşılacak bir şey yok ve bu sürecin bireysel özgürlükler ve ifade özgürlüğüyle de bir ilişkisi yok.
No comments:
Post a Comment